Mustafa Kemal Türk Ordusu'nun İzmir'e girip kurtuluşu gerçekleştirdiği günlerde: "Milli mücadelemizin ilk dönemi kapandı, şimdi ikinci dönemi açacağız... Sanılıyor ki bütün isteklerimizi elde ettik; her şey bitti. Oysa, yapacaklarımız asıl bundan sonra başlıyor; gerçek mücadele şimdi başlıyor" demişti. Kazanılan büyük zaferin coşkusu yaşanırken, ülke işgalden kurtarılmışken, "yeni bir mücadeleden", "ikinci bir savaştan" sözetmek ne anlama geliyordu? Mustafa Kemal ne demek istiyordu? "Muzaffer bir ordunun başkomutanı", özgür bir ulusun önderiydi. Emperyalizmi altetmiş, ezilen uluslardan coşkulu kutlamalar alıyordu. Savaş henüz bitmişken, neden yeni bir "savaştan" söz ediyordu? Bu "savaş", kimler arasında, nasıl olacaktı?
Ülkemizde toplumsal muhalefetin ve siyasi tartışmanın yoğunlaştığı bir dönem yaşanıyor. Kendiliğinden gelişen kitlesel eylemlerin ve siyasi tartışmaların niteliğini yükseltmek amacıyla bu bloğu oluşturduk. Hiçbir parti, grup ve toplulukla bağımız yoktur. Yazar Metin Aydoğan'ın yazılarını yayınlayacağız. Düşünsel yaşamımıza katkı koyacağına inandığımız yazıların, bilimsel tartışmalara yol açmasını diliyoruz.
30 Ocak 2017 Pazartesi
26 Ocak 2017 Perşembe
TÜRKLERDE YÖNETİM GELENEĞİ VE KATILIMCILIK
Eşitliğin ve adalet duygusunun topluma egemen
kılınması, bunun devlet politikası haline getirilmesi ve yönetim erkinin
kurumlar arasında paylaşılması, Türk yönetim geleneğinin temel özelliğidir.
Yönetim biçimine yön veren töre; toplumda
kabul gören sosyal birikimler ve gereksinimlere yanıt veren yeniliğe açık geleneklerdir.
Töreyi güncelleştiren ve onun uygulama
koşullarını belirleyen buyruklar, halkın
katıldığı toplantılarda kabul edilirdi. Bu toplantılar halka, hem yönetime katılma,
hem de onu denetleme olanağı veriyordu. Yetkileri töreyle belirlenen bir tür atanmış görevliler olan Kağanlar, ülkeyi, yani "töreye göre ata yadigârı kutsal vatan topraklarını", dışa karşı korumak; içerde,
budun’un gönenç ve güvenliğini sağlamak
zorundaydılar. Kötü yöneterek halka sert davranan ve devletin geleceğini tehlikeye
sokan kağanlara karşı, toyların (meclislerin) onu görevden alma
yetkisi vardı. Kağanlar, ülke topraklarını serbestçe
kullanabileceği mülkleri olarak görmez, bireysel yönetime yönelmez ve keyfine
göre uygulama yapamazdı.
25 Ocak 2017 Çarşamba
İNGİLTERE’DE SİYASİ PARTİLER
İngiltere’de,
ilerde partileşmeye gidecek ilk siyasi kümeleşmeler, 19.yüzyıl başlarında
ortaya çıktı. Kurulu düzenin kral yetkesine (otoritesine) bağlı kalmasını
isteyenlerle (Tory’ler), seçilmiş kurullar aracılığıyla yönetimde pay
almak isteyenler (Whig’ler), kendi aralarında örgütlenmeye başladılar. Tory ya da Whig temsilcilerin oluşturduğu parlamentoyu halk seçmiyordu. Oy
verme hakkı, yüksek gelirlilerle sınırlıydı. Ayrıca, oy verebilenler, varsıllık
düzeyine bağlı olarak değişik sayılarda oy veriyorlardı. Örneğim; yirmi bin
dönüm toprağı olanın oyu 14 oy sayılıyorsa, dört bin dönüm toprağı olanın oyu
dört oy sayılıyordu. 19. Yüzyılın ortasına dek, Burjuvalar bile parlamentoya
giremiyordu.
22 Ocak 2017 Pazar
TÜRKİYE’DE NEDEN HAİN ÇOK
Türkiye’de
bugün yaygın ve yoğun bir kimliksizleşme yaşanıyor. Yetki ve güç sahipleri,
varsıl işbirlikçiler, sanatçı görünümlü çıkarcılar; aynı yerden buyruk
almışçasına, ülkeyi ayakta tutan değerlere sınır tanımaksızın saldırıyor. Bu
tutum, kalıcılığı olan politik işleyiş durumuna getiriliyor. Yozlaşma ve
yabancılaşmanın geçerliliği olan bir istem durumuna getirilmesinin
kuşkusuz bir nedeni vardır. Yaşananlar, tarihte kayıtlı süreçler toplamı ve bu
toplamın günümüzdeki uygulamalarında saklıdır. Dışa bağlanmanın ve kendine
yabancılaşmanın yaygınlığına yanıt arayan her çaba, ister istemez Osmanlı
devşirmeciliğine ve onun yarattığı kapıkulu çıkarcılığına gidecektir.
18 Ocak 2017 Çarşamba
MECLİS’İN İNTİHARI
Anayasa değişikliğine oy veren milletvekilleri, TBMM’nin yetkilerini
denetimsiz olarak partili bir başkana veriyor.
Bunu yaparken, içinde bulundukları Meclis’i olduğu kadar partilerini de
işlevsiz kılıyorlar. Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Gazi Meclis, “partili
başkanın” isteklerini yerine getiren basit bir aracı; iktidar partisi ise
buyrukları uygulayan bir tür şirket haline geliyor. Türk yönetim geleneklerine
ters bu durum, küreselleşmeci ideologların yıllardır açıkladıkları siyasi bir
hedefti. Bunların en ünlülerinden John
Naisbitt, bu hedefi şöyle açıklıyordu: “Demokrasinin
evriminde temsili demokrasi dediğimiz dönemin sonuna geliyoruz. Temsili
demokrasi ve ölçek ekonomisi çağdışı kaldı. Artık tüketici odaklı serbest
piyasa demokrasisine ve doğrudan yönetim biçimine geçiyoruz... Evrenselleştikçe
küçülüyor ve kabileselleşiyoruz. Yeni liderler, devletler arasındaki değil
bireyler ve şirketler arasındaki stratejik ittifakları kolaylaştıracaktır.
Siyasi partiler öldü. Liderler bunu fark etmiyor mu?”y
ALMANYA’DA SİYASİ PARTİLER
Almanya’da 19.yüzyıl
sonlarına dek siyasi parti yoktu ancak örgütlenmeyi bekleyen pek çok düşünce
akımı ve görüş vardı. Köklerinin Alman tarihinde olduğunu ileri süren muhafazakarlar
ve liberaller, geleceğe egemen olacağını açıklayan sosyal
demokratlar; kentsoyluların, çiftçilerin, tarım emekçilerinin ya da
işçilerin derneklerini partiye dönüştürmenin çabası içindeydiler. Bu çaba, o
dönem Almanya’sının, İngiltere ve Amerika Birleşik Devletleri’ndeki gibi iki
partili siyasi düzene geçmesine yetmedi... 1871’de 8, 1918’de 11, 1930’da 15
parti Reichstag’a milletvekili soktu. Almanya’da, sermayenin egemenliğindeki iki
partili düzen, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra gerçekleştirildi.
16 Ocak 2017 Pazartesi
ORTA ASYA’DAN ANADOLU’YA UYGARLIK ZİNCİRİ
Selçuklular’ın Orta
Asya’dan alıp İslam hukukuyla birleştirerek geliştirdiği ve daha sonra
Osmanlılara devrettiği toprak düzeni özgündür ve sürekli gelişen bir bütünlüğe
sahiptir. Bu iki devlet geliştirdiği toprak düzeniyle, Orta Çağ
toplumlarının tümünün temelini oluşturan toprak sorununu, çağdaşlarından çok
daha ileri biçimde çözdüler, onlara örnek oldular. Kurdukları devlet ve bu
devletin dayandığı ekonomik-siyasi düzen, Orta Çağ toplumları
içinde en gelişkin olanıydı.
13 Ocak 2017 Cuma
ZÜBEYDE HANIM’IN ÖLÜMÜ VE MUSTAFA KEMAL’İN “NAMUS VE VİCDAN YEMİNİ”
Atatürk’ün
annesi Zübeyde Hanım, 14 Ocak 1923
günü öldü. 13 gün sonra 27 Ocak’ta İzmir’e gelen Mustafa Kemal, annesinin mezarı başında, bugün herkesin ders alması
gereken bir konuşma yaptı ve şunları söyledi: “Annemin ruhuna ve bütün
ecdat ruhlarına sözvermiş olduğum vicdan yeminini tekrar edeyim. Annemin kabri
önünde ve Allah’ın huzurunda yemin ediyorum. Bu kadar kan dökülerek milletin
elde ettiği ve sağlamlaştırdığı egemenliğin korunması ve savunulması için
gerektiğinde annemin yanına gitmekte asla tereddüt etmeyeceğim. Ulusal
egemenlik uğrunda canımı vermek, benim için vicdan ve namus borcu olsun.” Bu
konuşma, günümüzdeki şarlatanlıklarla dolu ihanet ortamında, yolunu ve
kimliğini yitirenlere uyarı olsun, onlara doğru yolu göstersin.
11 Ocak 2017 Çarşamba
KÜRESELLEŞME: 21.YÜZYIL EMPERYALİZMİ
Küreselleşme, tekelci
şirket egemenliğidir. Gelişmiş ülkelerde, tekelci büyük şirketler, özellikle mali sermaye şirketleri, yalnızca
ekonomiye değil; siyasetin temel gücü olan devlet örgütlerine de egemen
olmuştur. Bu nedenle gelişmiş ülkelerdeki devlet etkinliğinin belirgin
özelliği, şirket istem ve gereksinimlerine göre yürütülmesidir. Rockefeller 1950’li yıllarda Başkan Eisenhower’a gönderdiği mektupta
şunları yazıyordu: “Standart Oil için iyi
olan Birleşik Devletler için de iyidir.” General Motors’un Başkanı Charles E.Wilson’da aynı şeyi başka
tümcelerle anlatıyordu: “Şirketim için
neyin iyi olduğunu biliyorum, dolayısıyla Birleşik Devletler için de neyin iyi
olduğunu biliyorum”.
8 Ocak 2017 Pazar
RUSYA’YLA NEREYE KADAR
Rusya’yla
ilişkilerin niteliğini ve gelecekte alacağı biçimi görmek için; Batı’nın Ortadoğu’ya
yönelişini, kısa ve uzun erimli hedeflerini; Türkiye’nin konumunu ve Rusya’nın amacını
bilmek, bunları birlikte değerlendirmek gerekir. Bu yapıldığında gerçek durum kolayca
görülecek ve geleceğe yönelik bulanık görüntü netlik kazanacaktır. Türkiye,
Batı ve Rusya arasındaki ilişkilerde, yapısal karşıtlıklar vardır ve bu ilişkiler
köklü dönüşümler olmadan Türkiye yararına sağlam bir zemine oturamaz. Küresel iki
büyük güç arasında siyaset yapmak; yüksek bilinç, tutarlı çizgi, doğru ve kararlı
tutum gerektirir. Kamusal değerleri dağıtılmış, üretimden yoksun, borca batmış ve
hepsinden önemlisi ulusal birliği zedelenmiş bir ülkede; önlemi alınmamış tepkisel
değişimler, yalnızca yararsız değil aynı zamanda tehlikelidir.
6 Ocak 2017 Cuma
ARAP KÜLTÜRÜNDE TÜRK İMGESİ
Türkiye’de, ulusçuluğu
yadsıyan ümmetçilik ya da ulusçuluğu ümmetçilikle kaynaştırmağa
çalışan siyasi girişimler, çok yönlü ve yaygın bir girişim olarak, yeni bir
aşamaya gelmiştir. Ümmetçiler ve Türk-İslam Sentezciler, Batıcılıkla
kolayca uyuşmaktadır. Uyuşmanın temelinde, Amerikalıların Ilımlı İslam
adını verdiği, ulusçuluğu ümmetçilik içinde eritmeyi amaçlayan ve
azgelişmiş ülkelere yönelen küresel politikalar vardır. Kavramlar üzerinde,
yaşanmakta olan yozlaşma ve bu yozlaşmanın devlet politikalarına
yerleştirilmesi, küresel bir girişimdir. Ancak, bu girişimi hazırlayan
düşüngüsel (ideolojik) temel, yüzlerce yıl işlenen Türk karşıtlığına dayanır.
İlk dönem Arap düşünürlerinin Türklere yönelik değerlendirmeleri, Batıdakiler
gibi bilim ve gerçeklerle ilgisi olmayan, karalamaya dayalı öznel yargılardır.
4 Ocak 2017 Çarşamba
BATI’DAKİ TÜRK İMGESİ
"Sorun,
Atatürk’ün bir paşa fermanıyla yarattığı yapay ürün Türk Devleti ve Türk
ulusudur. Sorun, Kemalizm ve Kemalizmin ulusçuluk ve laiklik ilkeleridir.
Sorun, uyduruk, zorlama ve yapay Türk ulusudur. Böyle bir ulus yoktur. Olmadığını
Türkiye’de yaşayan Türk–Kürt, Müslüman–laik, Alevi–devlet çatışmalarında
görmekteyiz. Bu uyduruk ulusu Atatürk nasıl kurdu? Önce Ermenileri yok ettiler,
sonra da Rumları. Kürtleri bugüne dek neden yok etmediler bilinmez.”
Alman Doğu
Enstitüsü’nün Müdürü Udo Steinbach,
15 Eylül 1998
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)