3 Eylül 2014 Çarşamba

ALTIOK -1



Altıok, yaymaca (propaganda) amacı taşıyan sıradan bir tanımlama değil; mücadele içinde oluşan, yaşama bağlı ve geleceğe yön veren ilkeler bütünüdür. Geri kalmışlıktan kurtularak gelişmek isteyen bir ulusun, kalkınıp güçlenmek için izleyeceği yolu gösterir. Bu işin nasıl yapılacağını açıklar. İnsanı esas alır, bilime ve gerçeklere dayanır. Herşeyden önce, “çok yönlü, ileri ve çağın gereklerine uygun” belirlemeler; “halka verilen söz ve yükümlenmelerdir.” Toplumsal gelişimi temel amaç sayan, kendine güvenli ve devrimci bir yönetimin yapabileceği bir girişimdir. Türk ulusunun buluşudur ancak evrensel bir boyutu vardır.




Yaşanan Gerçek

Nutuk’un okunduğu Cumhuriyet Halk Fırkası İkinci Büyük Kongresi (1927), bir tüzük değişikliği yaparak; Cumhuriyetçilik, Milliyetçilik ve Halkçılık olarak tanımlanan üç anlayışı, partinin temel ilkeleri durumuna getirdi. 1931 Kongre’sinde bunlara; Laiklik, Devletçilik ve Devrimcilik eklendi ve bu altı ilke, 1937’de Anayasaya başlamı (maddesi) durumuna getirilerek, yalnızca partinin değil, devletin de temel ilkeleri oldu.
Altıok, yaymaca (propaganda) amacı taşıyan sıradan bir tanımlama değil; mücadele içinde oluşan, yaşama bağlı ve geleceğe yön veren ilkeler bütünüdür. Geri kalmışlıktan kurtularak gelişmek isteyen bir ulusun, kalkınıp güçlenmek için izleyeceği yolu gösterir. Bu işin nasıl yapılacağını açıklar. İnsanı esas alır, bilime ve gerçeklere dayanır.
Herşeyden önce, “çok yönlü, ileri ve çağın gereklerine uygun” belirlemeler; “halka verilen söz ve yükümlenmelerdir.”1 Toplumsal gelişimi temel amaç sayan, kendine güvenli ve devrimci bir yönetimin yapabileceği bir girişimdir. Türk ulusunun buluşudur ancak evrensel bir boyutu vardır.

Özgün ve Evrensel

Altıok, Türk Devrimi’nin yarattığı bir çağdaşlaşma izlencesi (programı) ve ezilen ulusların tümüne örnek oluşturan bir kalkınma yönetimidir. Temelinde, altı ilkenin tümüne tek tek ya da bütün olarak yön veren, tam bağımsızlık ve ulusal egemenlik anlayışı vardır. Bu anlamıyla altıok, aynı zamanda bir dünya görüşüdür.
İlkeler, birbirinden kopuk, biçimsel belirlemeler değil, birbirini tamamlayan ve birlikte değerlendirildiğinde anlamı olan saptamalardır. Birbirinden koparılarak ele alınırsa ya da bir kaçı yok sayılırsa, Türk Devrimi’ni temsil edemez, somut bir başarı sağlayamaz.
1923-1938 arasında gerçekleştirilen devrim atılımlarının tümü, Altıok içinde ifadesini bulur; hiçbir girişim dışarda kalmaz. Örneğin; Saltanat ve Hilafetin kaldırılması Cumhuriyetçilik’le; dil-tarih yenileşmesi milliyetçilik’le; eğitim birliği, tekke ve zaviyelerin kapatılması laiklik’le; kamulaştırmalar ve ekonomik uygulamalar devletçilik’le; tarım ve sağlık atılımları halkçılık’la; hukuk ve yenilikçi girişimler devrimcilik’le ilişkilidir. Bu ilişkiler, altı ilkenin bütünlüğü içinde, ayrıca birbirlerine bağlanmışlardır.

Cumhuriyetçilik

    Türk Devrimi'nin cumhuriyet anlayışı, kimi ülkelerde olduğu gibi kişi, zümre ya da soy egemenliğini örtmek için kullanılan, adıyla uyumsuz, biçimsel bir yönetim anlayışı değildir. Batıda ya da Doğuda görülen hiçbir cumhuriyet biçimine benzemez. Toplumu oluşturan tüm kesimleri kapsayan anlayışıyla, doğrudan ulusal egemenliği ve halkın gönencini amaç edinmiştir. Türk toplumuna özgü nitelikleriyle, eskiden gelen katılımcı anlayışın günün koşullarına göre uygulandığı, halka dayalı demokratik bir yönetim biçimidir. Toplumun ve devletin tüm gücü, yalnızca ulus ve halk için kullanılmıştır.
Yasama organı olarak Türkiye Büyük Millet Meclisi, azınlığı temsil eden, sınıf egemenliğine dayalı Batı parlamentolarından çok ayrımlıdır. Emperyalist işgale karşı, halkın temsilcileriyle ve bizzat halkın kendisi tarafından oluşturulmuştur. Aynı durum, yürütme, yasama ya da ulusal ordunun oluşumu için de geçerlidir. Bu kurumlarda görev yapan insanlar, en üstten en alta, tümüyle halk kökenlidir.
TBMM yönetim anlayışını, Fransız cumhuriyetçiliğinden ya da İngiliz parlamentarizminden değil; Göktürk toy’larındaki katılımcılıktan, Anadolu Ahi paylaşımcılığından ve İslamiyetin danışma (meşveret) geleneklerinden almıştır.
Türklerde halkın yönetime katılma geleneği, uzun bir bozulma döneminden sonra ilk kez, “Mustafa Kemal’in kurduğu Türkiye Büyük Millet Meclis’iyle yeniden gerçekleştirildi.2 Bu girişim, halka dayanan Türk yönetim geleneğinin, çağdaş yöntemlerle yeniden yaşama geçirilmesiydi. Göktürk toy ’larında, “iki koyunu olanın da iki bin koyunu olanın da” oyları eşitti. İslamiyette din adamları (ruhban) sınıfı yoktu. Hz.Muhammet, kendisine “halifeyi değil, ümmeti vekil bırakmıştı.” Halife ancak “vekilin vekili olabilirdi; bu da ancak meşveret yoluyla ve seçilerek gerçekleşebilirdi.”3 Mustafa Kemal, Meclis’te bu gerçeği vurguluyor ve “dünyada hükümetler için tek meşru esas meşverettir. Hükümetler için temel koşul, birinci koşul, yalnız ve yalnız meşverettir” diyordu.4

*

Türkiye Millet Meclisi, “dünya siyasi tarihinde örneği olmayan”5 demokratik ve savaşımcı bir yönetim organı, benzersiz bir temsil kurumuydu. Yetki ve yaptırım gücünü, kabul ettiği anayasadan çok, millet istencini (iradesini) yansıtan, yazılı olmayan ve kökleri Türk tarihine giden Kuvayı Milliye Ruhu’ndan alıyordu. Kuvayı Milliye Ruhu ise, “yüksek bir siyasi olgunluk seviyesine ulaşmış bir milletin, siyasi gücünü en görkemli ve en göz kamaştırıcı bir biçimde” kullanmasından başka bir şey değildi.6
Kuvayı Milliye Ruhu olarak tanımlanan ve çekince (tehlike) karşısında kendiliğinden devreye giren ulusal direnç, kuşaktan kuşağa geçen özgürlük tutkusunun doğal sonucuydu. “Binlerce yıldan beri dünyanın bilinen her köşesinde bağımsız devlet kurmaktan gelen” örgütçü gelenek; dayanışmayı, katılımcılığı ve özgürlük tutkusunu Türklerin özyapısı (karakteri) durumuna getirmişti. Görkemli bir tarihten bugüne taşınan birikim, Türk insanını millet bilinci konusunda, “en mükemmel üniversitelerden çok daha iyi yetiştiriyordu.” Devlete sahip çıkan bağımsızlık düşüncesi, “Türk milleti için babadan oğula geçen toplumsal bir mirastı.”7
Kurtuluş Savaşı’nı yürüten Meclis’te, toplumun hiçbir kesimi temsil dışı kalmamış; köylüler, askerler, din adamları, tüccarlar, aşiret ve tarikat şeyhleri, esnaf temsilcileri, doktorlar, avukat ve gazeteciler, aynı çatı altında tek bir amaç çevresinde birleşmişti. İzmir Milletvekili Mahmut Esat (Bozkurt), Meclis’i oluşturan milletvekilleri için, “belki elbisesiz, yakalıksız ya da bastonsuzdular, ancak ayaklarındaki çizmeleriyle subayları, ellerinde mübarek çekiçleriyle demircileri, çiftçileri, yani ülkenin tümünü, burada Meclis’in içinde görüyoruz” diyordu.8
Cumhuriyetçilik anlayışı böyle bir meclis içinde oluştu, geçmişten ve yaşamın içinden gelen özellikleriyle ilkeleşti. Birinci Meclis, cumhuriyeti ilan etmedi ancak özgün yapısıyla cumhuriyet düşüncesi, ilke ve işleyiş olarak onun içinde yaşıyordu. Halk adına; yasa çıkarıyor, uyguluyor ve yargılıyordu.

*

Mustafa Kemal, yeni Türk devletinin yönetim biçimi ve ona biçim veren Cumhuriyetçilik anlayışı için şu değerlendirmeyi yapacaktır: “Türkiye; milliyetçi, halkçı, devletçi ve devrimci bir Cumhuriyettir... Yurttaşların kişisel ve toplumsal özgürlüğünü, eşit ve dokunulmaz kılmak, mülkiyet haklarını saklı tutmak, Cumhuriyetin temel özelliğidir. Bu hakların sınırı, devlet varlığı ve otoritesi içindedir. Gerçek ve tüzel kişilerin faaliyeti, genel yararlara aykırı olmayacak, yasalar bu temele göre yapılacaktır”9; “başardığımız işlerin en büyüğü, Türk kahramanlığı ve yüksek kültürü olan Türkiye Cumhuriyeti’dir. Bu başarıyı Türk ulusunun ve onun değerli ordusunun, bir ve beraber olarak, kararlı bir biçimde yürütmesine borçluyuz”10; “Türk milletinin karakterine ve geleneklerine en uygun yönetim; Cumhuriyet’tir.”11

Milliyetçilik

           Milliyetçilik düşüncesi ilk kez, üretim ilişkilerine bağlı olarak, 18.yüzyılda Batı Avrupa'da, ortaya çıktı. Kapitalist uluslaşmanın doğal sonucu olan milliyetçilik akımlarının her biri, kendi pazarını korumaya yöneliyor, toplum bireylerini bu amaçla, çoğunluğu oluşturan etnik unsur çevresinde topluyordu. Sömürge gelirini sanayi üretimine dönüştürecek güçlenen ve devleti ele geçiren kentsoylu (burjuva) sınıfı, içte ulusal pazarını, dışra sömürgelerini korumak, bunun için milliyetçiliği geçerli düşüngü (ideoloji) durumuna getirmek zorundaydı. Avrupa milliyetçiliği, bu sorunluluğun sonucu olarak ortaya çıkmıştı.
Avrupa milliyetçiliği, sömürüye ve azgelişmiş ülkelerin servetlerine el koymaya dayandığı için; haksız, saldırgan ve ırkçıydı. Fransız Devrimi'nde anlamını eşitlik, kardeşlik, özgürlük tanımı, tüm insanlık ya da tüm Avrupa için değil, yalnızca Fransızlar, oda bir kısım Fransızlar için geçerliydi. Aynı Anlayış, başka Batı Avrupa ülkeleri için de geçerliydi. Hıristiyanlık ve ırkçılıkla donatılan Avrupa milliyetçiliği, sömürgecilik aracılığıyla dünyaya yayılan üstünlük ideolojisi durumuna getirilmişti.

                                                                   *

 Kurtuluş Savaşı’yla yükselen Türk milliyetçiliği, devrimlerle uygulamaya sokuldu ve kuramsal çerçevesi belirlenerek devlet siyasetine yerleştirildi. Kapsam ve nitelik olarak Batı milliyetçiliğinden çok ayrımlıydı.
Türkler, tarihin hiçbir döneminde; din, ırk, mezhep, sınıf ya da zümre egemenliğine dayanan yönetim biçimleri kurmamıştı. Toplum yaşamının her alanında geçerli kılınan katılımcı anlayış, yönetim yapılarına dolaysız yansıtılmış, doğaya ve topluma yabancılaşmayan, eşitlikçi düzenler geliştirilmişti.
Ulusal varlığı ve toplumun geleceğini korumak için milli kimlik özenle korunmuş, ancak başka din ve ırktan insanlara karışılmamış, asla baskı uygulanmamıştı. İnsanı esas alan anlayış ve erişilen uygarlık düzeyiyle, egemenlik kurduğu alanlarda, zora dayanmayan, yaygın ve etkili bir Türkleşme sağlanmasının nedeni buydu.
Kurtuluş Savaşı’yla başarılan şey, yönetim geleneklerini yitirerek çöken Osmanlı İmparatorluğu’nun yerine, Türk kimliğine geri dönerek, çağa uyan yeni bir devletin kurulmasıydı. Eskide olduğu gibi, ezene karşı ezilen, haksıza karşı haklı savunulacak ve ulusal varlık korunacaktı. Türk milliyetçiliği buydu.
Atatürk milliyetçiliği olarak da tanımlanan Türk milliyetçiliği, anti-emperyalist niteliği nedeniyle, aynı zamanda ve zorunlu olarak evrenseldi.
Sömürgeci devletler, dünyaya yayılıp ülkeleri kendilerine bağlarken, daha önce birbirleriyle ilişkisi olmayan bu ülkeleri, ister istemez ortak düşmana, yani kendisine karşı birleştirmiş olur. Onları sömürgeci dünya sisteminin parçaları haline getirirken, aynı zamanda, sömürgeciliğe karşı direniş ruhuna, bağlı olarak ezilen ülke milliyetçiliğine evrensel bir boyut kazandırır. Ezilen ülke milliyetçileri bilirler ki; ortak düşmana, yani emperyalizme karşı oluşan tepki, direnme duygularını geliştirerek onları birbirine yakınlaştırır; bu yakınlaşma doğal ve içten bir dostluğa dönüşerek uluslararası bir direnme gücü haline gelir.
Emperyalizmi ilk kez yenilgiye uğratan Türk milliyetçiliğinin, ezilen uluslarda büyük heyecan yaratması ve yüksek bir saygınlığa ulaşarak evrensel bir hareket haline gelmesinin nedeni budur.
Sömürgeciliğe ve emperyalizme karşı mücadele, ezilen ülke milliyetçiliğini, ırkçılığın dar kalıplarından çıkarır, özgürlüğü demokratik bir hareket haline getirir. Emperyalizmi uygulayan büyük devlet milliyetçiliğiyle, ezilen ulus milliyetçiliği arasındaki fark; despotlukla demokrasi, saldırganlıkla savunma, tutsaklıkla özgürlük arasındaki farktır. emperyalizme karşı çıkmayan kişi ya da ülkeler, kendilerine ne ad verirlerse versinler, demokrat ya da uygar olamazlar. Ezilen ulus aydınları, herşeyden önce emperyalizme karşı çıkmak, bunun için de milliyetçi olmak zorundadır. Milliyetçilik, ezilen ulusların emperyalizme karşı kullanabileceği tek silahtır.  

*

Türkiye Cumhuriyeti’nin milliyetçilik anlayışı, Misak-ı Milli sınırları içinde yaşayan Türklerin, gönenç ve mutluluğunu esas aldı. Ülke dışında kalan Türklerle ilgi ve ilişkisini kesmedi, ama konuyu, Pantürkist (dünya Türklerinin birliği) görüşlerden farklı biçimde ele aldı. Cumhuriyet Halk Fırkası’nın, 1931’de yapılan Üçüncü Büyük Kongresi’nde kabul edilen programda, konuyla ilgili olarak; “CHP milliyetçiliği, gerek bağımsız ve gerekse başka ülke uyruğu altında yaşayan bütün Türkleri, kardeşlik duygusuyla sevmek ve onların refahını dilemekle beraber, dışardaki Türkleri, iç siyasi uğraş alanı dışında tutar” deniliyordu.12
Mustafa Kemal, benzer yaklaşımı, Kurtuluş Savaşı’nın başlarında, 1 Aralık 1921’de açıklamış ve şunları söylemişti. “Biz büyük hayaller peşinde koşan, yapamayacağımız şeyleri yapar gibi görünen sahtekar insanlardan değiliz... Türkiye’de aslında, Panislamizm (İslam birliği), Pantüranizm (Turancılık) yapılmadı, yalnız yapıyoruz, yapacağız denildi... Haddimizi bilelim. Biz yaşamını bağımsız olarak sürdürmek isteyen bir milletiz. Canımızı yalnız ve ancak bunun için veririz”13 diyordu.

*

Mustafa Kemal, Türk milliyetçiliğinin özgün ve evrensel niteliklerini anlatan pek çok açıklama yaptı ve iç içe geçen bu ikili özelliğe önem verdiğini sıkça vurguladı. Evrensellik anlayışını, “dünyanın neresinde bir rahatsızlık varsa, bizden ne kadar uzak olursa olsun, bu rahatsızlıkla ilgilenmeliyiz. İnsanlığın tümünü bir vücut, her milleti bir uzuv saymak gerekir... İnsan kendi milletinin varlığını ve mutluluğunu düşündüğü kadar, bütün dünya milletlerinin huzur ve refahını da düşünmeli, kendi milletinin mutluluğuna ne kadar değer veriyorsa, bütün dünya milletlerinin mutluluğuna da o kadar önem vermelidir” biçiminde açıklıyordu.14
Emperyalizmin boyunduruğu altındaki “mazlum milletleri”, özgürlüklerine kavuşmak için, “milli amaçlarla” harekete geçen Türk Devrimi’ni örnek almaya çağırdı. Türk Devrimi’nin insanlık için, özellikle de Doğu için, ne anlama geldiğini açıklıyor, ilk örnek olmanın onur ve tehlikesine dikkat çekiyordu. “Batı emperyalizminin Doğuya yayılmasını durdurduğumuz için, Batı saldırganlığının bütün yükü bizim üzerimizdedir. Bu durum tehlikelidir ama Türkiye’yi öncü gören bütün Doğu halklarının sevgisini kazanmış bulunuyoruz. Türk halkı, bu konumu ile gurur duymakta ve Doğu’ya karşı bu görevi yerine getirmekten mutlu olmaktadır”15 ya da “Türkiye’nin mücadelesi yalnız kendi adına olsaydı, daha kısa, daha az kanlı olur ve daha çabuk bitebilirdi. Oysa, Türkiye’nin savunduğu dava, bütün mazlum milletlerin, bütün doğunun davasıdır”16 sözleriyle Türk Devrimi’nin evrenselliğini ortaya koyan açıklamalar yapıyordu.

Halkçılık


Fransız Devrimi’nde yurttaş, Rus Devrimi’nde yoldaş olan kavram, Türk Devrimi’nde halk sözcüğüyle tanımlanmıştır. Tanım ayrımlılığıyla sınırlı kalmayan bu tanım, devrimler arasındaki niteliksel başkalığın doğal sonucudur.
Fransız Devrimi’nde kentsoylular (burjuva) sınıfı, işçi ve köylüleri arkasına alarak beysoylular (aristokratlar) sınıfını; Rus Devrimi’nde ise, işçi sınıfı, köylüleri arkasına alarak kentsoylular ve beysoylular sınıfını yönetimden uzaklaştırmıştır.
Ayrı nitelikteki bu iki devrimin ortak özelliği, sınıf savaşımına dayanan iç çatışmanın, toplumsal savaşım durumuna gelmesidir. Fransız Devrimi’nin temel söylemi olan eşitlik, özgürlük, kardeşlik ve adalet gibi kavramlar, Fransız ulusunun tümünü değil kentsoylu sınıfını; Rus Devrimi’nde ise, toplumun tümünü değil, işçi sınıfını, belli oranda da köylülüğü kapsamıştır.
Türk Devrimi’ndeki halk anlayışı, Fransız ve Rus Devrimlerindeki yurtdaş ve yoldaş kavramından çok ayrımlıdır. Her şeyden önce, çatışma içe değil, dışa dönüktür. Sınıfsal değil, ulusaldır, emperyalist saldırganlığa karşı savaşılmaktadır. Bu özellik, halk tanımını sınıfsal ayırımlarla sınırlamaz, saldırganlarla işbirliği yapmayan herkesi kapsayacak biçimde genişletir. Halk tanımı, önemli oranda millet tanımıyla bütünleşir ya da en azından yakınlaşır.

*

Mustafa Kemal için halkçılığın anlamı, giriştiği savaşımın temel amacını oluşturmasıdır. Kurtuluş Savaşına girişirken, tam bağımsızlığa yönelen devrimleri gerçekleştirirken, yapılanların tümü halk içindir. Onun için devrim araç, halk amaçtır. Savaşıma atılırken; bürokratik yetkileri, siyasi bağlaşma (ittifak) ve uzlaşmaları değil, halkla bütünleşmeyi esas aldı. Halkın gücüne dayanmak için, doğrudan Anadolu’ya gitti. “Ordular yenilebilir, esas olan halktır. Halk, her zaman yeni ordu yaratabilir; millet, ordu durumuna gelebilir” diyordu.17 Bu yaklaşımla halkçılık ilkesi, bir anlamda Cumhuriyet Halk Fırkası’nın İkinci Büyük Kongresi’nde değil, 1919’da Samsun’a çıkışla başlatılmıştı.
Kurtuluş Savaşı’yla birlikte yaşama geçirdiği halkçı anlayışını, aralıksız 1938’e dek sürdürdü. Devlet siyasetine yön veren ana unsur, her aşama ve her uygulamada, halkın siyasi, kültürel, ekonomik haklarının güvence altına alınmasıydı. Yönetim işleyişi belirlenip yeni devlet kurulurken ya da ard arda gelen devrimlerle köklü dönüşümler gerçekleştirilirken, tek amaç, halkın yaşam düzeyinin yükseltilmesi, gönencinin arttırılmasıydı.
Anadolu gezilerinde, halkla yaptığı söyleşilerinde, yeni devletin amacının, onların sorunlarını çözerek, yaşamlarını kolaylaştırmak olduğunu söyledi. Söylemine her zaman sadık kaldı. “Siz halksınız, devlet artık sizsiniz: Türkiye’de bireyler arasında sınıf çatışması yoktur, çünkü yoksul düşmüş milletin tümü halktır” diyor; sözlerini, “Türkiye’de işçi sınıfı yok, çünkü gelişmiş bir sanayi yok. Milli burjuvazi henüz sınıf durumuna gelememiş. Ticaretimiz çok cılız, çünkü sermayemiz yok. Yabancılar bizi eziyor” diye sürdürüyordu.18

*

Yeni Türk devletinin, yeni anlayış ve kurumlarıyla, Batıdan ya da kendinden önceki Osmanlı devlet işleyişinden çok ayrımlı olduğunu açıklıyor ve “bunu bir kelime ile anlatmak gerekirse, diyebiliriz ki, yeni Türkiye Devleti bir halk devletidir, halkın devletidir” diyordu.19
Düşüncelerini, halka anlatırken açık ve dürüst davranıyordu. Yapamıyacağı bir şey söylemiyor, söylediği şeyi yapıyordu. Yapmaya söz verdiği işleri düzenli izlenceler durumuna getirerek gerçekleştirdi. Halkçılık anlayışını ortaya koyan pek çok açıklama yaptı.
Güven veren ve herkesin anlayabileceği açıklıkla dile getirdiği açıklamalarında şunları söylüyordu: “Sosyoloji bakımından bizim hükümetimizi anlatmak gerekirse, buna halk hükümeti deriz. Biz yaşamını, istiklalini kurtarmak için çalışan emekçileriz, kurtulmak ve yaşamak için çalışmaya mecbur bir halkız... Hakkımızı korumak, istiklâlimizi sağlamak için, bizi mahvetmek isteyen emperyalizme karşı, bizi yutmak isteyen kapitalizme karşı, milletçe savaşmayı uygun gören bir mesleği takip eden insanlarız”20... “Bizim halkçılık anlayışımız; kuvvetin, kudretin, egemenliğin ve yönetimin doğrudan doğruya halka verilmesidir, halkın elinde bulundurulmasıdır”21... “Devlet teşkilatı, baştanbaşa bir halk teşkilatı olacaktır, genel idareyi halkın eline vereceğiz. Bu toplumda hak sahibi olmak, artık herkesin bir işte çalışması esasına dayanacaktır, milletin tümü, hak sahibi olabilmek için, çalışacaktır.”22

DİPNOTLAR

1               “Tek Adam” Ş.S.Aydemir, 3.Cilt, Remzi Kit., 8.Baskı, İst.-1984, sf.443
2             “Atatürk ve Halkçılık” Prof.Cahit Tanyol, Türk.İş.Bank., Kül.Yay., sf.163
3             a.g.e. sf.163
4             a.g.e. sf.163
5               “Kuvayı Milliye Ruhu” S.Ağaoğlu, Kültür Bak.Yay., Ank.-1981, sf.11
6               a.g.e. sf.11
7               a.g.e. sf.12
8               a.g.e. sf.88
9               Ulus Gazetesi, 7 Mayıs 1935 (37)
10            “Atatürk’te Konular Ansiklopedisi” S.Turan, Y.K.Y., 2.B., 1995, sf. 129
11            “Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri”, III.Cilt, Türk İnk.Tar.Ens.Yay., Ank.-1954, sf.74 (43)
12            “Tek Adam” Ş.S.Aydemir, 3.Cilt, Remzi Kit., 8.Baskı, İst.-1983, sf.444
13            “Milli Kurtuluş Tarihi” Doğan Avcıoğlu, 3.Cilt, İst.-1974, sf.1416
14            “Tek Adam” Ş.S.Aydemir, 3.Cilt, Remzi Kit., 8.Baskı, İst.-1983, sf.417
15            Aydınlık 7 Kasım 1999, sf. 16
16          “Tek Adam” Ş.S.Aydemir, 3.Cilt, Remzi Kit., 8.Baskı, İst.-1983, sf.418
17          “Atatürk ve Halkçılık” Prof.Cahit Tanyol, Türk.İş.Bank., Kül. Yay., sf.51
18          “Bir Sovyet Diplomatının Türkiye Anıları” Ş.İ.Aralof, Birey Toplum Yay., 2.Baskı, Ank.-1985, sf.253
19          “Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri”, I.Cilt, Türk İnk.Tar.Ens.Yay., Ank.-1945, sf.309
20           “Atatürk Diyor ki” Varlık Yay., İst.-1957, sf.27
21          a.g.e. sf.27

22          “Vakit” 10 Aralık 1922; ak. “Atatürk Diyor ki” Varlık Yay., İst.-1957, sf.30

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder