(24 Kasım Öğretmenler Günü Kutlu Olsun)
1928 yılında
köyde okuma yazma bilen yokken, 1941 yılında okuma yazma
oranı yüzde 86’ya çıkmıştı. Köyün bütün çocukları okula gidiyordu. Şimdi, aynı
köyde benim okuttuğum çocuklar, elektrik kesilirse jeneratörlerini
çalıştırıyorlar; üniversiteye giden pekçok öğrencim oldu. Arıcılık, tütüncülük,
orman reçineciliği, marangozluk gelişti. Yoksul bir orman köyü olan Gölcük
bugün varlıklı ve aydın bir köydür. Köyün bugüne gelmesinin nedeni elbette
eğitime verilen önemdir. O zaman Türkiye’nin başında, uzak bir dağ köyünden
gelen muhtar telgrafına bir saat içinde cevap veren Atatürk vardı.
Öğretmen
1923 yılında Muğla’da doğdum. Babam Ula’nın Bayır Köyü
İlkokulu başöğretmeniydi. Okuma yazma bilenlerin az, öğretmenlerin saygı
gördüğü o günlerde, hep öğretmen olmayı düşünerek büyüdüm. Balıkesir Necatibey
İlköğretmen Okulu’nu 1940-1941 yılında bitirdim ve Muğla’nın Ula nahiyesine
(şimdi ilçedir) bağlı Gölçük Köyü’nde öğretmenliğe başladım.
O zamanki
yönetmeliklerimize göre, her öğretmenin bulunduğu çevreyle ilgili araştırma
yapması gerekiyordu. Göreve başladığım yıl araştırmaya da başladım ve önce
Muhtar Ali Kerkik’le konuştum.
Muhtar anlattıkları beni öylesine etkilemişti ki, onun sesi yaşantım boyunca kulaklarımda
kaldı; Cumhuriyet’e ve Atatürk’e
bağlılığımı pekiştirdi, bana rehber oldu.
Muhtar
Muhtar Ali
Kerkük bana şunları anlatmıştı: “Benden önceki Muhtar Ali Tozluoğlu, bu köye kırk yıl muhtarlık yapmış değerli bir
insandı. Okul onun zamanında yapılmıştır. Öyküsü ise şöyledir: 1929 yılında
yani yeni harflere geçilmesinden hemen sonra, Atatürk’ün teşvikiyle köylerde
bir okul yapma yarışı başlamıştı. Bizim köy, bu yarış başlamadan hemen önce,
köye telgraf telefon teli çektirmeye karar vermiş ve muhtar Ali Tozluoğlu’nu bu iş için
görevlendirmişti.
Para toplanmış ve bir heyet halinde Nahiye’ye gidilmiş,
Nahiye Müdürü, Karakol Komutanı ve Fırka Reisi, toplanan paranın maliyeye
yatırılmasını, nahiyeler arası bağlantılar yapıldıktan sonra sıranın köylere
geleceğini söylemişler, Muhtar’ın kafası karışmış, ‘biz parayı kendi köyümüze
hat çekilsin diye topladık, parayı verdiğimiz halde sıra beklersek köylüye ne
deriz’ dese de dinletememiş; parayı yatırması için ısrar, hatta baskı görmüş”.
Gazi Paşa’ya Telgraf
Bakmış olacak gibi değil: ‘peki parayı
haftaya getiririm’ demiş ve
doğru Muğla’ya gitmiş. Cebinde kendine ait bir altın lirası varmış, Postaneye
gitmiş ve ‘Gazi Paşa’ya telgraf çekeceğim’ demiş. ‘Delirdin mi
sen, Gazi Paşa’ya telgraf çekilir mi’ gibi
sözlere aldırmayarak ısrarla telgrafın hem de cevaplı olarak çekilmesini
istemiş ve şu telgrafı yazdırmış: ‘Gazi Paşa Hazretleri, Köylüden para topladım. Nahiye
müdürü, Karakol Komutanı ve Fırka Reisi, parayı telgraf ve telefon hattı
çekilmesi için yatırmamı istiyorlar. Haberleşme önemli bir ihtiyaç bunu
biliyorum. Ama köyde de okul yok. Çocukların okuması gerek. Şimdi sana
soruyorum, telefon, telgraf mı ağır gelir, okul mu? Parayı nereye yatırayım?’
Telgrafı
çektiriyor parasını ödüyor ve Muğla’nın merkezindeki Memiş Dayı’nın kahvesine gidiyor, kahvesini içiyor, camiye gidip
namazını kılıyor. Köye gitmek için yola çıkmaya bir türlü cesaret edemiyor, ya
iki jandarma gelir de ‘sen kim oluyorsun da Gazi Paşa’ya telgraf çekmeye cesaret
ediyorsun, onu meşgul ediyorsun’ derlerse ne
yaparım diye korkuyor.
Bir Saatte Gelen Yanıt
Korkusuna rağmen yola çıkmak üzereyken telgraf
memuru büyük bir telaşla ‘Muhtar, neredesin şimdi köye atlı çıkaracaktık, koş
Ankara’dan cevap geldi, gel imzala telini al’ diyor. Atatürk’ün cevabı Ali Muhtar, daha camideyken gelmiş. Atatürk, çektiği telde şunu yazıyormuş:
‘Muhtar
seni gözlerinden öperim. Sorduğun soruya cevabım şöyledir; terazinin bir
kefesine sadece Ula’yı değil, bütün dünyayı yirmi defa dolanacak tel çekmeyi,
diğer kefesine senin köye okul yapmayı koysalar; senin köye okul yaptırmak ağır
gelir. Sen topladığın parayı okul yaptırmak için kullan’.
Ali Muhtar telgrafın verdiği coşkuyla yola çıkıyor; daha yolu
yarılamadan bir çocuk koşarak arkadan yetişiyor ve ‘Muhtar koş, Orman
Müdürü seni istiyor’ diyor.
Orman idaresine gidiyor, okulun kereste ihtiyacının karşılanması için tahsis
emrinin geldiğini, ne zaman isterlerse keresteleri alabileceğini öğreniyor.
Köye gidince
Ali Muhtar’ın korktuğu oluyor ve iki
jandarma geliyor. Ancak, jandarmalar muhtarı köye yapılacak okul için nahiyede
yapılacak toplantıya çağırıyor. Daha sonraları köye; Nahiye Müdürü, Jandarma Komutanı,
Fırka Reisi hepsi geliyor. Atatürk,
Muğla Valiliği’ne emir vermiş, herkesten okulun yapılmasına yardım etmelerim
istemiş, okulumuzu 3,5 ayda yapıp 1929-1930 ders yılına yetiştirdik.
Atatürk ve Eğitim
1941 yılında geldiğim Gölcük Köyü’nün o zamanki
Muhtarı Ali Kertik, bana bunları
anlattı. Okulun kayıtlarını inceledim, köyde araştırma yaptım. 1928 yılında
köyde okuma yazma bilen hemen hiç yokken, 1941 yılında okuma yazma oranı yüzde 86’ydı.
Köyün bütün çocukları okula gidiyordu.
Şimdi, aynı
köyde benim okuttuğum çocuklar, elektrik kesilirse jeneratörlerini çalıştırıyorlar;
üniversiteye giden pekçok öğrencim oldu; arıcılık, tütüncülük, orman
reçineciliği, marangozluk gelişti. Yoksul bir orman köyü olan Gölcük bugün
varlıklı ve aydın bir köydür. Köyün bugüne gelmesinin nedeni elbette eğitime
verilen önemdir. O zaman Türkiye’nin başında, uzak bir dağ köyünden gelen
muhtar telgrafına bir saat içinde cevap veren Atatürk vardı.
Hacı Hasan Yıldız
Unutamadığım bir başka anım: Köyde Hacı Hasan Yıldız adlı yaşlı bir insanla
tanışmamdır. Bir gün Osman Yıldız
adlı öğrencim; ‘öğretmenim dedem sizinle görüşmek istiyor’ dedi. Ben de ‘buyursun gelsin’ dedim. O
sıralar yoğun bir çalışma içindeyim. Sabahtan öğleye kadar 1, 2, 3. sınıfları
öğleden sonra 4. ve 5’leri okutuyorum, akşamları da millet mektepleri var. Bir
gün dersler bittiğinde yaşlı bir insan geldi. ‘Ben Osman’ın dedesi Hasan
Yıldırım’ dedi. Odama buyur ettim,
sohbete başladık.
Yaşlı adam
duvardaki Atatürk resmine uzun uzun
baktı, çerçeveyi düzeltti ve ‘kutbi zamandır’ gibi bir şey söyledi‘. Kutbi zaman dediği şeyin ne olduğunu sordum. Pusulanın
hep kutbu göstermesi yani pusulanın şaşmaması anlamına geldiğini söyledi.
Toplumların pusulalarının şaşabileceğini yani ‘cihetini kaybedebileceğini’; Türk toplumunun Osmanlının son dönemlerinde
cihetini kaybettiğini anlattıktan sonra şunları söyledi: ‘Pusulasını
şaşıran toplumlar için Mevla ara sıra, insanlara doğru istikameti gösterecek
bir insan yollar, Mustafa Kemal bunlardan birisidir. Bu nedenle onun yolundan
şaşıranlar yanlış yola girerler’.
Köydeki Bilgin
Hacı Hasan
Yıldız’la daha sonra ilişkilerimiz
gelişti. Ben ona gider, o bana gelirdi. 104 yaşındaydı. Fatih Medresesi’nde
uzun yıllar müderrislik yapmıştı. Köyüne, ölmek için geldiğini söylüyordu. ‘Üç padişah
gördüm, hepsinin de Allah cezasını versin’ diyordu. İncil’i
incelemek için Latince’yi, Antik Çağ inançlarını öğrenmek için eski Grekçe’yi öğrenmişti.
Arapça, Farsça ve Fransızca’yı Türkçe gibi biliyordu.
Ula Nahiyesi’nin Gölcük Köyü’nde, bu yoksul orman
köyünde böyle bir insanla karşılaşmak inanılmaz bir şeydi.
Birgün bana
şunları söyledi: “Oğlum, muallimin rehberi bilimdir. Ancak, bu bilim çok
yönlü, çok taraflı bir bilimdir, bir ışıktır. Muallim, bu ışığı insanların
aydınlanması için onların üzerine tutar. Eğer ışığı insanın yüzüne tutarsan
gözü kararır karanlıklar içinde kalır; önüne doğru, götürmek istediğin yola
doğru tutarsan orayı aydınlatırsın ve onu istediğin yola sokarsın, yani
istediğin gibi eğitirsin. Senden bir şey rica edeceğim. Buraları dindar bir
çevredir. Senden namaz kılmanı, bir takım ibadet bilgilerine sahip olmanı
isterler. Eğer bizim hoca dinsiz derlerse seni dinlemezler, çocuklarını okula
göndermezler, senden uzak dururlar. Sen de, hiç kusurun olmamasına rağmen
onlara öğretmek istediğin şeyleri öğretemezsin, görevini iyi yapamazsın. Dini
bilgilerin yetersizse biraz önem göster ve öğren; ben sana yardım ederim. Ara
sıra camiye git. Hoca, Allah’tan korkuyor desinler; sana saygıları artsın.
Onları yanına al sonra bilimini onlara öğret. Göreceksin, öğretmek istediklerini
çok çabuk öğreneceklerdir.”
Cumhuriyet Öğretmeni
Bu nur yüzlü bilge insanla tanıştığımda 19
yaşındaydım. Çok gençtim ama yüksek ideallere sahiptim. Hiçbir köyde okuyup
yazmayan kalmamalıydı, yoksulluk ortadan kalkmalıydı, Türkiye aydınlık ve güçlü
bir ülke olmalıydı. Hasan Yıldız’ın
verdiği nasihatın derinliğini o yaşta anlamayabilirdim. Ama böyle bir hataya
düşmedim ve nasihatlarını tuttum. Dinler Tarihi’ni edindim ve özellikle İslam
Tarihi konusunda bilgimi arttırdım. Cami hocası ve cemaat, din konusunda benim kadar
bilgi sahibi değillerdi. Bilgisizliklerini yüzlerine vurmadım çok şey öğrettim
ve hemen hepsiyle yaşam boyu sürecek dostluklar kurdum.
Köylülerin bana olan güvenlerinin artması, orada
olmamın gerçek nedeni olan öğretmenlik görevlerimi yerine getirmemde çok
yararlı oldu. Tüm çocuklar okula geliyordu, millet mektebi kursları genç, yaşlı
hatta hasta insanlarla dolmuştu, kısa bir süre içinde köyde okuma yazma oranı yüzde
50’lere varmıştı.
Gölcük’ten
ayrılıp askere gittikten üç yıl sonra Hacı
Hasan Yıldız’ın öldüğünü öğrendim. Ranzadan düşmüş ölmüştü, nur içinde
yatsın.
Ekim-2000-İZMİR
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder