Faşizm ve Nazizm,
ekonomik temelleriyle incelendiğinde günümüzdeki küreselleşme uygulamalarından
öz olarak, ayrımlı olmadığı görülecektir. İtalya ve Almanya’da açık şiddet ve
terörle sağlanan ekonomik işleyiş; İngiltere, Fransa ya da ABD’nde “demokratik” yöntemlerle sağlanmış ve
sağlanmaktadır. Bu, kolay görülebilir bir gerçektir. Kendilerini uygarlığın
gerçek yaratıcıları olarak sunan Batılılar bu nedenle, İtalya ve Almanya’da
20.yüzyılın ilk yarısında yaşanan vahşete Batıda bugün de geçerli olan ekonomik
düzenin değil; Mussolini ve Hitler’in “çılgın hırslarının” ve “demokrasiden yoksunluğun” yol açtığını söylerler; pazar paylaşımından, şirket
egemenliğinden ve tekelleşmeden söz etmezler.
Pazar Paylaşımı
Faşizm
ve Nazizm, Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra ortaya çıktı. İtalya’da Ulusal
Faşist Parti ve Almanya’da Nasyonel Sosyalist
İşçi Partisi adıyla ortaya çıkan siyasal devinim, Batı
dünyasında her zaman İtalyan ve Alman ırkçılığı olarak ele alındı; gerçek
niteliğiyle yeterince irdelenmedi. Oysa, faşizm ve nazizm ekonomik dayanakları,
sınıfsal temelleri ve tekelci şirket çıkarlarıyla dolaysız ilişkileri olan
siyasi bir devinimdi.
Faşizm ve Nazizm, ekonomik temelleriyle
incelendiğinde günümüzdeki küreselleşme uygulamalarından öz olarak, ayrımlı
olmadığı görülecektir. İtalya ve Almanya’da açık şiddet ve terörle sağlanan
ekonomik işleyiş; İngiltere, Fransa ya da ABD’nde “demokratik”
yöntemlerle sağlanmış ve sağlanmaktadır. Bu, kolay görülebilir bir gerçektir.
Kendilerini uygarlığın gerçek yaratıcıları olarak sunan Batılılar bu nedenle,
İtalya ve Almanya’da 20.yüzyılın ilk yarısında yaşanan vahşete Batıda bugün de
geçerli olan ekonomik düzenin değil; Mussolini ve Hitler’in “çılgın
hırslarının” ve “demokrasiden yoksunluğun” yol açtığını
söylerler; pazar paylaşımından, şirket egemenliğinden ve tekelleşmeden söz
etmezler.
Uygar Saldırganlar
Bu
tutum son derece anlaşılır bir davranıştır. Milyonlarca insanın ölümüne neden
olan savaşın sorumluluğu, bir takım “çılgınların” politik hırslarına yüklenecek
olursa, gerçekler gizlenebilecek ve Batının dillerden düşürülmeyen “uygarlığı”
zarar görmeyecekti.
Halka
söylenen ya da okul kitaplarında yer alan neden; Birinci Dünya Savaşı’nda
Boşnak bir suikastçı, ikincisinde ise Polonya’nın askeri işgalidir. Askeri
savaşın, ekonomik savaşın süreği olduğundan, ekonomik gerilim süreçlerinden,
sömürgelerden ve emperyalizmden söz edilmez, söz edilmesi de hoş karşılanmaz.
Bir Boşnak milliyetçisinin Avusturya veliahtını öldürmesiyle Almanya’nın Rusya
ve Fransa’ya (1914) ya da Alman Ordusu’nun Dantzig’e girmesiyle,
İngiltere ve Fransa’nın Almanya’ya savaş ilan etmesi arasında (1939) ne gibi
bir ilişkinin olabileceği düşünülmez ve faşizm yasaklanarak üstü örtülmeye
çalışılan anımsanmaması gereken “kötü” bir anı durumuna getirilir.
“Demokratik nezaketinden”
asla ödün vermeyen “Batı uygarlığı”, işlenen insanlık suçunun
sorumluluğunu her zaman kendisinden uzak tutar. Oysa açık olan gerçek, yalnızca
iki dünya savaşının değil, 20.yüzyıldaki çatışmaların tümünün Batı kaynaklı olmasıdır.
Söz konusu, pazar ve para olduğunda, Batının “ilkeli demokratları”
karşınıza kolayca “kararlı faşistler” olarak çıkabilir, seçimler
ya da toplama kampları hemen “basit ayrıntılar” durumuna gelebilir.
“Şirket Demokrasisi”: Faşizm
Sanayi
devriminin yol açtığı üretim bolluğu, üretimi gerçekleştiren şirketlerin önce
iç pazara daha sonra dünyaya açılmasını zorunlu kılmıştı. Dışarı açılma üretim
artışının, üretim artışı da dışarı açılmanın itici gücü olmuş ve şirketler
dünya ekonomisine, bağlı olarak siyasetine yön veren büyük güç merkezleri
durumuna gelmişti.
Tekelleşerek
büyüyen şirketler, içerde uysal ve sözdinler işçi kitleleri, dışarda ise
sınırlanmamış bir özgürlükle kullanacakları bir pazar istiyordu. Bu isteğin
yerine getirilmesi için kurulan baskı ve sağlanan toplumsal denetim, içerde
yoğun bir sınıf sömürüsüne dışarda ise sömürgeci ilişkilere dayandırılmıştı.
Gelişmiş ülkelerde iç
ve dış sömürü arasında, ters orantılı bir ilişki vardır. İçerde uygulanan
sınıfsal baskı dış sömürü arttıkça azalır, dış sömürü azaldıkça artar. Bu ikili
ilişki aynı zamanda, içerde geçerli kılınan “demokrasinin” sınırlarını
ve siyasi savaşımın yeğinliğini (şiddetini) , belirler; dışardan ne denli
kazanç getirilirse içerde o denli “demokrat” olunur.
Yeğinlik, tekelci şirket bilançolarının büyüyen ya da
küçülen kazancın niceliğine bağlı olarak, açık ya da örtülü, her zaman vardır. Tekel
egemenliği süreç içinde, toplum üzerinde
o denli etkili bir egemenlik kurar ki, düzenin meşruiyeti, tekelci şirket
egemenliğinin sürdürülmesiyle örtüşür duruma gelir. Burada artık geçerli olan
demokrasi ve özgürlük, “tekelci şirket demokrasisi” ve “özgürlüğüdür”. Küreselleşmenin
temelini oluşturan bu gerçek, Batı Avrupa ve Amerika’da, işçi eylemleri ya da
düzen karşıtı politik devinimlerin yeğinlikle bastırılmasını, tarihsel bir
gelenek durumuna getirmiştir.
Tekel
Egemenliği
Faşizm, tekelci şirket
egemenliğinin, açık şiddetle kurulması ve sürdürülmesidir. Tekelci sermayenin
yapısından kaynaklanan ve hiçbir kısıtlamayı kabul etmeyen egemenlik anlayışı, “demokrasi”
geleneklerinin yetersiz kalması durumunda faşizmi gündeme getirir. Belirleyici
olan, tekel eğilimlerine yanıt verecek bir düzenin kurulması ve bu düzenin
güvenlik altına alınmasıdır. Bu ise, yönetim gücünün, kesin ve saltık (mutlak)
olarak elde tutulmasına bağlıdır. Yönetimin elde tutulması asıldır, bu iş için
kullanılan yöntemler ikincildir.
Faşizm ya da demokrasi, düzen karşıtlığının örgütlü
siyasi eyleme yönelmesine bağlı olarak her an birbirlerinin yerine geçebilecek
devlet biçimleridir. Aynı üretim biçimine ve kültüre sahip Batılı ülkeler, bir
bütün olarak ele alınırsa bu ülkelerde, tekelci şirket egemenliği ve bu
egemenliğin geçerli kıldığı ekonomik işleyişte niteliksel bir ayrımın olmadığı
görülecektir. Ayrı kavramlar durumuna getirilmeye çalışılan faşizm ve demokrasinin
gerçek yaşamda birbirine olan yakınlığı, Batıda geçerli olan ve tekel
egemenliğine dayanan düzenin doğal sonucudur. 1930 Almanyası ile 2000 Amerikası
arasındaki şaşırtıcı benzerliğin nedeni bu sonuçtur.
Silah ya da Oy Pusulası
Batılı ülkelerde,
düzene karşı politik karşıtlık, örgütlü duruma gelip güçlendiğinde, silah ve oy
pusulası arasındaki ayrılık önemini yitirir ve açık şiddet hemen devreye girer.
Açık şiddetin düzey ve yaygınlığını düzenin değiştirilmesine yönelen
karşıtçılığın gücü belirler. Karşıtçılık ne denli güçlüyse, uygulanan şiddet de
o denli güçlüdür.
Düzen karşıtçılığı
önlenmiştir. Bunu sağlamak için, kültürden spora, eğitimden siyasete dek
yaşamın her alanında, halkı politikadan uzak tutacak her tür yöntem kullanılır.
Ancak, yine düzene yönelen politik karşıtçılık ortaya çıkarsa, asla hoşgörü
gösterilmez ve hemen ezilir. Batının yakın tarihi bu tür eylemlerle doludur.
Almanlar 1930’larda
rejim karşıtlarını toplama kamplarına yığarken aynı işi “demokrat” Amerikalılar
Japon kökenli yurttaşlarına uyguladı. Pearl Harbor baskınından sonra
Japonya ile savaşa giren ABD hükümeti, savaşla hiç ilgileri bulunmayan ve daha
önce göç ederek ABD vatandaşı olan Japon kökenli insanları Nevada çöllerinde
kurduğu toplama kamplarına topladı.
Hitler,
Milletler Cemiyetine haber vermeden Polonya’ya girerken, NATO Birleşmiş
Milletler’in geçerli kurallarını yok sayarak Yugoslavya’yı bombaladı. Hitler
ve Mussolini, 1930’larda, en barışçıl eylemleri bile silahla eziyordu.
Bugün, Batı'nın “demokratik” ülkeleri, yoksul ülkeleri birlikte
bombalıyor. Ülkelerinde, küreselleşme karşıtı kitle gösterilerini ateşli
silahlarla dağıtıyor; insanlara işkence ediliyor, gerekirse öldürülüyor.
Cenova 2001
protestolarında bir kişinin ölmesi seksen kişinin kaybolması üzerine,
küreselleşme yanlısı eski İtalya Başbakanı D’Alema bile şunları
söylemişti : “Güvenlik güçleri tarafından uygulanan şiddet yöntemlerinin,
üst düzey siyasi kesim tarafından korunduğu, kabullenildiği ve teşvik edildiği
yolunda kuşkular var. Bunun adını koymak için faşizmden başka tanım
bulamıyorum.”1
1933 Almanya'sı
Hitler’i
yönetime getiren tekelci şirketlerden biri olan büyük demir – çelik tröstü Krupp’un
sahibi Alfried Krupp 1933 yılında “Biz Krupp’çuların istediği, iyi
işleyen ve bize rahat çalışma imkanı sağlayan bir sistemdir”2
diyordu. ABD Başkanı Bill Clinton 1993 yılında; “ABD’nin çıkarlarına
ters düştüğünde müdahale etmekten çekinmeyiz”3 diyor. ABD’nin
çıkarlarının ne olduğu ise, Amerikan otomotiv devlerinden General Motors’un
Başkanı Charles E. Wilson’un sözlerinde bulunuyor: “Şirketim için
neyin iyi olduğunu biliyorum, dolayısıyla Birleşik Devletler için neyin iyi
olduğunu biliyorum.”4
Fransa Cumhurbaşkanı François Mitterand’ın
danışmanı eski Avrupa Bankası Başkanı J.Attali geçerli dünya düzenini
şöyle açıklıyor: “Avrupa’da bir ideolojik boşluk var. Bu boşluğu piyasa
ekonomisi dolduramaz. Pazar düzeni pazarın diktatörlüğünü koruyor. Yarattığı
boşluk bin bir hevese yol açıyor: Faşizm, köktendincilik ve aşırıcılık, iflas
eden sistemin arka koridorlarında geziyor... Ölen hayallerin yerinde fanatizmin
yeşermesi istenmiyorsa yeni projeler ortaya çıkarılmalıdır.”5
Herşey Pazar İçin
20.yüzyıl başında
İtalya ve Almanya, özel girişimcilik sınırlarının daha geniş olduğu ABD ile
temel yatırım alanlarındaki kamusal işletmeleri koruyan liberal gelenekli
İngiltere ve Fransa’dan ayrımlıydı. Bu ülkeler sanayi gelişimlerini İtalya ve
Almanya’dan daha önce tamamlamış ve dünyaya açılmışlardı. ABD, Güney Amerika’yı
20.yüzyıl başında ele geçirmişti ve alım gücü yüksek geniş bir iç pazara
sahipti. İngiltere ve Fransa’nın çok sayıda sömürgesi vardı. Almanya ve İtalya
ise sanayi gelişimine yanıt verecek dış pazara sahip değillerdi.
İtalyan sanayisi, iç pazarın darlığı ve dış pazarlara da
açılamaması nedeniyle kendi sınırları içine sıkışıp kalmıştı.6 Ağır
sanayisi büyük bir güce ulaşmasına karşın, iç tüketime dönük sanayisi yeterince
gelişmemiş olan Almanya, kendi kendine yeterli bir ekonomik yapıyla ayakta
duramayacak bir ülkeydi.7
Küreselleşme Öncüsü, İtalyan Faşizmi
İtalyan kapitalizmi
cılızdı ve başından beri devlet yardımına gereksinim duymuştu. İtalyan
burjuvazisi ancak devlet koruması ve desteğiyle zenginliğe ulaşabilirdi. Bu
olgu ulusal birliğini İtalya gibi geç sağlayan Almanya için de geçerliydi. Bu
iki ülkedeki ekonomik uygulamaları kısaca incelemek; bugün, “sınırsız bir özgürlükle” dünyaya yerleştirilmeye çalışılan küreselleşme uygulamalarının, hangi ideoloji ile örtüştüğünü göstermesi
açısından yararlı olacaktır.
Mussolini siyasi partileri ve tüm kitle örgütlerini kapatıp
yönetimini sağlamlaştırdıktan sonra, 1927 yılında ekonomik gerçeklere uygun
düşmeyen bir kararla ve yönetimini yaymaca (propaganda) amaçlı olarak liretin
değerini yükseltmişti. Dışsatım daralmasına yol açmasına karşın bu uygulama
hammadde ve ara mallar dışalımlıyan (ithal eden) büyük sanayi kümeleri için
yararlı olmuştu.8 Yeterli sermaye birikimine sahip olmayan küçük ve
orta işletmeler, bu dönemde büyük şirketler tarafından yutularak yokedildiler.9
Liretin değerinin ani
ve aşırı yükselmesinin büyük sanayinin bir bölümünde yarattığı hoşnutsuzluk ise
devletin ekonomik varlıklarının bu kesimin emrine verilmesiyle giderildi. Mussolini,
politik terörün kendisine verdiği güçle, devleti çok kısa bir süre içinde
tekelci şirket çıkarlarını gözeten bir örgüt durumuna getirdi. Önemli kamu mal
ve işletmeleri bu firmalara devredildi. Devlet yatırım fonları, kredi ve
teşvikler şirket kasalarına akıtıldı.
21 Nisan 1927’de kabul
edilen Çalışma Bildirisi’nin (Carta del Lavaro) 7.ve 9.Başlamları (maddeleri) şöyle diyordu : “Ulusal çıkarların sağlanmasında en etkili
ve yararlı araç özel girişimdir...
Devletin üretime müdahalesi ancak, özel girişimin olmadığı durumlarda sözkonusu
olacaktır.”10 Oysa Mussolini
yönetime gelene dek, “çürümüş liberalizme” karşı olduğunu söylüyordu.
Büyük şirket istemlerinin egemen devlet politikası
durumuna gelmesi bugün olduğu gibi, halkın yaşam düzeyinin düşmesine ve
işsizliğin yayılmasına yol açtı. Ücretlerdeki gerçek düşüşe karşın, sendikaları
kapatılmış, öncüleri hapsedilmiş işçiler doğal olarak herhangi bir tepki
gösteremedi. İşgücü ve sermaye, endüstri
ve tarım; “ulusal uyuşum” (armoni) adı verilen ve büyük sermaye ile toprak sahiplerinin belirleyici
olduğu “korporasyon” örgütlenmelerinde
biraraya getirildiler. Faşist hükümet, işçi – patron, kapitalist – emekçi gibi
ayırımları örtmek amacıyla bunların hepsine birden “üreticiler”,
oluşturulan örgütlere de “üreticiler
birliği” adını verdi.
Günümüze Benzerlik
Otoyollardan sulama ve
bataklık kurutma projesine kadar bütün devlet yatırımları, önce ihale, daha
sonra özelleştirme adıyla büyük sermaye gurupları ile toprak sahiplerine
devredildi. Hükümet yetkilileri ve başta Popolo
D’İtalia olmak üzere faşist basın, bu uygulamaları İtalya halkına abartılmış
yaymacalarla, “İtalya’nın güçlü
kılınmasını sağlayacak çağın gereği gelişmeler” olarak duyurdu.
Mussolini’nin, devletin ekonomideki yeri konusundaki görüşleri,
günümüz politikacılarının görüşleriyle hemen hemen aynıydı. Mussolini,
Marcia du Roma’nın birinci yıldönümünde şunları söylüyordu: “Biz devleti, bütün ekonomik yetkilerin
pisliğinden temizlemek istiyoruz. Demiryolcu, postacı sigortacı devlet yeter.”11
Faşist diktatörlük
altındaki İtalya’da İlva Grubu, Ansoldo, Fiat, Breda, Pirelli, Burgo gibi sanayi gruplarıyla Banco di
Commerciale, Banco di Sconto, Credito D’İtalia, II Credito D’İtalia ve
Banco di Roma gibi bankalar, devlet
kaynaklarını ve kamusal işletmeleri devralan ya da sınırsız bir biçimde
kullanan büyük sermaye kümeleriydi. Tekelci sermayenin tek amacı, baskı
yöntemleriyle kamu yetkesine (otoritesine) egemen olmaktı. Bu amaç
ayrıcalıklılar şebekesinin hizmetindeki faşist parti yönetimi ile
gerçekleştiriliyordu.12
Mussolini, gelir gelmez
devletin elinde bulunan telefon, hayat sigortası, belediye işletmeleri ve
tüm devlet tekellerini özelleştirdi (bunların büyük bölümü 2.Dünya
Savaşı’ndan sonra devletleştirildi). Devlet, 1924 yılında iflas eden Banco di Sconto ve Banco di Roma’nın tüm borçlarını üzerine aldı ve bu
bankalara 1926’ya kadar süren bir dizi kurtarıcı destek verdi. Büyük şirket
ağırlıklı nama yazılı hisse senetlerinin tümü devlete ödettirildi.
Savaş sırasında
yasadışı yollarla elde edilen varsıllıkları soruşturan Araştırma Kurulu, Mussolini yönetime geldikten 20 gün sonra kaldırıldı. Topraksız
köylülere toprak edinme olanağı veren Visocchi Kanunu iptal edildi. Tarıma yapılan teşvikler üretici
köylülere değil, “L’associazione dei geogofili” ve “Federconsorzi” adıyla büyük toprak sahiplerinin
oluşturduğu örgütler aracılığıyla, tarım tekellerine verildi.
Devlet, bankalar başta
olmak üzere büyük sanayi işletmelerinin zararlarına karşı garanti oluşturan
sigorta organı haline getirildi. Anonim şirketlerin gelirlerinden alınan
vergiler indirildi, fiyatların ve kazançların belirli olması yolu kaldırıldı.13
SIP adı verilen bir
yapılanma ile kazançların büyük özel işletmelere, zararların ise devlete
yüklendiği bir dizge oluşturuldu. 1933 yılında, “güçlük içinde” olan
işletmelere akçalı yardım yapmakla görevli IMI ve zarar eden kuruluşları
devralan IRI adlı devlet örgütleri kuruldu. IRI savaş sonuna kadar firmalara 8
milyar liret dağıttı. Bu para İtalyan halkının aynı dönem içinde ödediği
vergilerin toplamı kadardı.14 Bunun açık anlamı, halktan alınan
vergilerin tümü bir avuç büyük endüstriciye ve bankere dağıtılmasıydı.
Faşist diktatörlükle yönetilen İtalya’daki ekonomik
uygulamalarla günümüzdeki özelleştirme uygulamaları arasındaki benzerlik birçok
kişiye şaşırtıcı gelebilir. Ancak bunlar yaşanmış gerçeklerdir. Mussolini,
sınırsız bir özgürlük içinde devlet kurumlarını özelleştirerek İtalyan halkını
sonu kanla bitecek bir maceraya sürüklerken; aynı yıllarda Atatürk, yoksul Anadolu’da devletçilik yoluyla mucizeler
yaratıyor, sosyal bir halk devleti kuruyordu.
Alman Uygulaması
Tekelci şirket
çıkarlarını gözeten uygulamaların yoğun olarak uygulandığı bir başka ülke Nazi
Almanya’sıdır. Nazizmin ekonomik uygulamaları, aynı İtalya’da olduğu gibi,
siyasi baskının ardından gelmişti. Sürekli kılınan terör ortamında tekelci sanayi
sermayesinin ve büyük toprak sahiplerinin istemleri, herhangi bir engelle
karşılaşmadan hızla yerine getirildi. Dünyanın her yerinde olduğu gibi
Almanya’da da, politik terörü “ekonomik
terör” izledi.
Yönetime gelinince
Nasyonal Sosyalist parti’nin izlence (program) ve yaymacasından, anti –
kapitalist söylemler çıkarıldı ve büyük şirket istemleri, hükümet
politikalarına tam olarak yerleşti. Toplumda uygulamalara karşı çıkacak örgütlü
bir güç kalmamıştı. “Kapitalizmin dizginlenmesini” isteyen “inançlı Nazilerden” oluşan SA’lar (Hücum Kıtaları) bile yok
edildi. İçlerinde Hitler’in eski “dava arkadaşlarından” Röhm
ve Strasser’in de bulunduğu ve
yönetim öncesinde dile getirilen anti – kapitalist söylemlerin uygulanmasını
isteyen yüzlerce SA yöneticisi, büyük sanayi kümelerinin isteği üzerine 30
Haziran 1934 gecesi SS’ler
tarafından topluca öldürüldü.15
İtalya’da Mussolini’yi destekleyen büyük şirketler
Almanya’da Hitler’i desteklediler. Krupp, Thyssen
ve Schact, 1 Haziran 1933’de Adolf Hitler – Spende
der Deutschen Wirtschaft’ı (Adolf Hitler Bağışı) kurumlaştırarak, başta Hitler
olmak üzere Nazi önderlerini açıkça kâra ortak ettiler.16 Bu
karardan 45 gün sonra, büyük sermayenin temsil örgütü Generaltrat der
Wirtshaft (Genel Ekonomi Konseyi), devlete ve partiye karşı
özerkliği olan bir örgüt durumuna getirildi ve Alman ekonomisine yön vermeye
başladı. 1933’de uygulamaya konulan Dört Yıllık Plan, tümüyle büyük sermayenin
önceliklerini gözetiyordu.17
Değişmez Tutum
Hitler, Mussolini’nin
ekonomik politikasının hemen aynısını daha kapsamlı bir biçimde Almanya’da
uyguladı. 1929 dünya bunalımının olumsuz etkilerini azaltmak için tekelci
sermayeye büyük devlet yatırımlarının ihaleleri verildi (bu uygulamayı aynı
dönemde Roosvelt yaygın olarak
ABD’nde gerçekleştirdi). Bunların çoğu “şirkete göre iş” biçimindeydi
ve devlet açısından işe yaramayan verimsiz yatırımlardı. Tekelleşme büyük bir
istekle desteklendi.
15 Temmuz 1933’te
çıkarılan bir yasayla, Ekonomi Bakanlığı’na, şirketleri birleştirme yetkisi
verildi. 1933 Temmuz’u ile Kasım’ı arasında 30 kartel birleşmesi (Tekelci
sermaye piyasasında, şirketlerin daha çok kazanmak ya da başka birliklere karşı
tutunabilmek için kurdukları birliktelik) gerçekleştirildi. Sermaye
yoğunluğunun daha düşük olduğu sanayi dallarında 38 yeni kartel kuruldu.18
Karteller, 1936’ya dek biçimsel olarak, Ekonomi Bakanlığı’nca
denetlenirken, 1936’dan sonra yönetim ve denetim tümüyle sermaye sahiplerine
bırakıldı.19
Naziler yönetime gelir gelmez, kendinden önceki
hükümetlerin devletleştirdiği tüm işletmeleri özelleştirdi. Daha sonra başka
devlet işletmeleri de hızlı bir biçimde büyük sermaye kümelerine devredildi.
1929 büyük bunalımı nedeniyle batan ve 1931 yılında devlet denetimi altına
giren bankalar, sermaye artışları devlet bütçesinden karşılanıp akçalı güçleri
arttırıldıktan sonra yeniden özelleştirildiler. Gemi yapımı ve deniz
ulaşımı ile belediye
işletmelerinin tümü özel kesime devredildi. Batan şirketleri kurtarmak
amacıyla daha önce devlet tarafından satın alınan hisse senetleri şirketlere geri
verildi.
Özel girişimin yatırım
yapmadığı alanlara devlet yatırımları yapıldı. Verimsiz sayılan bu alanlara
yatırılan sermaye için hisse senetleri çıkarıldı. Yatırılan sermaye için
temettü garantisi verildi. Zararları ise, devlet üzerine aldı. Yatırım riskleri
azalınca da bu kuruluşlar özel şirketlere devredildi.
Büyük yol, bina, santral, iletişim vb. yatırımları yapıldı. Buralarda bir yandan işsizlerin
düşük ücretle örgütsüz olarak çalışmaları sağlanırken bir başka yandan
ayrıcalıklı büyük firmalara kolayca sermaye birikimi sağlayacak yüksek kazançlı
iş alanları yaratılmış oldu.
Teşvikler ve krediler firma kasalarına akıtıldı. Sonuçta
büyük şirketlerle devlet iç içe girdi. Daha doğrusu devlet tam olarak büyük
sermayenin devleti durumuna geldi. Bu kaynaşmaya en çarpıcı örnek kısa sürede
büyük bir sanayi devi durumuna gelen Rheinmetall Börsig şirketinin
Denetleme Kuruludur. Bu kurulda,
Karl Bosch, Börsig, Deutsche Bank ve
Dresten Bank temsilcilerinden
ayrı olarak şu üyeler vardı: Nasyonal Sosyalizmi kabul ettiğini açıklayan
beysoyluluğun (aristokrasinin) temsilcilerinden Gota Dükü Soxe Cobourg, Devlet Bakanı Trendelenburg,
Maliye Bakanlığından bir temsilci, Ordu Temsilcisi olarak Emekli Albay Thomas ve kamu nitelikli bir kredi
kuruluşu olan Reichskredigesellschaft’ın bir temsilcisi. Almanya’da, Vögler, Reusch, Thyssen, Krupp,Von Bohlen, Bosch, K.F.Siemens, Frowein,
Cuno gibi büyük sanayiciler ve bankerler, Nazilerin devlet destekleri ve
özelleştirme uygulamalarıyla çok kısa zamanda sermaye imparatorlukları durumuna
geldiler.20
Şirketler ve Küresel Faşizm
Mussolini ve Hitler,
bugün tüm Batılı ülkeler tarafından yeriliyor ancak kurdukları ekonomik düzen
hemen hiç eleştirilmiyor, tersine bu düzen, etki alanı genişletilerek ancak saltıklaştırılıyor
(mutlaklaştırılıyor) ve uygulanıyor. Bugün, Batıda geçerli olan ekonomik
işleyiş ve tekelci yapı, 1930 İtalya ve Almanya’sındaki uygulamalardan çok daha
yoğun ve geniş kapsamlıdır.
1914’ler ve 1930’larda
da küreselleşmiş olan dünya bugün daha çok küreselleşmiştir. Bu doğrudur. Doğru
olmayan, dünyayı yoksul ülkeler ve tüm dünya çalışanları için “nefes alamaz”
duruma getiren küreselleşmenin yeni bir olguymuş gibi ileri sürülmesidir.
Savaşlar, darbeler ve açlıkla teslim alınan dünya, ulusötesi yeni bir uygarlığa
ulaşmış gibi gösterilmektedir; doğru olmayan budur.
Şirket evlilikleri ve
birleşmeleriyle sağlanan uluslararası “sermaye entegrasyonunun”, dünyayı
küçülttüğü ve savaşları önlediği söyleniyor. Aynı şeyler 1914 ve 1930’larda da
söyleniyordu. İngiliz Unilever, Brown – Boveri, Amerikan Ford,
General Motors başta olmak üzere birçok Batılı sermaye kümesi, Nazi
Almanya’sında büyük yatırımlar yapmış, şirket satın almış ve ortaklıklar
kurmuştu. Almanya o yıllarda, Fransa’dan sonra dünyada en çok uluslararası
şirket birleşmesi olan ülkeydi. Hitler hükümeti, dışarıya açılan Alman
şirketlerini ve dışsatımcı firmaları birçok dışsatımcıbağışıklık (muafiyet) ve
teşvikle desteklemişti.21 Ancak tüm bunlar tırmanan siyasi
gerilimleri ve gelen savaşı önlemeye yetmemişti.
Faşizm bir araçtır,
tekelci şirket egemenliğinin çekinceye düştüğü anda devreye sokulan bir araç.
Çekince oluşmadığı sürece, dünyaya yön veren büyük sermaye elitleri ve onların
politik uzantıları; “inanmış barış severler” ve kararlı “anti – faşistlerdir”.
Ancak, çıkarlarına ve düzene yönelecek en küçük bir tehdit söz konusu olduğunda
kolayca barbar savaşçılar olurlar. Bu gerçeği, 1930’larda Hitler bile
açıkça dile getirmiyordu. Ancak Amerikalılar bugün yaptıklarını açıkça ilan
etmekten çekinmiyorlar: “Çıkarlarımıza ters düşen her yere müdahale ederiz.”
1930 Almanya’sı ile günümüz ekonomik uygulamaları
arasındaki benzerlikleri inceleyen Fransız ekonomist Charles Bettelheim
şunları söylemektedir: “Nazi Almanya’sında devletle büyük sermayenin iç içe
geçmesi, tekelci kapitalist ekonominin eğilimlerinin son aşamasına vardığını
gösterir. Zorunlu karteller, yoğun devlet siparişleri, kredi garantisi, dünya
pazarlarıyla saldırgan ilişkilerin yerleşmesi, ekonomik sübvansiyonlar ve
fiyatların düzenlenmesindeki işleyiş varılan noktayı gösteren örneklerdir.
Örneklerin günümüz uygulamalarıyla benzerlikleri rastlantı değildir. Bu
benzerlikler, güncel kapitalizmin gizli olarak nazi Almanya’sının ekonomik
yapısına benzer bir ekonomik yapı içerdiğini gösterir.”22
Yapısal Uyum
Küreselleşme ile faşizm arasındaki ekonomik yapı
benzerliği kaçınılmaz olarak, siyasi ve hukuksal alandaki yapısal uyumun da
özdeksel (maddi) temelini oluşturmaktadır. Ortak ekonomik temel; ortak düşünce,
ortak davranış ve ortak kültür demektir. Geçerli kılınmaya çalışılan demokratik
düzen anlayışı, emperyalist dönem demokrasisiyle faşizmi birbirinden ne denli
ayırmaya çalışırsa çalışsın; aynı temel üzerine oturmaktadır. Bu iki anlayışın benzerlikleri sürmektedir.
Siyasi demokrasinin günümüzdeki işleyiş kuralları içinde insanlar, kendi
geleceklerine nereye kadar karar verebileceğini bilmemektedir. Demokrasi
sınırının, halk kitlelerini dışarda bırakarak daralması ve bu sınırın küçük bir
azınlığı çıkarlarıyla örtüşür duruma gelmesi demokrasiden söz etmeyi olanaksız
kılmaktadır. Eğer günümüzde demokrasiden söz edilecekse bu demokrasi kuşkusuz “tekelci
şirket demokrasisinden” başka bir şey olmayacaktır.
1979 yılında Batıya sığınan ve yirmi yıl orada yaşayan
ünlü Rus yazarı Aleksandr Zinoviev şunları söylüyor: “Bugün demokratik
bir totaliterizmin oluşumuna şahit oluyoruz. Şimdi tek bir gücün, tek bir
ideolojinin, dünya çapında tek bir partinin egemen olduğu bir dünyada
yaşıyoruz. Küresel egemenliğin yarattığı dünya partisi kavramı; uluslarüstü
yapıların, ticari şirketlerin, bankaların, siyasi oluşumların ve medya
kuruluşlarının oluşturduğu iyi örgütlenmiş bir gücü ifade etmektedir. Bu güç,
demokrasiyi tüm batılı ülkelerin toplumsal yaşamından çıkarmak üzeredir.
Totalitarizm her yana yayılıyor, çünkü uluslarüstü yapı, uluslara kendi
kurallarını dayatıyor. Demokratik olmayan bu üst yapı emirler veriyor,
cezalandırmalarda bulunuyor, ambargolar koyuyor, bombalıyor, insanları aç
bırakıyor. Finans diktatörlüğüyle kıyaslandığında, siyasal diktatörlük çok
masum kalır. Çünkü en katı siyasi diktatörlüklerin içinde bile belli bir
direniş göstermek mümkündü. Ancak ‘Bankaya’ karşı direniş mümkün değildir.
Paranın musluklarını ellerinde tutanlar istemezse ihtilaller bile artık olamaz...
Batıda son elli yılda gelişmiş olan ‘süper ideoloji’, komünizmden ya da
nasyonal sosyalizmden çok daha güçlü bir baskı oluşturmuştur. Batılı insan, bu
ideolojiyle öylesine aptallaştırılmıştır ki 1930’lu yıllardaki orta bir Sovyet
ya da Alman vatandaşı bile bu kadar aptallaştırılmamıştı.”23
DİPNOTLAR
1 “Almanya’da Nazizm ve Sosyalist Hareket”
Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi, İletişim Yayınları, 3.Cilt,
sf.827
2 “Devrimler ve Karşı Devrimler
Ansiklopedisi” Gelişim Yayınları, 1975, II.Fasikül, sf.288
3 a.g.e. sf.242
4 “Direnen Faşizm 1” Çetin Özek 1966,
İzlem Yayınları, sf.188
5 “Le Origini del Fascismo; İn Fascismo,
anti Fascismo 1” L.Bosso Milano, 1962, sf. 10; ak. Çetin Özek, “Direnen
Faşizm 1” 1966, İzlem Yay., sf.189
6 “Direnen Faşizm 1” Çetin Özek, İzlem
Yayınları, 1966, sf. 242–243
7 a.g.e. sf.247
8 “Devrimler ve Karşı Devrimler
Ansiklopedisi” Gelişim Yayınları,
Sayı 14, sf.331
9 “Almanya’da Nazizm ve Sosyalist Hareket”,
Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi, İletişim Yayınları, 3.Cilt,
sf.82
10 a.g.e. sf.825
11 “Devrimler ve Karşı Devrimler Ansiklopedisi”
Gelişim Yayınları, Sayı 14, sf.333
12 “Almanya’da Nazizm ve Sosyalist Hareket”
Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi, İletişim Yayınları, 3.Cilt, sf.821
13 “Devrimler
ve Karşı Devrimler Ansiklopedisi” Gelişim Yayınları, Sayı 14,
sf.333
14 “Almanya’da Nazizm ve Sosyalist Hareket”
Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi, İletişim Yayınları, 3.Cilt, sf.82
15 a.g.e. sf.825
16 Le Figaro Magazine, 24.07.1999
17 “Almanya’da Nazizm ve Sosyalist Hareket” Sosyalizm
ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi, İletişim Yayınları, 1.Cilt, sf.55
18 a.g.e. sf.102 ve 234
19 a.g.e. sf.192
20 “19.Yüzyılda Fransa’da İşçi Kültürü” Ahmet
İnsel, Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi,
İletişim Yayınları, sf.78
21 a.g.e. sf.78
22 a.g.e. sf.386
23 a.g.e. sf.405
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder