17 Şubat 2014 Pazartesi

CUMHURİYET VE HUKUK DEVRİMİ




 

17 Şubat, Medeni Kanun ’un yasalaştığı gündür. Ancak, 1926 yılında gerçekleştirilenler, yasa çıkarmanın çok ötesinde bir başka boyuta sahiptir. Türk toplumu, girdiği devrimler sürecinde, hukuk alanında da büyük bir yenileşme atılımı gerçekleştirmişti; hukukta devrim yaşanmıştı. Bu devrim; evrensel hukukla çelişmeyen, Türk toplumuna uyumlu, gelişmeye açık ve devrimci bir öze sahipti. Aşağıdaki yazıyı, hukuk sefaletinin yaşandığı günümüzde yararlı olması dileğiyle yayınlıyoruz.


Osmanlı’nın son döneminde hukuksal düzen, içinden çıkılmsı olanaksız bir karmaşa içindeydi. Değişik alanlarda birçok mahkeme türü vardı. Konsolosluk Mahkemeleri yabancılar, Karma Mahkemeler yabancılarla Osmanlılar, Yerli Mahkemeler ise Osmanlılar arasındaki uyuşmazlıklara bakıyordu. Bunlardan başka, geleneksel Şer-i Mahkemeler ve Nizamiye Mahkemeleri vardı. Ticaret hukukunda; icra-iflas, kambiyo, çek, proforma fatura, sigorta, banka faizi gibi işlemler dine uymadığı gerekçesiyle yasaklanmıştı. Bireyleri ilgilendiren medeni hukuk fıkıh kurallarının değişmezliği üzerine kurulmuştu. Aile hukuku, çağın çok gerisindeydi. Bir erkek dilediği kadar kadınla evlenebiliyor, koca üç kez boş ol dediğinde karısını boşayabiliyordu. Çocuklarda evlenme için bir yaş sınırı yoktu. Miras hukuku, kadına yönelik haksızlıklarla doluydu. İki erkek kardeşten biri öldüğünde, ölenin çocukları kız ise, miras onlara değil erkek yeğenlere kalıyordu. Cumhuriyet, Hukuk Devrimi ’ni bu koşullar içinde ve yanlızca iki yıllık bir hazırlık döneminin sonunda yaptı. Okuyucu aşağıdaki yazıyı; geçmişi, yapılanları ve bu günü bütün olarak değerlendirerek ele almalıdır. Bu yapıldığında, Hukuk Devrimi ’nin anlam ve önemi daha iyi anlaşılacaktır.



 Hukukta Yenileşme


Mustafa Kemal, 1 Mart 1924’de Meclis’te, Hilafetin kaldırılması ve eğitim birliği konusunu ele alırken, devlet işlerinde din-hukuk ilişkileri konusundaki görüşlerini de açıklamış, hukuk alanında kesin ve kalıcı bir yenileşmenin zorunlu olduğunu dile getirmişti. Bu konuşmada hukuk ve adliye konusunda şunları söylemişti: “Adli yapılanmaya ve yenileşmeye verdiğimiz önemi, ne biçimde ifade etsek az kalır. Adliyeye bütçede önemli kaynak ayrılmıştır ve bu kaynak sürekli arttırılacaktır. Ancak, bundan daha önemli olan; adli anlayışımızı, yasalarımızı ve adalet örgütümüzü şimdiye kadar etki altında bulunduran ve çağın gereklerine uymayan bağlardan bir an önce kurtulmaktır... Bizden, adaleti seri ve kesin biçimde sağlayan uygar yargı yöntemleri isteyen milletin, arzu ve ihtiyaçlarına bağlı kalmalıyız. Adliyemizde, her türlü etkiden cesaretle silkinerek, seri ilerlemelere atılmakta asla tereddüt etmememiz gerekir. Medeni hukukta, aile hukukunda izleyeceğimiz yol, ancak uygarlık yolu olacaktır. Hukukta, işi oluruna bırakmak (idareimaslahat) ve hurafelere bağlılık, milletin uyanmasını engelleyen en ağır kâbustur. Türk milleti, üzerinde kâbus bulunduramaz.” 1

Çalışmaları bu söylevle başlayan hukuk yenileşmesi, Medeni Kanun’un kabul edildiği 17 Şubat 1926’ya dek, yaklaşık iki yıllık bir hazırlık dönemi geçirdi. 17 Aralık 1924’te kurulan ve hukukçulardan oluşan bir Ana Kurul ile 46 kişilik bir Yardımcı Kurul, 14 ay boyunca çalıştı.2 Ticaret hukuku Fransa, ceza hukuku İtalya, medeni hukuk İsviçre, borçlar ve icra hukuku Almanya ve İsviçre yasalarından yararlanılarak hazırlandı.

Medeni Kanun

Küçük değişikliklerle Türkiye’ye uyarlanan yasa, Avrupa’nın en yeni medeni hukukuydu ve İsviçre’de 1912’de uygulamaya sokulmuştu. Aileyi güçlendirme, çocuk ve yetimleri koruma, kadın haklarını gözetme gibi, Türklerin önem verdiği özelliklere sahipti; etnik farklılıkların olduğu bir ülkede başarıyla uygulanmıştı.

Ancak, Türk gelenekleriyle tam olarak örtüşmeyen yanları da vardı. Tarih ve devrim bilincine sahip hukukçu eksikliği, zaman darlığıyla birleşince, bir çeviri yasayla yetinmeyi zorunlu kılmıştı. Buna karşın, yasa kimi maddeleri işleyemese de başarıyla uygulandı. Yasa koyucu, uygulama için 6 aylık bir süre tanımış, 4 Ekim 1926’yı, yürürlük tarihi olarak belirlemişti. Oysa İsviçre bile, bu yasayı 1907’de kabul etmiş, uygulama için 1912’ye dek beş yıllık bir hazırlık dönemi geçirmişti.3

Hukukçulara Devrimci Bildirim

Türk toplumunun özgün yapısına değer veren anlayışıyla, hukuk kurullarının çalışmalarını izledi, yol gösterici açıklamalar yaptı. Hukukçulara, onun ölçülerine göre oldukça uzun bir süre vermişti. Olanak bulduğu ölçüde, birçok kez, ayrıntılarla bile ilgilendi. İlgi ve karışması, yol gösterici uyarılar, yüreklendirici önerilerdi. Hukukçulardan, bilinçli ve kararlı olmalarını istiyor, yenileşmede izlenecek yolu; “bilgili, güçlü, açık ve etkili ifadelerle” anlatıyordu. Ankara Hukuk Mektebi’ni açarken yaptığı konuşma, “hukukçulara yapılan devrimci bir bildirim” ve “Türk hukuk devriminin başlangıcını tarihte yaşatacak belge”ydi. 4 “Türk devrimi nedir? Bu devrim, sözcüğün ilk anda verdiği ihtilâl anlamından daha geniş bir değişimi ifade eder... Büyük milletimizin, altı yıl içinde yaşamında meydana getirdiği değişimler, herhangi bir ihtilâlden çok fazla, çok yüksek olan muazzam bir devrimdir... Devrimcilerin en büyük ve sinsi düşmanı, çürümüş hukuk ve onun dermansız izleyicileridir. Ulusun ateşli devrim atılımları sırasında sinmek zorunda kalan, eski yasalar ve onlara dayanan eskinin hukukçuları, devrim atılımlarının etki ve ateşi yavaşlamaya başlar başlamaz, derhal canlanarak harekete geçerler. Devrim ilkelerini, onun içten izleyicilerini ve onların yüksek ülkülerini mahkum etmek isterler.” 5

Konuyla uğraşan hukukçulara yaptığı uyarı ve önerilerin tümünde; Türk Devrimi’nin derinliğinden, kısa sürede gerçekleştirilmesi gereken işlerden, çok çalışmaktan söz etti. Yenileşmenin; evrensel hukukla çelişmeyen, Türk toplumuyla uyumlu, gelişmeye açık ve devrimci olmasını istiyordu. Elindeki kadronun nitelik ve nicelik olarak düzeyini biliyor, bu nedenle onlara bilinç ve çalışma azmi vermek için yoğun çaba harcıyordu.

“Milletin varlığını korumak için, bireyler arasında ortak bağ oluşturmaya” önem veren eski Türk hukukunun, son yüzyıllarda bozulduğunu, ancak Devrim’le birlikte büyük bir yenileşme atılımına girdiğini belirterek şöyle söylüyordu: “Türkler’in 1453 zaferini düşününüz. Bütün dünyaya karşı, İstanbul’u sonsuza dek Türk toplumuna mal eden kuvvet, bir süre sonra, matbaayı Türkiye’ye sokmayan hukukçuların, uğursuz direnişine karşı koyamadı... Yeni hukuk esasları ve yeni hukukçuları ortaya çıkarmak için, girişimde bulunma zamanı gelmiştir... Genel yaşantımıza yeni hukukî esasların tam olarak yerleşmesi için, kuram ve uygulama olarak zamana ihtiyacımız var. Bu zamanı, millet ve onun devrime kattığı büyük güç bize verecektir.” 6

Türk Hukukunun Geçmişi

Oluşumu ve kendine özgü nitelikleri, ilkçağ tarihine dek giden Türk hukuku, uzun yüzyıllar koşullara ve gereksinimlere yanıt vererek olgunlaşmış, kendini sürekli yenileyerek, Orta Asya’dan Selçuklular’a, oradan Osmanlılara geçmişti. Osmanlı Devleti’nin hukuk düzeni, özellikle toprak düzeni, 17.yüzyıla dek, çağını aşan yüksek niteliklere sahipti. Osmanlı devleti, din ve etnik kökenine bakmaksızın tüm uyruklarına; hak ve sorumlulukların açıkça belirlendiği, iyi işleyen ve karmaşadan uzak, erinçli bir yaşam sunmuştu.

 Eski Türkler Hukuk

Orta Asya Türkleri, çok eski zamanlardan beri, yargıda eşitliği temel alan, hızlı işleyen, herkesin kolayca anlayabileceği, adil bir hukuksal düzen kurmuştu. Uluslararası hukuktan, aile ve mülkiyet hukukuna dek, toplumun tüm sorunlarını kapsayan yasal düzenlemeler (töreler), kendi dönemi kadar, sonraki dönemleri de etkilemiş ve hemen tüm Türk toplumlarına esin kaynağı olarak, köklü bir toplumsal ahlak anlayışı oluşturmuştu.


Eski Türkler’in hukuk düzeninde, ayrımsız herkesin sorumlu olduğu ceza yasaları vardı; yasalar, disipline bağlı bir güvenlik örgütü aracılığıyla ödünsüz uygulanırdı. Hızlı ve adil karar veren mahkemeler, suçluları ayırım gözetmeden yargılardı. Gözaltı süresi on günden çok olamazdı.

Vatana ihanet, savaşta gevşeklik, ülke çıkarlarını yabancı ülkelere karşı korumama, elçilik görevlerinde kusur, ağır siyasi suçlar; cinayet, ırza geçme, bağlı atı çalma, soygun, ağır adi suçlar’dı ve cezası ölüm’dü. Genç kızları aldatanlar, yüksek mal ve tazminat ödemeyle cezalandırılır; adam yaralayanlar, yaranın durumuna göre ceza öder; bağlı olmayan atı çalanlardan, çaldığı at sayısının on katı ceza alınırdı. Bu suçlar hafif adi suçlar’dı.7

Suç ve cezanın sınırları; herkese eşit uygulanan, kolay anlaşılır bir hukuksal düzen içinde tanımlanmıştır. Yasama yetkisini kullanan hakimler ve uygulamada görev yapan güvenlik görevlileri, toplumun en saygın kişileridir; yetkileri ve sorumlulukları yüksektir. Karar vermede özgürdürler ancak düzenli bir denetim altındadırlar.

Toplumsal yaşamda adli önlemlere, kolluk güçlerine çoğu kez gerek duyulmaz, toplum kendi dengesini kusursuz bir biçimde korurdu. Venedik’in İstanbul Elçisi Marcantonio Barbara bu dengeyi, 16.yüzyıl Osmanlı toplumu için şöyle anlatıyordu: “Geceleri kent güvenliğinin sağlanması için, bir elinde bir sopa, diğer elinde bir fener bulunan, tek bir görevli bile yeterli olmaktdır... Geceleyin evim soyulacak korkusu olmadan güven içinde uyuyabilirsiniz. Zira o sopalı, fenerli adam tek başına, örneğin Paris’teki gece polisi yüzbaşısından ve onlarca yardımcısından daha çok güven vermektedir. Böyle bir güvenli sakinliğe, görmeden inanmak pek mümkün değildir.” 8

Eski Türkler, ilkeleri ve kendine özgü kuralları olan, gelişkin bir kamu hukukuna sahipti. Uluslararası anlaşmalara çok önem verilir, bu anlaşmaların devletin çıkarları ve iç hukukla çelişmemesine özen gösterilirdi. Bu konuda, o dönem için oldukça ileri bir anlayışları vardı. Uluslararası ilişkiler anlaşmalarla belirlenir ve bunlara kesinlikle uyulurdu. Anlaşmaya uymak ahlaki bir borçtu. Yerine getirmeyen ya da bozan devletler, cezalandırılırdı.

Anlaşmalara uymak eski Türkler’de o denli önemlidir ki, onların anlayışına göre; “barış esastır ve savaş her zaman, anlaşmaların bozulması nedeniyle ortaya çıkan bir olaydır.” 9 Devletler hukukunu ülke adına temsil eden elçiler, çok önemli görevlilerdir; onların güvenliği her koşulda ve eksiksiz sağlanmalıdır. Elçiyi korumak, bir devletin namusudur. Öyle ki, “elçiye zeval olmaz” özdeyişi, atasözü halini alarak bugüne dek gelmiştir ve hâla kullanılmaktadır.

 Osmanlı’da Durum


Osmanlı Devlet’inde, değişik alanlarda çeşitli mahkemeler vardı. Konsolosluk Mahkemeleri yabancılar arasındaki uyuşmazlıklara karar veriyor, bu kararlara Türk hükümeti karışamıyordu. Türk ve Avrupalı hakimlerden oluşan Karma Mahkemeler, Osmanlılarla yabancılar arasındaki hukuk ve ticaret davalarına bakıyor; Yerli Mahkemeler, ceza davalarında Osmanlıları ilgilendiren bir yan varsa yetkili oluyordu. Geleneksel Şer-î Mahkemeler, Müslümanlar arasındaki uyuşmazlıklara bakıyor, 19.yüzyıl sonlarında kurulan Nizamiye Mahkemeleri, Şer-î Mahkemeler’le aynı alanda görev yapıyordu.

Karmaşa içindeki hukuk düzeni, ya da daha doğru söylemle düzensizliği, her şeyden önce adalet kavramını ortadan kaldırmıştı. Mahkemeler sorun çözen değil, sorun yaratan yerler haline gelmişti. Halk, mahkemeye gitmek yerine, ya “işi oluruna bırakıyor” ya da “kendi sorununu kendisi çözüyordu”. Örneğin, anlaşmazlığa düşen iki tüccar, sorunu çözmek için, “eşit boyda birer mum yakıyor, hangi mum geç sönerse, o mumun temsil ettiği tüccarın haklı olduğuna” karar veriliyordu.10

Amaç ve Anlayış

Medeni Kanun’un gerekçe bölümünde, hukuksal yenileşmeyi gerekli kılan toplumsal koşullar anlatılır, yasanın hangi amaç ve anlayışla çıkarıldığı ortaya konur. “Türk milletinin yazgısını (mukadderatını) Orta Çağ karar ve kurallarına bağlamak” ve “Türkiye Cumhuriyetinde toplum yaşamını, milli yasalardan yoksun bırakmak” kabul edilemez; böyle bir durum, “ne uygarlık gerekleriyle ne de Türk Devrimi’nin amaçlarıyla bağdaşır” denir.

Devrim’in yenileşme anlayışı ise şu sözlerle dile getirilir. “19.yüzyılda kabul edilen Mecelle’nin 1851 maddesinden, bugünkü gereksinimlere uyan ancak 300 maddesi vardır. Mecelle’nin kökü ve ana hatları dindir. Yasaları dine dayanan devletler, ülkenin ve milletin isteklerini yerine getiremezler. Çünkü, dinler değişmez kurallar ifade ederler. Dine bağlı yasalar, gelişen ve değişen yaşam karşısında, biçimsellikten ve ölü sözcüklerden fazla bir değer, bir anlam ifade edemezler. Değişmemek, dinler için bir zorunluluktur. Bu nedenle, dinlerin yalnızca bir inanç işi olarak kalması, çağdaş uygarlığın önemli özelliklerden biridir.” 11

Medeni Kanun, din ve devlet işlerini birbirinden ayıran, Türkiye’nin hukukî yapısını bu amaç üzerine oturtan, önemli yasalardan biridir. “Yeni devlet yapısının laik niteliği”, hiçbir başka kanun gerekçesinde “bu denli açık ve kesin” ifade edilmemiştir. Yasa tasarısını kabul edip Meclis Genel Kurulu’na gönderen Adalet Komisyonu’nun başında, dönemin din bilginlerinden eski Şer’iye Vekili Hoca Mustafa Fevzi Efendi bulunuyordu ve tasarıya o da olumlu oy vermişti.12

Uluslaşma Adımı

Medeni Kanun, Meclis’te hemen hiçbir karşı çıkış olmadan kabul edildi. Yalnızca birkaç milletvekili, gerekçe göstermeden çekimser kalmıştı. Saltanatın kaldırılmasıyla başlayan yenileşme süreci; Hilafetin, Şer’iye ve Evkaf Vekaleti’nin kaldırılması, eğitim birliğinin sağlanması ve kıyafet değişimi gibi birçok aşamayı geçtikten sonra, hukuksal yenileşmeyle laiklik hedefine yönelmişti. Bu süreç, aynı zamanda bir uluslaşma süreciydi. Din, dil, mezhep ve etnik köken ayrılıklarının kaldırılarak, herkesin eşit olarak yararlandığı yurttaşlık haklarının geliştirilmesi, ulusal varlığı kültür birliği temelinde birleştiriyor ve ulus kavramı güçleniyordu.

Müslüman olmayan ve azınlık haklarına sahip yurttaşların, kişisel hukuk ve aile hukukuyla ilgili dinsel ayrıcalıkları, Lozan’da bile kaldırılamamıştı. Laik devlet anlayışıyla uyuşması olanaksız hukuki özerklik sorunu, Medeni Kanun’la çözülmüş oldu.

Yasa, kabul edilir edilmez; Musevi yurttaşlar, Ortadokslar, Katolik Gregoryen yurttaşlar, ayrı ayrı ve çok imzalı dilekçelerle (mahzarlarla) hükümete başvurarak, kendilerinin de Müslüman Türk yurttaşlar gibi “yeni Medeni Kanun’un hükümlerine tabi tutulmalarını” istemişlerdi.13 Medeni Kanun, “milli birliğin olgunlaşmasına hizmet etmiş”14, uluslaşma sürecine önemli katkı sağlamıştı.

DİPNOTLAR

1           “Kemalist Eğitimin Tarih Dersleri IV” Kaynak Y., 3.B., sf.210-211

2           a.g.e. sf.214-215

3           “Mustafa Kemal ve Uyanan Doğu” P.Gentizon, Bilgi Y., 2.B., sf.183-184

4           “Kemalist Eğitimin Tarih Dersleri IV” Kaynak Y. 3.Bas., 2001, sf. 212

5           a.g.e. sf.212-213

6           a.g.e. sf.214

7           “Türk Tarihinin Ana Hatları” Kaynak Yay., 2. Basım 1956, sf.349

8           “Türkler”, Stéphane Yerasimos, Doruk Yay., 2002, sf.28

9           “Türk Tarihinin Ana Hatları” Kaynak Yay., 2.Bas. 1956, sf.349

10        “Mustafa Kemal ve Uyanan Doğu” P.Gentizon, Bilgi Y., 2.B., sf.172

11        “Tek Adam” Ş.S.Aydemir, 3.Cilt, Remzi Yay., 8.Basım, İst.-1983, sf.254

12        a.g.e. sf.255-256

13        “Kemalist Eğitimin Tarih Dersleri IV” Kaynak Y., 3.Bas., 2001, sf.215

14        a.g.e. sf.215

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder