1945-1950 arasında temelleri atılan ve daha sonraki
dönemlerde etkisi ve uygulama alanı genişleyerek sürdürülen ABD’ye bağımlılık,
resmi politikaya o denli yerleşmiştir ki; ihtilaller, darbeler dahil hiçbir
yönetim değişikliği bu politikayı değiştirememiştir. Ortadoğu ABD için, “siyasi, askeri ve ekonomik çıkarların
birleştiği kavşaktır ve yaşamsal önemdedir”. Bu nedenle Amerikalılar,
Türkiye’yi “hiçbir koşulda
bırakılmayacak” bir ülke olarak görmüştür. 1946 yılında, daha için başında;
‘Türkiye’de iktidar da muhalefet de Birleşik
Devletler’den yana olmalıdır’ saptamasını yapmışlardır. Nitekim, ABD
Türkiye’ye öylesine yerleşti ki; siyasetten kültüre, devlet yapılanmasından
eğitime dek hemen her alanda, yabancı unsur olmaktan çıktı ve içsel bir güç
haline geldi. Hükümetler kurdu, hükümetler devirdi, darbeler yaptı. Ekonominin
tek belirleyicisi oldu.
Ülkemizde toplumsal muhalefetin ve siyasi tartışmanın yoğunlaştığı bir dönem yaşanıyor. Kendiliğinden gelişen kitlesel eylemlerin ve siyasi tartışmaların niteliğini yükseltmek amacıyla bu bloğu oluşturduk. Hiçbir parti, grup ve toplulukla bağımız yoktur. Yazar Metin Aydoğan'ın yazılarını yayınlayacağız. Düşünsel yaşamımıza katkı koyacağına inandığımız yazıların, bilimsel tartışmalara yol açmasını diliyoruz.
28 Mart 2019 Perşembe
25 Mart 2019 Pazartesi
ABD’NİN TÜRKİYE’YE GİRİŞİ
Amerikan donanmasının Missouri Zırhlısı, 5 Nisan
1946 günü İstanbul’a geliyor ve büyük törenlerle karşılanıyordu. O günlerde
TBMM’de inanılması güç konuşmalar yapılıyor, Atatürk’ün tüm yaşamını
adayarak sağladığı tam bağımsızlık, ulusal onur gibi kavramlar adeta yok
sayılıyordu. Başbakan Şükrü Saraçoğlu, o günlerde, Amerika’ya 4.5 milyon
dolarlık borcun ödenmesi üzerine yaptığı konuşmada şunları söylüyordu: “Hepimiz
inanıyoruz ki, biz bu parayı vermekle borcumuzun yalnız maddi kısmını ödüyoruz.
Amerika’ya, bir de manevi borcumuz vardır ki; onu da, hürriyet, adalet,
istiklâl ve insanlık davalarında Amerika’nın bulunduğu saflarda bulunmak
suretiyle ödemeye çalışacağız”. Aynı günlerde, İstanbul Milletvekili Hamdullah
Suphi Tanrıöver Meclis’te; “Dünyaya
ışık nereden geliyor? Bu ışığın bir kaynağı var. Işık Amerika’dan geliyor. Ümit
nereden geliyor, Amerika’dan geliyor” derken; Bursa Milletvekili M.Baha Pars: “Bugün
bu büyük milletin, Amerika’nın insanlığa yaptığı yardımı hatırlayıp
teşekkür ederken, peygamber gibi temiz ve kusursuz Roosvelt’i ve onun halefi
olan, kıymetli devlet ve millet adamı Truman’ı hürmetle selamlarım” diyordu.
22 Mart 2019 Cuma
SELÇUKLULAR’DA DEVLET YÖNETİMİ
Selçuklularda devlet
yönetimi, değişik yetki ve sorumluluğu olan, alanlarında uzmanlaşmış liyakat
sahibi görevlilerin katıldığı divanlar aracılığıyla yürütüldü. Değişik işler için değişik divanlar vardı; bunlar devlet gücünü temsil
etmelerine karşın, tartışmaya açık, katılımcı kurumlardı. Kararlar; serbestçe
dile getirilen görüşler, bilgi ve belgeye dayanan tartışmalar sonunda alınırdı.
Devleti; gelişkin bir ekonomi, varsıl
bir iç-dış ticaret ve iyi işleyen bir
mali sistem üzerine oturtmuşlardı.
Kamusal düzeni ve onun örgütü olarak devleti yaşatmak için, istikrarlı
ekonominin her zaman için büyük önem taşıdığını iyice kavramışlardı”.(×)
19 Mart 2019 Salı
ÇANAKKALE’NİN EVRENSELLİĞİ
Çanakkale Savaşı’nın tarihsel önemi; Karlofça
Anlaşması’ndan (1699) beri Osmanlı İmparatorluğu üzerinde baskı kurmuş olan
Batılı devletlerin, üstelik en güçlüleri İngiltere ve Fransa’nın durdurulup
yenilmesidir. Bu yengi, aynı zamanda, 4 yıl sonraki Kurtuluş Savaşı’yla
birlikte; dünyanın tüm ezilen uluslarını etkileyen, sömürge ve yarı
sömürgelerde “İngiliz İmparatorluğu’nun
yenilmezlik efsanesine” son veren, olağanüstü etkili, evrensel boyutlu bir
eylemdir. Çanakkale’deki Türk yengisi, Boğazlarda denetimin el değiştirmesini
önledi ve Rusya’nın yalnızca savaş dışı kalmasına değil, bununla birlikte düzen
sorunuyla karşılaşmasına yol açtı; Çarlığın çöküşüne ivme kazandırdı. Rus
Devrimi’ne zemin hazırladı.
18 Mart 2019 Pazartesi
ÇANAKKALE SAVAŞLARI VE MUSTAFA KEMAL
18 Mart, Çanakkale Savaşlarının başlangıcının
yıldönümüdür. Sonuçlarıyla, Türkiye’nin olduğu kadar dünyanın da geleceğini
etkileyen bu büyük savaş; savaştan çok, inançta birleşmiş yoksul bir ulusun
neleri başaracağını gösteren bir destandır. Bu yazıyı, bir metrekaresine 6500
mermi düşen Gelibolu Yarımadası’nda şehit düşenlerin anısına saygı için
yayınlıyoruz.
Gelibolu
Yarımadası’nda bugün küçük bir mermer anıtın yükseldiği Kemalyeri, Mustafa
Kemal’in Arıburnu savaşlarını yönettiği yere verilen addır. Kimi Türk
tarihçisi, Kemalyeri için “Mustafa Kemal’in gerçek doğum yeri”
der. Türk halkı onu Kemalyeri’nde
tanıdı, Conkbayırı’yla
yüceltti, “Anafartalar’ın yenilmez komutanı” olarak ona duygulu ve içten
bir saygıyla bağlandı. Saygı ve bağlılığı, halk kahramanlarına binlerce yıldır
gösterilen gizemli bir sevgi, halk söylencelerinde görülen destansı öğeler
içerir. Türk halkı için, yurdu kurtaran, “ölümden korkmaz ” kahraman;
asker için, kendisiyle birlikte en önde savaşan ve asla yenilmeyen, “kurşun
işlemez” bir komutan; subay için, iyi yetişmiş bilgili bir asker, usta bir
savaş tasarımcısı ve “güvenilir bir” komutandır.
16 Mart 2019 Cumartesi
16 MART 1920: İSTANBUL’UN İŞGALİ VE ‘MECLİSİ MEBUSAN’
Başta İngiltere
olmak üzere Fransa, İtalya ve Yunanistan’a ait deniz piyadeleri, 16 Mart
1920’de sabaha karşı, gemilerinden çıkarak İstanbul’u işgale başladılar. Harbiye
ve Bahriye Nazırlıkları başta olmak üzere; hükümet binaları, telgraf
merkezleri, Türk Ocağı Binası, karakol ve kışlalar, silah depoları ele
geçirildi. Şehzadebaşı Karakolu’nda, 6 er şehit edildi, 15’i yaralandı.
İstanbul ve çevresinde sıkıyönetim ilan edildi. Millici bilinen örgütler
kapatıldı, gazeteler yasaklandı. Beykoz’da çeteci diye 27 taş ocağı işçisi
öldürüldü. Direnişçi örgütlere üye olma ya da yardım etmeye ölüm cezası
getirildi. Yalnızca Türkleri yargılayacak özel askeri mahkemeler kuruldu. İşgal
Komutanı General Wilson, yaptığı açıklamada, “emirlere uymayan,
toplumsal düzeni bozan, direnişçilere yardım ettiği ya da buna niyet ettiği
belirlenen herkes, askeri mahkemece yargılanacak, ölüm ya da ağır hapisle
cezalandırılacaktır” diyordu. (x)
14 Mart 2019 Perşembe
14 MART “TIP BAYRAMI” VE CUMHURİYET’İN “SAĞLIK DEVRİMİ”
14 Mart 1827, modern
tıp eğitiminin Türkiye’de başladığı gündür. Bayram olarak ilk kez, 14
Mart 1919’da İstanbul’da, işgale karşı eylem biçiminde kutlandı. Tıbbiye
öğrencileri, yanlarına hocalarını da alarak değişik etkinlikler düzenledi. 14
Mart o günden sonra, içinde bulunduğu haftayı da kapsayarak Tıp Bayramı
olarak kutlanıyor. Sağlıkçılarımızın bayramını kutluyor ve ülkemizde “Sağlık
Devrimi”ni gerçekleştiren Cumhuriyet hekimlerini saygıyla anıyoruz.
Kurtuluş Savaşı sırasında,
13 milyon olan nüfusun yarıya yakını hastaydı. Bazı bölgelerde hastalıklı insan
oranı yerel nüfusun yüzde 86’sına ulaşıyordu. 1923 yılında 3 milyon trahomlu hasta
vardı (nüfusun dörtte biri). Sıtmalı köylüler kimi yörelerde, hastalık nedeniyle,
hasat yapamayacak kadar bitkin düşmüştü. 93 Rus Savaşı’nda Türk Ordusu, Ruslar’a
değil, tifüse yenilmişti. Cumhuriyet Hükümeti koşulların ağırlığına
ve olanaksızlıklara karşın, sorunların üzerine büyük bir istek ve kararlılıkla gitti.
Her konuda olduğu gibi önce bilime ve gerçeklere uygun bir ulusal sağlık stratejisi
saptandı. Koruyucu sağlık, halk sağlığı, toplum sağlığı kavramları üzerine oturan bu strateji kararlı bir biçimde
uygulanarak, olağanüstü başarılar elde edildi.
13 Mart 2019 Çarşamba
12 MART
1970, kitle eylemlerinin doruğa
ulaştığı bir yıldı. Türkiye, bu yıla dek bu denli yaygın ve yoğun, bu denli
örgütlü bir toplumsal dirençle karşılaşmamıştı. Üniversite gençliği ve işçiler
başta olmak üzere toplumun her kesimi, değişim ve gelişimi amaçlayan bir
devingenlik içindeydi. Devrimci Öğrenci hareketi, Mustafa Kemal ve Kurtuluş Savaşı’nın anti-emperyalist niteliğini
kavramış, savaşımını yükseltiyordu. Bağımsızlık ve demokrasi istemi, siyasi bir
güç haline gelerek halk kitlelerine yayılıyordu. ABD ve yerli işbirlikçileri bu
sürece sessiz kalamazdı, kalmadı da. 12 Mart 1971 günü, ünlü muhtıra verildi.
9 Mart 2019 Cumartesi
ATATÜRK VE KADIN HAKLARI
Atatürk; kadını kendi
yaşam ortamında tutsak haline getiren, tutucu kurallar ve buna bağlı olarak
yaşamla çelişen önyargılar ortadan kaldırılmadıkça, Türk ulusunun da
tutsaklıktan kurtulamayacağına inanıyordu. Kadın özgürlüğünün kişisel boyutunu
insan onuruyla, toplumsal boyutunu ise uygarlık gelişimiyle ilgili bir sorun
olarak görüyordu. Ona göre, kadını özgürleştirmemiş bir toplum gelişemez,
tutsaklıktan kurtulamazdı. “Kuşku yok
ki devrimci adımlar, iki cins tarafından birlikte, arkadaşça atılmalı, yenilik
ve ilerlemeler birlikte gerçekleştirilmelidir. Devrim, ancak böyle başarıya
ulaşabilir” diyor kadının özgürlüğü konusunu “Güç ve yetenek sahibi anne yetiştirmek, bunun için
de kadını özgürleştirmek zorundayız. Bir işi kadınla birlikte yapmak; erkeğin
ahlakı, düşüncesi ve duyguları üzerinde etkili olacaktır. Kadın ve erkekte,
karşılıklı olan saygı ve sevgi eğilimi, yaradılıştan gelen, doğal bir
davranıştır” biçiminde
değerlendiriyordu. Kurtuluş Savaşı'na katılan Anadolu kadınının,
gerçekleştirdiği “kutsal” eylemle, “hem yuvasını hem de orduyu” ayakta tuttuğuna inanıyordu. Bu gerçeği, herkesten
çok, o biliyor ve yargısını; “Dünyada
hiçbir ulusun kadını, ben Anadolu kadınından daha çok çalıştım, ulusumu
kurtuluş ve zafere götürmek için, Anadolu kadını kadar hizmet ettim diyemez” sözleriyle
dile getiriyordu.
8 Mart 2019 Cuma
8 MART VE KADINA ULAŞMAYAN ‘KADIN HAREKETİ’
Fransız
Devrimi’nin ikinci yılında, 7 Eylül 1791’de yayınlanan “Kadın ve Kadın Yurttaşın Haklar Bildirisi” başlangıç sayılırsa,
dünya kadın hareketi iki yüzyılı aşkın bir geçmişe sahiptir. Bu uzun süre
içinde, değişik ereklerle değişik savaşım biçimleri yaşanmış ancak ‘kadın hakları’ hiçbir ülkede, bugün
Türkiye’de olduğu gibi karmaşa haline gelmemişti. Siyaset, inanç biçimleri,
etnik ayrılıkçılık, çağdaşlık, kültür, ekonomi, spor vb. alanlarında kadın araç
olarak kullanılmıştır. Kadın haklarını serbest ilişki olarak görenler, kara
çarşafa girip ‘muta’ nikahlı çok
eşlilik arayanlar; baş örtüsünü ya da modaya uymayı kadın hakkı sananlar;
sosyalistler, Kürtçüler, tarikatlar, aşiretler… sürekli kadından söz ediyor.
Buna karşın, sözcük ve davranış karmaşası içinde, kadının durumu sürekli
kötüleşiyor ve Cumhuriyetin ona verdiği kazanımları adım adım yitiriyor.
6 Mart 2019 Çarşamba
ABD VEASKERİ İŞGAL
Adnan Menderes hükümeti, 5 Mart 1959’da, ABD’ye Türkiye’ye silahlı müdahale hakkı veren bir
anlaşma imzaladı. Anlaşma, “Türkiye, doğrudan ya da dolaylı olarak; tecavüz,
sızma, yıkıcı faaliyet ya da sivil saldırıya uğraması durumunda “ABD’ye askeri
müdahale hakkı tanıyordu. “Tecavüz, sızma,
yıkıcı faaliyet, sivil saldırı” gibi kavramların ne anlama geldiğini ve hangi
durumda oluşacağını Amerikalı yetkililer karar verecekti.
3 Mart 2019 Pazar
HİLAFETİN KALDIRILMASI
TBMM, 3 Mart 1924
günü Urfa Milletvekili Şeyh Saffet Efendi
ve elli arkadaşının verdiği; ‘Hilafeti kaldırılması ve Osmanlı Soyundan
Olanların Yurt Dışına Çıkarılması Hakkındaki
Kanun’ hakkındaki önergeyi kabul ederek yasalaştırdı. Hilafetin
kaldırılması, devlet ve toplum yapısında yer etmiş, din inancıyla ilişkili,
dörtyüz yıllık bir kurumun varlığına son verilmesiydi. Atatürk, yeniliğin öncüsü olarak, güçlü ve duruma hakim
görünüyordu. Halkın desteğine sahip Cumhurbaşkanı, köylere dek örgütlenen Halk
Fırkası’nın Genel Başkanı’ydı. Ordu başta olmak üzere devlet birimleri ona
bağlıydı. Yönetim gücü elindeydi. Ancak, konu Halifeliğin kaldırılması
olduğunda, toplumu yönlendirecek gerçek gücün kimde olduğu
belirsizleşiyordu. Bu işe girişildiğinde nelerle karşılaşılacağı belli değildi.
407 yıllık Hilafeti ortadan
kaldırmak kolay bir iş değildi.