2 Haziran 2014 Pazartesi

TÜRK DEVRİM’İNDEN GERİ DÖNÜŞ – 2


Kemalist politikanın ödünlerle başlayıp karşı devrimle sonuçlanan uzun bir süreç sonunda uygulamadan kaldırılması, sanıldığı gibi 1950’lerde değil, 11 Kasım 1938’de yani Atatürk’ün ölümüyle birlikte başlamıştır. Bu, öznel bir yargı değil hükümet uygulamalarının ortaya koyduğu bir olgudur. Yaşananlar, şaşırtıcıdır ancak gerçektir. Şaşırtıcı olan, İnönü gibi her zaman Atatürk’ün yanında yer alan, Kurtuluş Savaşı ve devrimlerde büyük hizmeti bulunan bir kişinin, geri dönüş sürecinin başlamasında birincil düzeyde sorumlu olmasıdır. Bu konu ve nedenleri, ülkemizde yeterince tartışılmamış, böyle bir tartışma İnönü’ye saygısızlık olarak görülmüştür. Oysa, olaylar ve sonuçları ortadadır. Bunları inceleyip, günümüze ve geleceğe yönelik ders çıkarmak bizim sorumluluğumuzdur. İnönü gibi, Devrim’de yer alan, katkısı olan bir önderin, tarih açısından içine düştüğü durumun açıklanması gerekir. Emperyalizmi kavrayamamanın yol açtığı Batı hayranlığının nelere yol açacağını görmek ve geleceğe yönelik kendimize çizeceğimiz yolu aydınlatmak zorundayız. Geçmişten ders almalıyız.



Kadrosuzluk

Mustafa Kemal Atatürk, oluşturduğu düşünce dizgesini ve gerçekleştirdiği eylemleri son derece yetersiz, dar bir kadroyla başarmıştır. İçinde bulunulan çağı ve ulusal kurtuluşun ideolojik anlamını kavramış insan sayısı yok denecek düzeydedir.
Kurtuluş Savaş'ında etkili görevlerde bulunmuş olan Kazım Karabekir, Refet Bele, Rauf Orbay, Ali Fuat Cebesoy gibi paşalar, Cumhuriyet atılımlarını anlayabilecek düzeyde değildirler. Bunların 1924’te kurduğu Terakki Perver Cumhuriyet Fırkası’nın izlencesi (programı), bugünkü IMF istemleri gibidir.
Bu partiyi kuranların içinde yer alan Rauf Orbay, başbakan olarak Lozan’a, anlaşmanın imzalanması için gerekli olan yetki belgesini göndermemiş ve bu garip sorunu Mustafa Kemal çözmüştü. Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası kurulur kurulmaz, hükümete, Cumhuriyet Halk Fırkasına ve hatta Mustafa Kemal’e karşı olumsuz tavır almıştı. Londra’da çıkan Times gazetesi 14 Kasım 1924 tarihli sayısında, Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nı, “Mustafa Kemal’in her adımını” eleştirdiği için kutlamış ve Türkiye’deki “İngiliz çıkarlarının korunması” umutlarını bu partinin başarısına bağlamıştı.1
Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın izlencesinde şunlar yer alıyordu: “...Parti Limanlara giriş ve çıkışta alınan gereksiz gümrük vergilerinin derhal kaldırılmasını savunur... İç ve dış transit ticaretinin gelişmesini önleyen tüm kısıtlama ve engeller kaldırılacaktır. Ulusal sanayinin korunması için getirilen kısıtlamalar kaldırılacak, ithalattan alınan gümrük vergileri azaltılacaktır. Ekonomiyi yeniden inşa etmenin zorunluluğu karşısında, yabancı sermayenin güvenini kazanmaya çalışılacaktır. Her türlü tekelin, bu arada devlet tekellerinin de çoğalmasına karşı çıkılacaktır. Merkezi yönetim biçimi yerine yerel yönetimler gerçekleştirilecektir. Ülkede liberalizm uygulanacak devlet küçülecektir. Halkın dini inançlarına saygı gösterilecektir...”2
Rauf Orbay 1924 yılında Mecliste yaptığı konuşmada, Cumhuriyet ilanı ile hilafetin kaldırılmasından başka herhangi bir devrim henüz yapılmamış olmasına karşın; “Devrimler bitmiştir. Devrim sözü sermayeyi ürkütüyor” demiştir.3 1924’de Başbakan, 1930’da da Serbest Fırka’nın başkanı olan Fethi Okyar da benzer düşüncede bir kişidir. Mecliste birçok devrim yasası sarıklı hocaların ikna edilmesiyle çıkarılmaktadır. İsmet İnönü verilen görevi başarıyla yerine getiren iyi bir uygulamacıdır ancak çağın gerçeklerini yeterince kavrayamamıştır. Türk Devrimine tek başına önderlik edebilecek, sosyal, ekonomik, tarihsel, kültürel ve anti-emperyalist bilince sahip değildir.

Devrimin Dayanağı

Devrimlerin gerçekleştirilmesi Mustafa Kemal’in Türk halkı üzerindeki olağanüstü etkisine, devrimci kararlılığına, örgütsel yeteneğine ve eriştiği yüksek bilince dayanmıştır. Mustafa Kemal, Meclis içindeki tutucu karşıtçılığın (muhalefetin) arttığı günlerde, 3 Mart 1925’de parti kümesinde (grubunda) yaptığı uzun konuşmasını şu cümleyle bitirir. “Devrimi, başlatan tamamlayacaktır.”4
Devrim kendisini koruyacak kadroları tam olarak yetiştiremeden Atatürk 1938 yılında öldü. Atatürk’ün yerine, getirilecek en uygun kişi olarak İsmet İnönü Cumhurbaşkanı seçildi. İsmet İnönü’nün, 1938-1950 arasındaki, milli şef konumu ve geniş yetkilerle sürdürdüğü yönetim dönemi, Atatürkçü politikanın temel ilkeleriyle çelişen uygulamaların yer aldığı bir dönem oldu. Atatürkçülükten geri dönüş süreci, yaygın bir kanı olarak kabul edilen 1950’de değil, bu dönemde başladı.

Emperyalizme Yanaşma; İngiltere ve Fransa’yla Üçlü Bağlaşma

Atatürk’ün ölümünden yalnızca altı ay sonra Türkiye; 12 Mayıs 1939’da İngiltere, 23 Haziran’da da Fransa ile iki ayrı bildiriye (deklarasyona) imza attı. Türkiye Cumhuriyeti Dışişleri Bakanı Şükrü Saraçoğlu, İngiltere Büyükelçisine bu anlaşmalarla ilgili olarak, “Türkiye’nin bütün nüfuzunu Batı devletlerinin hizmetine verdiğini” söyledi.5 Deklarasyonlara göre taraflar; “Akdeniz bölgesinde savaşa yol açabilecek bir saldırı durumunda, etkin bir biçimde işbirliği yapmayı” kabul etti.
Anlaşma üzerine İngiltere Başbakanı Arthur Chamberlain Avam kamarasında yaptığı konuşmada “erkek millet” diye Türkiye’yi övdü. Alman gazeteleri ise “Nankör Millet Türkiye” başlıklarıyla çıktı. Bu iki bildiri, daha sonra 19 Ekim 1939 tarihinde Üçlü Bağlaşma (İttifak) anlaşması durumuna getirildi. Bu anlaşmanın yapıldığı günlerde, İngiltere ve Fransa, Almanya ile savaş durumundadır ve 2.Dünya Savaşı sürmektedir.
Türkiye, Kemalist politikalardan ilk ödünü Atatürk’ün üzerinde en çok durduğu konulardan biri olan dış siyaset konusunda vermişti. Batıyla bağımlılık ilişkisi doğuracak anlaşmalara imza koymuştur. Hem de ölümünden yalnızca 6 ay sonra.
Anlaşma yapılan İngiltere daha 15 yıl önce; Türkiye’yi yok etmeye kararlı olduğunu, Türklerin vahşi talancılar olduğunu ve Anadolu’dan uzaklaştırılacağını söylüyordu. 1930 yılına dek süren Kürt ayaklanmalarının hemen tümünü kışkırtıyor ve Musul’u almak için Türkiye karşıtı her türlü eylem içine giriyordu. Türkiye böyle bir ülkeyle hem de dünya savaşı sürerken bağlaşma anlaşması yapıyordu. İngiltere ve Fransa ile yapılan 1939 üçlü anlaşma, hem anti-Kemalist sürecin başlangıcı, hem de buna bağlı olarak Türkiye’nin yeniden Batının etkisine girmesi anlamına geliyordu.

Kuşkulu Gelecek

Atatürk, gerçekleştirilen devrimin kendisinden sonra korunup geliştirilmesi konusunda yaşamı boyunca sürekli kaygı duymuştur. Çevresindeki kadronun niteliğini bildiği için geleceğe yönelik kaygısını, olası gelişmeleri ve alınmasını düşündüğü önlemleri sıkça dile getirmiştir. Günümüz koşulları göz önüne alındığında, kaygı ve uyarılarındaki haklılığı açıkça görülmektedir.
2.Dünya savaşının yaklaştığı ve hastalığının ilerlediği günlerde Ali Fuat Cebesoy’a şunları söyler: “Fuat Paşa, pek yakında dünya durumu Mütareke yıllarından çok daha ciddi olacak ve karışacaktır... Avrupa’da birkaç maceracı, Almanya ve İtalya’nın başında zorla bulunuyorlar. Karşı karşıya geldikleri zayıf devlet adamlarının aczinden cesaret alıyorlar. Bunlar birgün dünyayı kana bulamaktan çekinmeyeceklerdir. Eski dostumuz Rus Sovyet Hükümeti, acizlerle maceracıların yanlış hareketlerinden yararlanmasını bilecektir. Bunun sonucunda, dünyanın durum ve dengesi tamamen değişecektir. İşte bu dönem sırasında doğru hareket etmesini bilmeyip en küçük bir hata yapmamız durumunda, başımıza Mütareke yıllarından daha çok felaketlerin gelmesi mümkündür. Bu ikinci dünya savaşı beni yataktan kımıldatmayacak bir durumda yakalayacak olursa, memleketin durumu ne olacaktır? Ben devlet işlerine mutlaka müdahale edecek bir duruma gelmeliyim. Bizde hiçbir şeyin yataktan yönetilemeyeceğini bilirsiniz. Mutlaka işin başına geçmek gerek.”6

Yaşamsal Önermeler

Ölümüne birkaç ay kala Almanya’nın Türkiye’ye yaptığı bağlaşma önerisini, Başbakan Celal Bayar ve Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras (kısa bir süre önce Atatürk, İsmet İnönü’yü Başbakanlıktan almış yerine Celal Bayar’ı getirmişti) kendisine ilettiklerinde, öneriyi uygun görmemiş ve; “Türkiye, tarafsız kalmalıdır, bir ittifak içine girmemelidir”7 demiştir.
Bu konuda, Başbakan ve Dışişleri Bakanı’na görüşünü iletmekle yetinmeyen Atatürk vasiyetini yazdırdığı gün, dış politika konusunda şunları söyleyecektir: “Bizim şimdiye kadar izlediğimiz açık, dürüst ve barışçı politika memlekete çok yararlı olmuştur. Arkadaşlar da buna alıştılar. Gerçek ve yaşamsal zorunluluklar dışında bu politikamız devam eder gider.”8



Emperyalizme Yanaşma: Üçlü Bağlaşma (İttifak)

İsmet İnönü, Cumhurbaşkanı olduktan sonra Atatürk’ün yakın çalışma kadrosunu etkin görevlerden uzaklaştırdı. Atatürk döneminin değişmez Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras da bunlardan biridir. Yeni hükümette Aras’a görev verilmedi, yerine getirilen Şükrü Saraçoğlu’na, İngiltere ve Fransa’yla yapılan Üçlü İttifak Anlaşması imzalatıldı. Tevfik Rüştü Aras konuyla ilgili olarak daha sonra şunları söyleyecektir: “İkinci Dünya Savaşı içinde tarafsız kalmak, mümkündü. İngiltere ve Fransa ile ittifakın gereğini, yararını ve kimlere karşı olduğunu hala anlamış değilim. Zararları ise meydanda idi.”9
Bu gelişmeden sonra Hitler Türkiye’yi “ikinci derecede işgal edilecek ülkeler” arasına soktu ve Türkiye yöneticileri için şu yakışıksız sözleri söyledi: “Türkiye’yi, Mustafa Kemal’in ölümünden sonra, budala ve aptallar yönetmektedir.”10

İngiliz Politikası

Türkiye, İngiltere’ye güvenerek yansızlıktan ayrılmış, İngiltere’nin safına geçmiş ve Almanya’yı karşısına almıştır. Ancak, savaş anında yardım sözü veren İngiltere, Türkiye’ye yardım yapacak durumda değildir. İngiltere’nin amacı Almanya’nın düşmanlığını Türkiye, Balkanlar ve Sovyetler Birliği’ne çekmektir. Anlaşmaya önem vermesinin gerçek nedeni, Türkiye’nin askeri gücünden yararlanmak değil, Almanya’nın saldırı alanını genişleterek Doğuda yeni bir cephe açmasını sağlamaktır.
İngiltere’nin savaş ve savaş sonrası gelişmelerle amacına ulaştığı görülecektir. Hitler Türkiye’ye yapılan mal karşılığı silah satışlarını durdurur ve komutanlarına Türkiye’yi elegeçirme (işgal) planı hazırlatır. Ancak, Kuzey Afrika’da beklediği başarıyı sağlayamayınca bu plan uygulanmaz.

Sovyet Tepkisi

Anlaşmaya bir tepki de, Atatürk’ün, karşılıklı güven ve iyi ilişkilerin korunmasına büyük önem verdiği Sovyetler Birliği’nden geldi. Sovyetler Birliği emperyalist kuşatma altında olduğuna inanmakta ve Fransa’yla İngiltere’ye hiç güvenmemektedir.
Yaklaşan savaşın sanayileşmiş Batı ülkeleri arasındaki çıkar çatışmasına dayandığını saptamış ve bu savaşta taraf olmamayı hedeflemişti. İngiltere ve Fransa, Sovyetler Birliği’nin Almanya’ya petrol satmasını kendileri için çekinceli görüyor ve 1940 yılında Bakü’nün Türkiye’deki üslerden havalanacak uçaklarla bombalanacağına, buna Türkiye’nin onay verdiğine yönelik uydurma haberler yayıyordu. Türk Hükümetinin böyle bir durum olmadığını sürekli açıklamasına karşın, Sovyetler Birliği bu açıklamaları inandırıcı bulmuyordu.
Üçlü İttifak Anlaşması’ndan sonra Sovyetler Birliği ile Türkiye; güvenli komşular olmaktan çıkacak ve birbirlerine karşı tehdit oluşturan düşman iki ülke olacaktır. Sovyetler Birliği Dışişleri Bakanı Molotov, üçlü bağlaşmayı kınarken; “Türkiye ihtiyatlı tarafsızlık politikasını bir yana iterek Avrupa Savaşı çerçevesine girdi. Sovyetler Birliği, elini serbest tutmayı ve tarafsız politikasına sürdürmeyi yeğ tutmaktadır... İngiltere ve Fransa en yüksek sayıda tarafsız ülkeyi savaşa sürüklemeye çalıştıklarından, herhalde hoşnutturlar. Türkiye’nin bir gün pişman olup olmayacağını ise ileride göreceğiz”11 diyecektir.

Dış Siyaset Karışması

Anlaşma Türkiye’nin başına daha başka karışık sorunlar da çıkardı. İngiltere Türkiye’ye herhangi bir yardım yapmadığı gibi, 10 Haziran 1940’ta İtalya’nın Fransa’ya savaş ilan etmesi üzerine, bağlaşma anlaşmasının ikinci maddesi gereğince, Türkiye’nin İtalya’ya savaş ilan etmesini istedi.
İngiltere’nin Türkiye’yi savaşa sokma baskısı sürerken, 28 Ekim 1940'da İtalya Yunanistan’a saldırdı. İngiltere, Türkiye’nin 9 Şubat 1933'de Yunanistan ile yapmış olduğu dostluk anlaşmasını ileri sürerek Türkiye’nin savaşa girmesini bir kez daha yineledi.
Oysa, bu anlaşmaya göre Türkiye Yunanistan’ı bir balkan devletinin özellikle de Bulgaristan’ın saldırması durumunda savunacaktı. İngiltere bu maddeyi, Almanların Bulgaristan’ı elegeçirip Yunanistan’a girmiş olması nedeniyle, Yunanistan’ın Bulgaristan’dan gelen bir saldırıyla elegeçirildiğini (işgal edildiğini), buna bağlı olarak Türkiye’nin Yunanistan’ı savunması gerektiği biçiminde yorumluyordu.
Türkiye, yaptığı anlaşmanın doğurduğu sıkıntılardan bunalmışken, Fransa Almanya tarafından işgal edilerek savaş dışı kaldı ve İngiltere’yle ilişkisi kesildi. Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti bunu fırsat bilerek, bu durumun kendisine yansız kalma hakkı verdiğini ileri sürdü. Türkiye, kendisinin yaptığı anlaşmadan kurtulmak istiyordu. Ancak bu artık kolay bir iş değildi. İngiltere bu isteği görüşmedi bile. Üstelik Türkiye’yi, Alman ya da Sovyet saldırısına uğradığında yardım yapmamakla tehdit etti.



Almanya’ya Yanaşma

Almanya’nın Batı Avrupa ve Balkanlardaki başarıları Türkiye’yi bu kez Almanya ile anlaşma yolları aramaya sürükledi. 18 Haziran 1941 günü Türk-Alman Saldırmazlık Paktı imzalandı, üçlü bağlaşmaya karşın, Almanya ile yapılan anlaşma aykırı bir durum yaratıyordu.
Türkiye, içinde bulunduğu bağlaşmaya karşı savaşan bir başka ülkeyle saldırmazlık anlaşması imzalamıştı. Ölüm-kalım savaşına girmiş olan hem İngiltere’nin hem de Almanya’nın “bağlaşığıydı” örneği olmayan bu ilginç durum, Türkiye’yi çekinceli bir açmaz içine sokmuştu. O günlerde İngiltere, savaştığı Almanya ile saldırmazlık antlaşması bulunan Sovyetler Birliği’ne tepki duyuyordu. Türkiye ise, İngiltere ile bağlaşık (müttefik) olduğu için, hem Almanya’dan hem de Sovyetler Birliği’nden tepki alıyor, Almanya ile anlaştığı için de İngiltere’ye yaranamıyordu.
Türk-Alman saldırmazlık antlaşmasından dört gün sonra, Almanya Sovyetler Birliği’ne saldırdı ve dost-düşman ilişkileri daha da karıştı. Rusya’ya yönelen Alman saldırısı, Almanya’yla savaşan İngiltere’yi Sovyetler Birliği’nin “dostu” yaptı; Almanya’yla saldırmazlık anlaşması olan Türkiye’yi, Sovyetler’in güvenilmez komşusu durumuna getirdi.
Sovyetler Birliği ile savaşa giren Almanya, aynı İngiltere’nin yaptığı gibi, iletişim ve yaymaca (propaganda) araçlarını etkili bir biçimde kullandı ve Türkiye’yi Bolşevik Ruslar’ın “kötü amaçları” konusunda ‘bilinçlendirmeye’ girişti. Rusların Boğazları istediğini, Führer’in vermediğini yaydı. 1915’de olduğu gibi, İngiltere’nin Rusya ile birleşerek İstanbul Bölgesini Ruslara vereceğini ileri sürdü. 1941 Temmuz ve Ağustos aylarında Alman ve İtalyan yardımcı savaş gemileri Montreux anlaşmasına karşın, boğazları geçerek, Karadeniz’e açıldı. Bu eylem savaş sonrasında Sovyetler Birliği’nin, Türkiye’den boğazlar konusunda isteklerde bulunmasına gerekçe oluşturacaktır.
Almanya, yüksek kaliteli çelik yapmak üzere silah karşılığında Türk kromu istiyordu, oysa 1939 yılında Türkiye tüm kromunu İngiltere’ye satmayı kabul etmişti. Bu koşula ve anlaşma süresinin dolmamasına karşın Türkiye Almanya’ya krom sattı. Türkiye Almanya’nın, İran ve Afganistan’a, Türkiye üzerinden askeri malzeme, Suriye’ye de uçak benzini taşımasına gözyumdu. Savaşın Almanya aleyhine döndüğü anlaşıldığında bu kez Almanya’ya karşı tavır aldı. Türkiye’deki Alman yandaşları tutuklandı, Alman elçisine suikast düzenleme gerekçesiyle tutuklanmış olan iki Sovyet diplomatı serbest bırakıldı. Daha sonra Almanya’ya savaş ilan edildi.

Emperyalizme Bağlanma Süreci

1939 İngiltere-Fransa anlaşmasının üzerinde bu denli durulması, yalnızca savaş dönemindeki gelişmeleri incelemek değildir. Konuya verilen önem bu antlaşmayla girilen yolun, Türkiye’nin bugünkü duruma gelmesine yol açan bir süreci başlatmış olmasıdır.
Üçlü ittifak Anlaşması, Türkiye’nin yalnızca Atatürk tarafından çizilen dış politikasının bırakılması değil, daha önemli olmak üzere, emperyalizmle uzlaşma sürecinin başlangıcıdır. Doğurduğu sonuçlar önemlidir.
20 yıl önce, silahlı savaşım ile yenilen ve Türkiye’yi yok etmede kararlılığını açıkça ortaya koyan emperyalist devletlere, hiç gereği yokken bağlanma yoluna gidilmiştir. Sovyetler Birliği ve Balkan ülkeleriyle ilişkiler bir daha düzelmeyecek biçimde bozulmuştur. Türkiye, savaş sonrasında Batının kendisine biçtiği elbiseyi giymekten başka umarı (çaresi) olmayan bir konuma düşürülmüştür. Savaşarak kazandığı ulusal bağımsızlığını koruma ve buna bağlı olarak toplumsal kalkınmayı kendi öz gücüne dayanarak gerçekleştirme yolundan vazgeçmiştir. Türkiye’nin sorunlarına başkalarının karışmasına izin verilmiştir.
Üçlü İttifak Anlaşması’yla Mustafa Kemal Atatürk’ün; “İnsaf ve yardım dilenmek gibi bir ilke yoktur. İnsaf ve yardım dilenciliğiyle, ulus ve devlet işleri görülemez. Millet ve Devletin onuru, ancak bağımsız olmakla sağlanır.”44 ya da “...Bir ulus yalnız kendi gücüne dayanarak varlığını ve bağımsızlığını sağlayamazsa, şunun bunun oyuncağı olmaktan kurtulamaz.”12 sözlerinde karşılığını bulan ulusal bağımsızlık anlayışına sadık kalınmamıştır.

DİPNOTLAR

1 “Kominter Belgelerinde Türkiye - 3” Kaynak Yay. 2.Basım, sf.46-47
2 “Türkiye Siyasi Partiler 1859-1952” T.Z.Tunaya Arba Yay., Tıpkı Bas. İst. 1952, sf.616, “Kominter Belgelerinde Türkiye-3” Kaynak Yay., 2.Bas., sf.46
3 “Milli Kurtuluş Tarihi” Doğan Avcıoğlu 3.Cilt, sf.1328
4 a.g.e. sf.1516
5 a.g.e. sf.1482
6 “Siyasi Hatıralar” Ali Fuat Cebesoy 2.Cilt, sf.252
7 “İkinci Dünya Savaşına Ait Gizli Belgeler” Cüneyt Arcayürek Hürriyet 07.12.1972
8 “Atatürkten Hatıralar” Hasan Rıza Soyak 2.Cilt, sf.759
9 “Milli Kurtuluş Tarihi” Doğan Avcıoğlu İst.Mat., 1974, 3.Cilt, sf.1489
10 “Olaylarla Türk Dış Politikası” Siyasal Bilgiler Fakültesi Yay., sf.150, ak. D.Avcıoğlu “Milli Kurtuluş Tarihi” 3.Cilt, sf.1487
11 “Milli Kurtuluş Tarihi” Doğan Avcıoğlu 3.Cilt, sf.1504

12 “Milli Kurtuluş Tarihi” Doğan Avcıoğlu 3.Cilt, sf.1618

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder