24 Mart 2014 Pazartesi

PARTİ VE DEMOKRASİ


Partilerle siyasi demokrasi arasında, biribirini etkileyip geliştiren bir ilişki vardır. Çalışanlar, siyasi savaşımın araçları olarak parti örgütlenmesini bulup yetkinleştirirken, demokrasinin sınırlarını da kendilerinden yana genişletmiş olurlar. Başlangıçta, emekçilerin partilerle örgütlenmemesi için her türlü baskıyı kullanan egemenler, istemlerine baskıyla ulaşamayacaklarını anlayınca, partileri ele geçirmeye ya da kendi partilerini kurmaya yöneldiler. Parti oluşumunu meşrulaştırarak onların gerçek kullanıcıları oldular. Toplumsal karşıtçılığı (muhalefeti), denetim altında tutarak “demokrasi” sınırları içinde azınlıkta tutmak, olmazsa güç yöntemleriyle ezmek, yüzyılımızın geçerli politikasıdır. “Seçim olsun ama ben kazanayım” anlayışı, egemenlerin değişmez kuralıdır. Partilerle siyasi demokrasi arasındaki ilişki incelemeye değer bir konudur. Alttaki yazıyı bu amaçla yayınlıyoruz.

Partiler Demokratik Savaşımların Ürünüdür

Siyasal partilerle demokrasi arasındaki ilişki, kapsamı ve etkisi değişerek yüzelli yıllık bir savaşıma dayanan bir sürecin ürünüdür. Yönetim gücünü ellerinde bulunduranlar, örgütlenme hakkını da içeren demokrasiyi, önce devlet gücüne dayanan baskı yöntemleriyle engelledi. Daha sonra demokratik savaşımın zorlamasıyla, siyasi partilere izin veren ancak denetim altında tutulan bir düzen geliştirdi. Bu düzene demokrasi adını verdi; atanmış seçkinlerle sürdürdüğü egemenliğini siyasi partiler aracılığıyla yürütmek zorunda kaldı. Sürecin içinde, birbirini etkileyen çelişkili iki iç süreç vardı. Toplumsal tepkiyi örgütleyerek yayılmaya çalışan düzen karşıtı partiler demokratik kazanımları geliştirirken; düzenin egemenleri, kabul etmek zorunda kaldıkları bu kazanımları, kendi çıkarlarını savunan partiler kurmak için kullandı. Düzeni savunan partiler yönetime getirildi ve yönetimdeki egemenlik bu partiler aracılığıyla sürdürüldü. Ellerinde tuttukları akçalı (mali) ve yönetimsel ayrıcalıklar, egemenlere bu olanağı veriyordu.

Seçime Evet Ama Ben Kazanayım

Toplumsal karşıtçılığı, “barışçı yöntemlerle” “demokratik” sınırlar içinde tutmak, olmazsa sınırları kaldırarak güç yöntemleriyle ezmek, Batı demokrasilerinin yüzyıldır değişmeyen özelliğidir. Batı’da önemli olan demokrasinin güçlenip yaşaması değil, düzen değişikliğine yol açmayacak bir “demokrasinin” varlığını sürdürmesidir. Bu, gerçekte şirket çıkarlarının hiçbir koşulda zarar görmemesi demektir. Batı demokrasilerinin gerçek sınırını, halkın değil şirket çıkarlarının belirlemesi, yalnızca bugünün değil son ikiyüz yılın çıplak gerçeğidir. ABD Dışişleri Bakanlarından Henry Kissenger bu gerçeği, Şili’nin seçilmiş Başkanı Salvador Allande’nin bir darbeyle devrilip öldürüldüğünde şöyle dile getirmişti: “Bir ülkenin halkı komünizmi seçecek kadar sorumsuzluk gösterirse biz buna demokrasi adına seyirci mi kalacağız.”1
Benzer görüşleri aradan 30 yıl geçtikten sonra Venezüela Başkanı Chaves’e karşı darbe örgütleyen bir başka ABD yetkilisi açıklamıştır. The New York Times haber yazarı Christopher Marquis’in “Chaves seçilmiş bir devlet başkanı olduğuna göre meşruluğunun kabul edilmesi gerekmez mi?” sorusuna ABD hükümet sözcüsü şu yanıtı vermiştir: “Meşruiyet yalnızca seçmenin oy çokluğuyla gelen bir şey değildir.”2

Batı’da Parti Savaşımı

Politik işleyişi şirket çıkarlarının belirler duruma gelmesi, Batı’da demokratik hakların bulunmadığı anlamına gelmez. Batı demokrasileri, kendi içinde, yoğun bir demokratik savaşım birikimini de taşımaktadır. Sanayi devriminin bir gereği olarak, Batı’daki düzen karşıtı partiler, konumları ve amaçları nedeniyle daha gelişkin ve daha savaşkan olmak zorundaydılar. Bu nedenle, gereksinim duydukları demokratik ortamı, uzun süren sert çatışmalarla kendileri yarattılar. Savaşımla sağlanan ve demokratik haklar içeren politik sistem, sürekli olarak sermaye güçleri tarafından denetlendi ancak karşıtçı partilere de varlıklarını sürdürebilecekleri bir ortam yarattı. Demokratik haklar içeren bu ortam karşıtçılar için önemliydi. Friedrich Engels, Alman Sosyal Demokrat Partisi Program Taslağına 1891 yılında yaptığı eleştiride; “Mutlak olarak kesin olan bir şey varsa, o da, Alman Sosyal Demokrat Partisi’nin ve işçi sınıfının egemen duruma, ancak demokratik cumhuriyet biçimi altında gelebileceğidir” diyordu.3 Günümüzdeki demokratik cumhuriyetler, Engels’in düşündüğü demokratik cumhuriyetten çok farklı bir konuma gelmiş olsa da, bu yargı partiler açısından önemini bugün de sürdürmektedir.
Kapitalizmin partisiz bir düzenle sürdürülemez duruma gelerek siyasi partilerin yasallık kazanması, politik savaşımla sağlanan demokratik bir gelişmedir ancak bu gelişme, partilere yasallık vermek zorunda kalan her yönetimin demokratik olduğu anlamına gelmemektedir. Yönetim gücünü elinde bulunduran sınıf ya da sınıflar, toplumsal savaşımın yeni koşullarına uyum göstererek siyasi partilerin varlığını benimsediler ve hızla partileşerek bu örgütleri, yönetimlerini sürdürmenin yeni ve etkili araçları haline getirdiler. Başlangıçta, tanınmış olan parti yasallığı, kendilerine ait olan ya da kesin biçimde denetlenen birkaç partiyle sınırlıydı ve sürdürülen politik düzen ne özgür, ne de demokratikti.

Denetim Dışı Partiler Ezilir

Denetim dışında örgütlenip güçlenen partiler, önce, her tür yöntem kullanılarak düzen dışında tutuldu. Bu dönem, karşıtçı parti eylemleri için; yasaklar, kısıtlamalar, hapis ve sürgünler dönemiydi. Her şeye karşın politik savaşım sürdü ve birçok ülkede partiler yasal konum elde ettiler. Ancak bu kez parti içi etkinlik, giderek artan biçimde halkın sahip olmadığı akçalı (mali) güce dayalı bir eylem haline getirildi ve elde edilmiş olan ekonomik–demokratik kazanımlar kâğıt üzerinde kaldı. Parti kurma ve örgütlenme özgürlüğü herkese tanınmıştı, ancak bu yalnızca görünüşte böyleydi. Partileri, akçalı ve yönetimsel gücü olanlar kuruyor ve örgütlenme özgürlüğünden gerçek anlamda onlar yararlanıyordu. Herkesin parti kurma özgürlüğü vardı, ama bu özgürlüğü yalnızca onu kuracak parası olanlar kullanabiliyordu.
Egemen güç yararına işlese de partili düzenin daha az tutucu olacağı bir gerçektir. Ancak, bu gerçekten yanlış sonuç çıkarılmamalıdır. Siyasal etkinliğin azınlık egemenliğine dayandığı toplumlarda, geçerli düzenin adı ve biçimi ne olursa olsun, düzenin niteliğini belirleyen temel öğe tutuculuktur. Yönetim erkini elinde bulunduran güç sahiplerinin değişmemeyi savunmaları onlar için bir zorunluluktur. Tutucu egemenlik, doğal olarak partileri de etkisi altına alarak bir zamanların düzen karşıtı partilerini, düzeni savunan partiler haline getirmektedir (Avrupa sosyal–demokrat ve sosyalist partileri). Bunun gerçek nedeni, parti yöneticilerinin görüşlerini geliştirip bugüne uyum sağlamaları değil, parti yönetimlerinin egemen sınıf tarafından ele geçirilmiş ya da denetim altına alınmış olmasıdır. Burada artık, halkın haklarını savunan partilerden söz etmek olanaklı değildir. Bu tür partiler ya kapatılmış ya da yaşayamaz hale getirilmiştir.

Gelişmiş Ülkelerde Partiler

Geçmişten gelen tarihsel birikim, giderek sönümleniyor olsa da, alışkanlıklar ve toplumsal gelenekler olarak etkilerini uzun süre sürdürürler. Bireye kalıtımsal bir özellik kazandıran ve binlerce yıllık evrime dayanan gen oluşumu insan için ne ise, toplumsal bellek için de tarih odur. Bu nedenle; Batı tarihinin özel bir evresi olan kapitalist dönemin ürünü olan partiler, bu dönemin yarattığı siyasi ilişkilerin bir ürünüdür. Ancak, aynı zamanda, geçmişten gelen toplumsal alışkanlıkları değişik oranlarda içinde barındıran bir özgünlüğe sahiptir.
Gelişmiş sanayi ülkelerinde partiler arasındaki ayrımlar biçimsel ve nicelikseldir. Örgütlenme biçimi, yönetim işleyişi, örgüt içi yapılanma, yöntem ve taktikler değişik olabiliyor, ancak sınıfsal önceliklerin gündemde tuttuğu savaşım anlayışı değişmez. Her çeşit partinin kurulması serbesttir ama bu partilerden düzen karşıtı olanların yönetime gelmesi asla serbest değildir.
Batı’nın parayla bütünleşen “demokratik!” ortamı, böyle bir değişimi önlemek için gereken araçları kendi içinde yaratmıştır. Egemenler, ele geçirdikleri yönetimi koruyacak geniş bir önlemler düzeni geliştirmiştir. İngiliz İşçi Partisiyle, Alman Hıristiyan Birlik Partisi, Amerikan Demokrat Partisiyle, Fransız Sosyalist Partisi arasında; kurulu düzenin korunması ve demokratik de olsa düzene yönelik değişim isteklerine izin verilmemesi konusunda, en küçük bir anlayış ayrımı yoktur.

Halktan Uzak Partiler

Kitlelerin sorunlarına çözüm getirmenin aracı olan partiler, bugün tersine işleyen bir süreç içine sokulmuştur. Küreselleşme söylemlerinin yarattığı karmaşa içinde günümüzde yaşanan somut gerçek; siyasi partilerin gerçek kullanıcılarının, ona en çok gereksinim duyan halk kitlelerinin değil, varlığını halkın örgütsüzlüğü üzerine oturtmuş olan egemenlerin olmasıdır. Dünyayı, tek bir küresel pazar durumuna getirmek, uluslararası şirketlerin önceliğidir ancak bu girişim kaçınılmaz olarak “demokrasinin” yadsınmasını gündeme getirmektedir. Amerikalı ekonomist Prof.Lester C.Thorow, Kapitalizmin Geleceği adlı yapıtında konuyla ilgili olarak şunları söylemektedir: “Küresel ekonomiye karar vermek, ulusal egemenliğin bir kısmından vazgeçmek demektir. Bunun demokratik olmadığını söyleyen politik sol ve sağın her ikisi de bu konuda haklıdır. Demokratik olmayan kurallar, bazen yabancılar tarafından, bazen de uluslararası örgütler tarafından dayatılmaktadır. Eğer seçimle yönetime gelen bir dünya hükümeti söz konusu olsaydı.. Küresel dünyanın kuralları belki o zaman demokratik olarak değerlendirilebilirdi.”4

Parti ve Siyaset Halka Kapalıdır

Bugün, devlet ve toplum üzerine etkili bir denetim kurulmuş, halka öncülük edecek partiler son derece etkisizleştirilmiştir. Halk o denli yoksullaştırılmıştır ki, toplumsal karşıtçılığa öncülük edebilecek siyasi bir devinim (hareket) ortaya çıkamamaktadır. Kitleler üzerine kurulan dolaylı dolaysız baskı ve etkileme öylesine yoğundur ki, insanlar kendi hak ve çıkarlarını göremeyen, görse de birşey yapamayan kalabalıklar haline getirilmiştir. İngiliz düşünür Bertrand Russel, Batı toplumlarında yönetimin insanlar üzerinde kurduğu baskı ve geçerli politik sistem konusunda şu saptamayı yapmaktadır. “Siyasi iktidar, insanlar üzerinde doğrudan güç uygulayarak, yani hapsedip öldürerek; kandırma ve yönlendirme aracı olarak ödül ya da ceza vererek, yani iş vererek ya da işsiz bırakarak ya da düşüncelerini etkileyerek, örneğin en geniş anlamı ile propaganda altına alarak baskı kurar. Ordu ve polis beden üzerinde zorlayıcı güç uygular; ekonomik örgütler, esas olarak özendirici ve vazgeçirici olarak ödüllerle cezalara başvurur; okullar, kiliseler ve siyasi partiler düşünceleri etkilemeyi hedef tutar..”5
Yönetim gücünü elinde bulunduran günümüz egemenleri, artık kendilerine hizmet eden partileri bile atlamakta ve yönetime doğrudan sahip olma eğilimi içine girmektedir. Küresel işleyişin zorunlu kıldığı bu eğilim, özellikle azgelişmiş ülkelerde, kararlı bir biçimde uygulanmakta ve bu ülkelerdeki işbirlikçi partilerin bile güç yitirmesine yol açmaktadır. Azgelişmiş ülkelerin büyük çoğunluğu artık, seçim kazanmış partilerce değil, görüntüsü öyle olsa da, küresel güç merkezlerinin belirlediği “görevliler” tarafından yönetilmektedir. İşbirlikçi partiler artık, küresel güç merkezleriyle bütünleşmiş, kuralsız ve devletsiz bir toplum biçiminin yerleştirilmesinde kullanılan aracı örgütler haline gelmişlerdir.

Halkın Partiye Gereksinimi Var

Halkın örgütlenmeye en çok gereksinim duyduğu günümüzde yaşanan parti bunalımı, aynı zamanda bir demokrasi bunalımıdır. Halk, politik karar süreçlerinden kesin bir biçimde uzaklaştırılmış, üstelik bu demokrasi adına yapılmıştır. Oysa demokratik haklar ve örgütlenme özgürlüğü uzun savaşımlar sonucunda, siyasi demokrasinin ön koşulu haline gelmişti. Şimdi yalnızca örgütlenme özgürlüğü değil, siyasi demokrasi tümüyle denetim altına alınmıştır. Maurice Duverger, kitlelerin örgütlenme özgürlüğüne ve yöneticilerini seçme hakkına sahip olmasını, demokrasinin koşulu saymış ve 1950 yılında şunları söylemişti: “Demokrasiyi gelişim süreci içinde, kendi bünyesinde sakladığı zehirlere karşı korumanın gerçek yolu; onu çağdaş yöntemlerden koparmadan, kitlelerin örgütlenmesine ve kendi yöneticilerini seçip yetiştirmesine olanak verecek bir düzen haline getirmekten geçecektir. Bu yapılmadığında, demokrasi boş bir biçim, gerçek dışı bir görüntü haline gelecektir.”6
Demokrasi bugün, “boş bir biçim ve gerçek dışı bir görüntü haline” getirilmiştir. Buna karşın, siyasi partilerin gerçek anlamda parti durumuna gelebilmesini, demokratik bir siyasi düzenin yaratılmış olmasına bağlayan yaklaşım; kabul gören, yaygın bir görüştür. Gerçek durumu yeterince açıklamasa da bu görüşü benimsemek gerekir. Geçmiş dönem baskılarından kurtarılarak bugüne taşınan örgütlenme kazanımları, halk için kâğıt üzerinde kalsa bile, hiç olmamasından kuşkusuz daha iyidir. Çok yönlü yetersizliklere karşın, izlenecek doğru politikalarla kitlelere ulaşılabilir ve gerçek parti gücünü oluşturacak halk desteği sağlanabilir.
Partileşme önüne çıkarılan görünür–görünmez engelleri aşmayı başararak halka ulaşabilen düzen karşıtı partiler, yönetime yaklaştıkları oranda yeni baskı ve engellemelerle karşılaşacaktır. Bu aşamada parti yöneticilerini bekleyen, artık siyasi demokrasinin ilkeleri değil; gözkorkutma, mahkeme ve hapishane demokrasisinin karanlık işleyişidir. Buna karşın, yine de siyasal partiler en sağlıklı gelişme ortamını göreceli olsa da, yararlanmasını bilenler için demokrasi denilen siyasi denge içinde bulacaktır. Dengenin çarpıklığı bu gerçeği değiştirmeyecektir.
Yönetim için savaşım, yönetenlerle yönetilenler arasındaki, güce dayanan bir denge sorunudur. Siyasi savaşımın üzerine örtülen “demokratik” örtünün türü ve kullanılan yöntemler ne olursa olsun sonucu, her zaman ve her koşulda güç belirleyecek ve güçlü olan yönetimi ele geçirecektir. En kısıtlı örgütlenme hakkı bile, onu kullanmasını bilenler için, sonu yönetim erkine ulaşacak bir savaşımın başlangıcı olacak ve demokratik haklar örgütlü mücadele içinde gelişecektir. Bu süreçte parti savaşımı demokratik hakları, demokratik haklar da parti savaşımını güçlendirecektir. Prof.Dr.Tarık Zafer Tunaya, Türkiye’de Siyasi Partiler adlı yapıtında bu konuda şöyle söylemektedir: “Amaç, halkın siyasete ve devlet yönetimi için gerekli kararların oluşumuna katılması ise; bu amaç, değişik kesim ve düşüncelerin serbestçe hareket ve birbirleriyle mücadele etmelerinin kabul edildiği bir toplumu gerekli kılar. Siyasi partinin gelişebileceği çevre demokratik ve aktif olmalıdır. Hürriyetle siyasetin bulunmadığı yerde, partinin yaşamasına imkân yoktur. Partilerin doğup yaşayabilmeleri için demokrasi iklimi gereklidir.”7

DİPNOTLAR

1         “Darbenin Çatlağından Bakınca” Ergin Yıldızoğlu, Cumhuriyet 17.04.2002
2         a.g.y.
3         “Gotha ve Erfurt Programının Eleştirisi” Karl Marx–Friedrich Engels, Sol Yay., 1 Bas., sf. 108
4         “Kapitalizmin Geleceği” Prof. L.C.Thurow, Sabah Kit., İst.-1997, sf. 115
5         “İktidar” Bernard Russel sf. 36-38, ak. Prof.Dr.Çetin Yetkin “İktidar” Süreç Yay., 1987, sf. 61-62
6         “Siyasi Partiler” Maurice Duverger, Bilgi Y., 2.B., 1974, sf. 542
7         “Türkiye’de Siyasi Partiler”, Prof.Dr.Tarık Zafer Tunaya, ARBA Araş.Yay.Tic. Kasım 1995,  sf. 8


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder