“İdeal ele geçince, ideal olmaktan çıkar, yaşanır bir şey
olur... Bazı şeyler, kanunla, emirle, milletçe omuz omuza boğuştuğunuz halde
düzelmezler. Adam fesi atar, şapkayı giyer ama alnında fesin izi vardır. Siz
sarıkla gezmeyi yasaklarsınız, kimse sarıkla dolaşmaz. Ama bazı insanlardaki
görünmeyen sarıkları yok edemezsiniz. Çünkü onlar zihniyetin içindedir.
Zihniyet binlerce yılın birikimidir. O birikimi bir anda yok edemezsiniz,
onunla boğuşursunuz. Yeni bir zihniyet, yeni bir ahlak yerleştirinceye kadar
boğuşursunuz ve sonunda başarılı olursunuz. Önemli olan boğuşmaktan yorulmamak,
umutsuzluğa düşmemektir. Milletler böyle ilerler. Yorulan, umutsuzluğa kapılan
yenilir. Biz biliyoruz ki, inandığımız şey doğrudur, yenidir, ileridir.
Öyleyse; eskiyi, geriyi, işe yaramazı mutlaka yeneceğiz demektir. Çünkü
ilerlemenin başka çaresi yoktur. Yaşamak kanunu budur”.(×) Mustafa
Kemal Atatürk 29 Ekim 1933
Kastamonu Gezisi
Atatürk,
23 Ağustos 1925’te ünlü Kastamonu gezisine çıktı. Yöreye ilk kez geliyordu.
Yöre halkı onu, “yetenekli bir köylünün görmeden yaptığı bir resimden! İri
yarı, pala bıyıklı, elinde iki metrelik bir kılıçla gavurları kesen bir
savaşçı”1 olarak
biliyordu. Oysa bambaşka bir insanla karşılaşmışlardı. “Askere benzer bir
yanı yoktu, fes yerine başına geçirdiği o şey, ne olabilirdi?”2 Herhalde, gavurluğun
göstergesi şapka değildi!..
Kastamonu’ya
girdiğinde, şapkasını başından çıkararak kendisini alkışlayanları selamlamış,
karşılayan görevlilerin ellerini sıkarken “sizin şapkalarınız nerde?”
diye takıldığında, konuğa ve devlet büyüğüne saygı gereği, “sizin şapka ile
geleceğinizi bilseydik...”3
gibi sıkılgan yanıtlar almıştı.
Kurtarıcıya Saygı
Kastamonu
sokaklarında o gün fes giymiş erkek görünmüyordu, insanlar başı açık dolaşmaya
başlamıştı. Bu durum, görmeyenlerin inanamayacağı bir olaydı. Yüzyıllardır katı
bir tutuculukla sürdürülen bir alışkanlık, bir anda ve kendiliğinden
bırakılıyordu. Bu durumun açık anlamı şuydu: “Ondan gelen her söz ya da
işaret, uygulanacaktı. Belli ki, bu insan ne derse Türkiye’de o olacaktı”.4
“Kastamonu Müftüsü,
sarığını çıkararak eline almış, karşılayanlar arasında saygı duruşuna
geçmişti”.5 Müftüye,
“İslam’da kıyafetin biçimi nedir?” diye sormuş; “İslam’da kıyafetin
biçimi yoktur. Kıyafet yarar ve gereksinime bağlıdır”6 yanıtını almıştı.
Kastamonu Nutku
Halk
önünde konuşurken, ‘asla buyurucu durumuna düşmüyor’7 onlarla kendi deyimiyle, ‘bir
arkadaş, bir özkardeş’ gibi konuşuyordu. Bir gün sonra Kastamonu Halk
Fırkası binasında tarihe ‘Kastamonu Nutku’ diye geçen ünlü konuşmayı
yaptı. Varlık nedenini yitirerek, gelişme önünde engel oluşturan çürümüş
kurumlara yüklendi ve halkı ‘uygarlaşma yolunda’ birlik olmaya çağırdı.
Kastamonulular
aracılığıyla Türkiye’ye söyle seslendi: “Efendiler, Ey Millet! İyi biliniz
ki, Türkiye Cumhuriyeti; şeyhler, dervişler, müritler, mensuplar ülkesi olamaz.
En doğru, en gerçek tarikat, uygarlık tarikatıdır”.8
Gönüllü
Katılım
Ankara’ya
başında şapkayla döndü ve mutluluk duyduğu ilginç bir görüntüyle karşılaştı.
Ankara sokaklarında, ‘fesliler değil, şapkalılar çoğunluktaydı’.9 Karşılaşmaya gelenlerin tümü,
yasal bir zorunluluk olmamasına karşın şapka giymiş, sokağa onunla çıkmıştı.
Halkın üzerinde
yarattığı güven o denli güçlüydü ki, yaptığı ve yapılmasını istediği her şey
hemen kabul görüyor, kitleler neden ve sonuçlarını tam olarak kavrayamasa bile
onu izliyordu. İngiltere Büyükelçisi bir gün, Ankara’nın sebze pazarında bir
köylü topluluğuna; “Mustafa Kemal’i neden bu kadar sayıp, dinliyorsunuz?”
diye sorduğunda, bir genç çiftçi hiç duraksamadan; “çünkü o bizi bizden daha
iyi tanıyor ve neye ihtiyacımız olduğunu bizden daha iyi biliyor demişti”.10
Şapka’nın
da Devrimi mi Olur
Baş
giysisi sorununu, bir başka deyişle fesin yerine şapka giyilmesinin, uygarlık
demek olmadığını kuşkusuz biliyordu. Ancak, ‘baş giysisi değiştirmenin, din
ve iman değiştirme olduğunu’11
söyleyecek kadar geri inançların bulunduğu bir toplumda, bu inancı kırmadan gelişip
ilerlemenin olanaksız olduğunu da biliyordu.
Onun çözmek için
uğraştığı ana sorun, düşüncelerde yaşayan boş inançları söküp atmak, bilimi ve
özgür düşünceyi egemen kılmaktı. Bu nedenle Kastamonu’da başlattığı girişim, ‘başlık
değil, baş davasıydı’.12
Osmanlı’da
Baş Giysisi
Baş
giysisi konusunun Osmanlı toplumunda nasıl ele alındığı bilinmeden, ‘Şapka
Devrimi’ olarak tanımlanan girişim gerçek boyutuyla kavranamaz. Baş
giysisi, yalnızca Türkiye’de değil İslam dünyasının tümünde, sanılandan ve
bilinenden daha önemli bir sorun olmuştur. Baş giysisi, Müslümanlar için din
inancıyla bağlantılı, siyasi boyutu olan toplumsal bir olaydır.
Baş
giysisi, Osmanlı İmparatorluğu’nda yalnızca giyenin ırkını, dinini, mezhebini
değil, mesleğini, sınıfını ve görevini de ortaya koyan bir simgeydi. Toplumsal
ilişiklerde önemli yere sahipti. Yalnızca kadınlar değil erkekler de toplum
içine başı açık çıkamazdı. İnanç biçimiyle bütünleştirilmişti ve tartışılmaz kurallara
bağlıydı. Herkesin uymak zorunda olduğu kurallar, bir görgü ve terbiye göstergesi
haline gelmişti.
Padişahın uyruğu olan
her birey, ‘toplumsal geleneklere uygun’ bir başlık giymek zorundaydı.
Başlığın biçim ve rengini ‘inceden inceye belirleyip’ giyilmesini
sağlamak, yerine getirilmesi gereken bir din ve devlet görevi olmuştu.13
Karmaşa
İlk Osmanlı hükümdarları başlarına yalnızca bal renginde,
alt kısmına tülbentten sarık sarılan bir takke giyerdi. Saraya yakın
çevreler, külâh adı verilen sivri uçlu başlıklar; Türkmen halk, basit keçe
başlıklar kullanırdı.
Her meslek ve toplumsal kesim için ayrı baş giysisi
belirlenmişti. Zanaatkarlar, memurlar, dervişler, doktorlar, yabancı okul
öğrencileri, ozanlar, kadılar, su taşıyıcılar, hamallar, kayıkçılar... ayrı
ayrı baş giysisi giyerler, kimin hangi meslekten olduğu, baş giysileriyle
anlaşılırdı.
Başlıklardaki renk farkları, Müslümanlarla öbür dinlerden
olan uyrukları birbirinden ayırt etmeye yarardı. Hıristiyan ve Musevilere
yeşilin her tonu yasaktı; bunları baş giysileri genellikle siyahtı.14
Müslümanlar baş giysisine o denli önem verirlerdi ki,
Müslüman mezarlıklarında erkeklerin mezartaşına ölenin mesleğini gösteren
başgiysisi işlenirdi. Bu nedenle, hangi ölünün erkek, hangilerinin kadın olduğu
ve erkeklerin mesleklerinin ne olduğu mezartaşından anlaşılırdı.
Padişahların
baş giysileri, İmparatorluk güçlendikçe gösterişli bir duruma geldi. Taç
biçiminde değerli taşlarla süslü, sorguçlu kavuk’u ilk kez, 1520’de I.Selim (Yavuz) giydi. Kavuk, bir baş giysisi olduğu kadar,
gösterişli süsleriyle, Padişahın yüksek konumunun ve devlet gücünün bir
göstergesiydi. Batı’daki kral taçlarına karşılık geliyordu.
Kavuk’un
kullanılmasıyla birlikte padişahın kendine bağlı saray subayları arasında, kılıç
taşıyıcılar ve arkalıksız sandalye taşıyıcılar’dan sonra, bir de, selamlık törenlerine üçayaklı ahşap bir
sehpayla kavuk götüren, “kavuk taşıyıcılar” ortaya çıkmıştı.15
Ayaklanmalar
Yenilikçi
Padişah II.Mahmut, kavuğu kaldırarak baş giysisi konusunda yeni
bir düzenleme getirdiğinde, önyargılarla dolu şiddetli bir karşı koyuşla
karşılaştı. Hiç kimse, kavuğu çıkarıp fes’i giymek istemedi.
Tutucular için kavuk ve sarık, ‘Peygamber’den beri gelen’
bir simgeydi.
Yobaz
hocalar, ’sarığımız kefenimizin bir parçasıdır, biz fes giymeyiz’
diyerek, halkı ayaklanmaya çağırdılar. Arnavutluk, Makedonya, Bosna ve
Bağdat’ta ayaklanmalar çıktı. İstanbul’daki ayaklanmada, II.Mahmut ‘Gavur
Padişah’ denilerek taşlandı. Beyoğlu’nda on bin ev yakıldı.
1829’da
‘kavuğu çıkarmayız, fes giymeyiz’ diyenler, yüz yıl sonra 1925’te, ‘fesi
çıkarmayız, şapka giymeyiz’ diye, aynı gerici tepkiyi gösterdiler.16
‘II.Mahmut’un
fesinden, Atatürk’ün şapkasına dek’ geçen yüz yılda bir
iki küçük yenileşme girişiminde daha bulunulmuş, bu girişimler de benzer
tepkilerle karşılaşmıştı. II.Abdülhamit, 1903’te süvari ve topçu
birliklerine kalpak giydirdi ancak ulemadan ‘fes, din ve iman göstergesidir’
diye tepki gördü. Enver Paşa, I.Dünya Savaşı’nda özellikle çöl
bölgelerinde savaşan askerler için, güneşi biraz önleyen kabalak adı
verilen bir baş giysisi geliştirdi, bu girişim de tepki gördü.17
Şapka,
20.yüzyıl başında değil giymek, ağıza alınması bile hoş karşılanmayan bir küfür
sözcüğü olarak kullanılıyordu. “Müslümanlar Hıristiyanların iyisine
makbul kefere, kötüsüne gavur, en beterine şapkalı gavur“ derdi.18
Uygulamalar
Ankara’ya
dönüşünün ertesi günü, 2 Eylül 1925’te, Bakanlar Kurulu bir genelge
yayımlayarak devlet memurlarının şapka giymesini zorunlu kıldı. Valiler, bu
kararı tüm ülkede uyguladılar. Kamu görevlisi olmayanlar serbest bırakılmıştı.
Halk; fes, kalpak, şapka giyebilir ya da hiçbir şey giymeyebilirdi.
Aydınlar,
şapkayı hemen kabullendi. Doktorlar, avukatlar, gazeteciler,
mühendisler, öğretmenler, üniversite öğrencileri kendiliğinden şapka giydi.
Büyük kent sokakları birkaç gün içinde tümden değişmiş, fes’in yerini
önemli oranda panama, fötr ya da melon şapkalar almıştı. Belediye
görevlileri, gece bekçileri, müze koruyucuları, yangın söndürme elemanları,
arabacılar, kayıkçılar ve çiftçiler ise kasketi yeğlemişti.
İstanbul’da halk, 6
Ekim kurtuluş törenlerine yeni baş giysisiyle katıldı. Meslek örgütleri, esnaf
kuruluşları binlerce üyesini törenlere getirmiş ve herkes fesi atıp
şapka giymişti. Ancak, önemli bir sorun ortaya çıkmıştı. Şapkacılar, talebi
karşılayamıyordu. Şapkacı dükkanları, “kıtlık günlerindeki fırınlar gibi”
müşteriler tarafından adeta sarılmıştı. İzmir’de “şapka alış verişi,
haftalar boyu incir-üzüm alışverişinden daha canlı” olmuştu.19
Sıradışı Olaylar
Şapka
giyme eylemi, ülkenin her yerine ve her kesime yayıldı. Karamürsel’de,
Türkiye’nin ilk şapka fabrikası kuruldu. Bursa’da, Belediye meydanında yapılan
mitingde katılımcılar, ‘feslerini yırtarak’ şapka giydiler. Konya’da
lise öğrencileri toplu olarak, ‘fes giymemeye yemin ettiler’. İstanbul’da
hamallar, deniz kıyısına sıralanarak, ‘verilen bir işaret üzerine feslerini
denize attılar’.20
Şapka kullanımının
yaygınlaşması, toplum ilişkilerinde, kimi yeni davranış biçimlerinin ortaya
çıkmasına neden oldu. Selam vermede, eskiden olduğu gibi, ‘yere doğru
uzatılan elin, eğilerek önce ağıza, sonra alına götürülmesi’ biçimi
bırakıldı. Şapkalı erkekler artık, sokakta ‘şapkayı hafif kaldırarak’,
içerde ‘başı ve belden yukarısını hafif eğerek’ selam veriyordu.21
Gazetelerde, “hangi şapka nerede ve nasıl giyilir” diye yazılar
çıkıyordu.22 1925 Türkiyesi’nde, baş giysisi konusunda, eşi benzeri
olmayan olaylar yaşanıyordu.
Yasallaştırma
Kastamonu gezisinden Kasım sonuna dek geçen üç ay içinde,
baş giysisi konusunda yasal bir zorunluluk getirilmedi. Bu süre içinde, halkın
kendiliğinden giriştiği eylem ülkeye yayılmış, şapka önerisi geniş bir kesim
tarafından benimsenmişti. Yapılacak yasal düzenleme, önemli oranda kabul gören
uygulamayı, Meclis’in onaylamasından başka bir şey değildi.
28 Kasım 1925’te, 671
sayılı ‘Şapka İktisası Hakkında Kanun’ kabul edildi. Yasa, şapka
giyilmesini, meclis üyeleri ve kamu görevlileri başta olmak üzere, tüm erkek
nüfus için zorunlu kılıyordu. 15 Aralık’ta Ceza Yasasında yapılan değişiklikle,
din görevlileri için bir düzenleme yapıldı ve sarık, ancak ‘cami ve
mescitlerde görevli kişilerce giyilebilen bir baş giysisi haline getirildi’.23
İslam Dünyası ve Yerel
Tepki
İslam
dünyası, Türkiye’deki köklü baş giysisi değişimini, genellikle sakin karşıladı.
Mekke’de toplanan bir İslam kongresine, Ankara, ‘redingotlu ve şapkalı delegeler
gönderdiğinde’, entarili ve sarıklı delegeler, bu davranışı ‘nezaketle’ karşıladılar.24
Dünya Müslümanlarından ses çıkmazken, Türkiye’nin Doğusu’nda sayıları az
da olsa kimi kesimler, bu değişime, ‘rejim karşıtı gösterilere yönelerek’ karşı
çıktılar. Birkaç Doğu kentinde, hükümet binaları önünde toplanan küçük gruplar,
gösteriler yaptılar; devlet görevlileri için ‘gavur memur istemeyiz’ diye
bağırarak halkı ‘din yolunda’ ayaklanmaya çağırdılar.
Cumhuriyet’e Saldırı
Sivas’ta,
Meclis’te kabul edilen yasayı yeren ve ‘Türk halkının dinsel duygularına
seslenen’ duvar ilanları yapıştırıldı, Müslümanlar bu ‘din dışı’ uygulamaya
karşı direnmeye çağrıldı. Erzurum’da ayaklanan bir grup, esnafı dükkan
kapatmaya zorlayarak ve ‘kahrolsun gavurlar’ diye bağırarak Vali
Konağı’na yürüdü. Maraş’ta, göstericiler Merkez Camisi’ndeki ‘yeşil sancağı
ele geçirerek’ yürüyüşe geçtiler, sancağı “Hükümet Konağı’na astılar”.25
Başlarında
1909’daki 31 Mart İstanbul ayaklanmasını Maraş’a yayan Gemicioğlu Ali
adlı gerici bulunuyordu. Rize’de, ayaklanmacılar ‘Jandarma karakolunu
basarak’ kente yayıldılar. “Ey Ahali, Ankara’da Mustafa Kemal üç
yerinden yaralı olarak doktorlar elindedir. İsmet Paşa ortadan kaldırılmıştır.
Dindar paşalarımız hükümeti ellerine aldılar. Şeriatı kurtarıyorlar. Korkacak
bir şey kalmamıştır. Erzurum yapacağını yaptı, biz de yapalım” diye
bağırıyorlardı.26
Rize
ayaklanması Trabzon, Of ve Giresun’a sıçradı. Nakşibendî tarikatına bağlı
gericiler, tepkilerini silahlı gösteriye dönüştürdü.27
Doğu bölgelerinde
birkaç kentle sınırlı kalan bu tür girişimler, fazla bir etkisi olmadan, ‘başladığı
yerde hemen söndürüldü’. İstiklal Mahkemeleri görevlendirilerek, Takrir-i
Sükûn yasasına göre yargılamalar yapıldı. Sivas’ta, elebaşı durumundaki Çil
Mehmet adlı imam, devlete isyan suçlamasıyla idam edildi; 12 kişi, 3 yılla
15 yıl arasında hapis cezasına çarptırıldı. Olayları teşvik eden, Belediye
Başkanı Abbas ve üç yardımcısına 7,5 yıl hapis verildi.
Erzurum’da, üç kişiye
idam, iki kişiye onar yıl hapis; Maraş’ta, beş kişiye idam 13 kişiye 3-15 yıl
hapis; Rize’de, sekiz kişi idam, elli beş kişiye de 5-15 yıl hapis cezası
verildi.28 Hamidiye kruvazörü gözdağı vermek için Rize’ye
gönderildi ve kent karşısına demirledi.29
DİPNOTLAR
(x) “Atatürk’ün Sofrası” İsmet Bozdağ, Emre Yay., İst.-1994, sf.22-23
1 “Atatürk” Lord Kinross, Altın Kit., 12.Baskı, İst.-1994, sf.482
2 “Atatürk” Pareşkev Paruşev, Cem Yay., İst.-1981, sf.292
3 a.g.e.
sf.292
4 “Tek Adam” Ş.S.Aydemir, 3.Cilt, Remzi Yay., 8.Basım, İst.-1983, sf.239
5 a.g.e.
sf.241
6 a.g.e.
sf.241
7 “Atatürk” Pareşkev Paruşev, Cem Yay., İst.-1981, sf.293
8 “Tek Adam” Ş.S.Aydemir, 3.Cilt, Remzi Yay., 8.Basım, İst.-1983, sf.244
9 “Atatürk’ün Şapka Döneminde Kastamonu ve İnebolu
Seyahatleri 1925” Mustafa Selim İmece, İst. 1959, İst.-1959, sf.67; ak. Prof.Dr.Utkan Kocatürk,
“Kaynakçalı Atatürk Günlüğü” İş Bankası Yay., sf.265
10 “Atatürk” Pareşkev Paruşev, Cem Yay., İst.-1981, sf.295
11 “Çankaya” Falih Rıfkı Atay, Bateş A.Ş., İst.-1980, sf.432
12 a.g.e.
sf.432
13 “Mustafa Kemal ve Uyanan Doğu” P.Gentizon, Bilgi Yay., 2.Bas., sf.83
14 a.g.e.
sf.86
15 “Voyage en Turquie et en Grece”, R.P. Robert de Dreux Société d’Edition “Les Belles Lettres”; ak. P.Gentizon
“Uyanan Doğu” Bilgi Yay., 2. Bas., Ank.-1994, sf.84
16 a.g.e.
sf.88-89 ve 93
17 “Çankaya” Falih Rıfkı Atay, Bateş A.Ş. İst.-1980, sf.431
18 a.g.e.
sf.430
19 a.g.e.
sf.100-101
20 a.g.e.
sf.100-101
21 a.g.e.
sf.102
22 “Atatürk” Lord Kinross, Altın Kit., 12.Baskı, İst.-1994, sf.485
23 “Tek Adam” Ş.S.Aydemir, 3.Cilt, Remzi Yay., 8.Basım, İst.-1983, sf.247-248
24 “Atatürk” Lord Kinross, Altın Kit., 12.Baskı, İst.-1994, sf.485
25 “Mustafa Kemal ve Uyanan Doğu” P.Gentizon, Bilgi Yay., 2.Bas., sf.106
26 “Türkiye Cumhuriyetinde Tek Parti Rejiminin Kurulması
1923-1931” Mete Tuncay, Tarih Vakfı
Yurt Yay., 3.Baskı, İst.-1999, sf.160
27 “Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi” İletişim Yay., 5.Cilt, sf.1366
28 “Türkiye Cumhuriyetinde Tek Parti Rejiminin Kurulması
1923-1931” Mete Tuncay, Tarih Vakfı
Yurt Yay., 3.Baskı, İst.-1999, sf.158-163
29 “Mustafa Kemal ve Uyanan Doğu” P.Gentizon, Bilgi Yay., 2.Bas., sf.108
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder