3 Kasım 2014 Pazartesi

SALTANATIN KALDIRILMASI


Vahdettin, ulus vicdanını gerçek anlamda rahatsız eden ağır suçlar işlemişti. Anadolu’da ordu yoksulluk içinde savaşırken; kadınlar, yaşlılar, çocuklar ölüm dahil her türlü eziyeti göze alıp ateş hatlarına silah götürürken; İstanbul’da, “en sıradan hamal bile özgürlüğün temeline bir taş koymak için yaşamını tehlikeye atmaktan çekinmezken”; Padişah, tüm ulusun kutsal saydığı bu savaşa katılmamış, tam tersi her türlü karanlık oyun içinde düşmanla işbirliği yapmıştı. Tüm ulus, bağımsızlığı için “kendini feda ederken”, o ülkeyi işgal edenlerle anlaşmıştı. Kendi ulusunun başarısını değil, onu yok etmeye gelenlerin başarısını diliyordu. Düzenlediği iç isyanlarla kardeş kanı akıtmış, Kurtuluş Savaşı önderlerini idama mahkum etmişti.


Kaçış


Osmanlı İmparatorluğu’nun son padişahı VI.Mehmet (Vahdettin), 16 Kasım 1922 öğleden sonra, Saray hizmetlilerine o geceyi Tören Köşkü’nde geçireceğini bildirdi. II.Abdülhamit tarafından Alman İmparatoru II.Giyyom’u ağırlamak için 1889’da Yıldız Sarayı’na bağlı olarak yaptırılan bu bölüm, ivedi olarak ısıtıldı ve Vahdettin akşam Köşk’e geçti.
Görevliler, durumu olağan karşılamış, Büyük Millet Meclisi kararıyla tahttan uzaklaştırılan Padişah’ın, bundan böyle Tören Köşkü’nde yaşayacağını sanmıştı. Oysa, gerçek durum başkaydı. Devrik Padişah Köşk’e yerleşmek için değil, İngilizlere sığınarak ülkeden kaçmak için geliyordu.
Davranışı, önceden tasarlanmış ve bir plana bağlanmıştı. Altı yaşındaki oğlu Şehzade Ertuğrul, altı danışmanı, hekimi, iki harem ağası ve kendisi toplam on bir kişiydiler. Mücevherler, değerli taşlar, içinde altın olan saray eşyaları, Vahdettin’in “dikkatli gözetimi altında”, özenle sandıklara yerleştirilmişti.
17 Kasım sabahı saat 6’da, ortalık henüz tam ağarmamışken, küçük topluluk Köşk’ten ayrıldı. Dışarda, üzerinde kızılhaç işareti bulunan iki otomobil ve çevresinde İngiliz subay ve erleri bekliyordu. Küçük bir askeri birlik otomobilleri izledi. Bardaktan boşanırcasına yağmur yağıyordu. İngilizler yoğun yağmura karşın, gidilen yol boyunca, sözümona “yürüyüş ve silahlı talim için” toplanmıştı.
Gerçekte bu düzenleme, Padişah’ın güvenliğini sağlamaya yönelik, biraz da gülünç kaçan bir önlemdi. Arabalar, Dolmabahçe Sarayı’nın önünde durdu. İngiliz İşgal Güçleri Komutanı General Sir Charles Harrington ve kurmayları tarafından karşılanan “kaçaklar topluluğu”, Boğaz’da bekleyen Malaya zırhlısına gitmek üzere motorlara bindiler. On dakika sonra son Osmanlı Hükümdarı, ülkeden kaçmak için İngiliz donanmasının en büyük savaş gemilerinden birinin merdivenlerini çıkıyordu.
Bu çıkış, egemenlik gücünü yitirmiş yeteneksiz bir hükümdarın, yalnızca can kaygısıyla giriştiği kişisel bir eylem değil, onunla birlikte ve kuşkusuz daha önemli olarak; Avrupa’yı 500 yıl etkisi altına alarak dünya siyasetine yön vermiş büyük bir imparatorluğun çöküşünü noktalayan üzünçlü (dramatik) bir tarih olayıydı. Osmanlı ülkesinin hükümdarı, dünya Müslümanlarının dini önderi, Hıristiyan bir devlete sığınarak ülkesinden kaçıyordu. Böyle bir durum, 1400 yıllık İslam tarihinde ilk kez oluyor; “Peygamber’in temsilcisi gâvurlara sığınıyordu.”1

Kaçışın Etkisi

Vahdettin’in kaçışı, Ankara için, yenileşme önündeki önemli bir engeli kendiliğinden ortadan kaldıran “uygun” bir çözüm oldu. “Tutuklayıp sürgüne göndermek gibi hoş olmayan” bir girişime gerek kalmamış, Padişah kendi isteğiyle, üstelik “düşmanın yardımıyla” kaçmıştı. İslam dünyasındaki saygınlığı bir anda yok olmuş, “haksızlığa uğramış gibi görünme” şansını tümüyle yitirmişti. O artık, Müslümanların “nefretle andığı” sıradan bir sürgündü.2
Kaçışı, tüm ülkede çok sert söylemlerle kınandı. Çözülüp dağılmış olsa da büyük bir tarihe sahip koskoca bir imparatorluğun son temsilcisi, imparatorluğu parçalayan devletin işgalci ordusuna sığınarak kaçmıştı. Konumuna hiç yakışmayan bu girişimi, kendisini, Yunan Ordusu’na sığınan Çerkez Ethem’in düzeyine düşürmüştü. Atatürk Nutuk’ta ondan, “canını kendi milleti içinde tehlikede görerek, bir yabancının himayesine giren” ve bu davranışıyla “onuru yüksek soylu bir milleti utançlı duruma düşüren alçak” diye söz edecektir.3 Kaçış olayı için şunları söylemişti: “Vahdettin gibi hürriyet ve yaşamını milleti içinde tehlikede görecek kadar adi bir mahlûkun, bir dakika bile olsa, bir milletin başında olduğunu düşünmek ne hazindir. Şuna sevinebiliriz ki bu alçak, soyundan gelen saltanat makamından, millet tarafından atıldıktan sonra, adiliğini (denaet) tamamlamış bulunuyor... Biz Türkler, bütün tarihimiz boyunca, özgürlüğe ve bağımsızlığa simge olmuş bir milletiz. Değersiz yaşamlarını iki buçuk gün daha, alçakçasına sürükleyebilmek için her türlü düşkünlüğü gösteren halifeler oyununu da ortadan kaldırabileceğimizi gösterdik.”4

Akılcı Tutum

Vahdettin’in kaçışı, ‘kendiliğinden’ gelişen bir olaydı ancak ‘kendiliğindenlik’ gerçekte Ankara’nın sabırla sürdürdüğü akılcı bir siyasetin yönlendirilmesiyle elde edilen bir sonuçtu. Saltanatın kaldırılmasını amaçlayan demokratik düşünce, herhangi bir eyleme başvurmadan, Padişahı kaçmak zorunda bırakmıştı.
İşbirlikçiliği ve ihaneti açıkken, Kurtuluş Savaşı, o günkü koşullar gereği, “Padişahın ve Saltanatın tutsaklıktan kurtarılması” söylemiyle yürütülmüştür. Ancak, Saltanatın kaldırılmasına o günden karar vermişti.
Ancak altı yüz yıllık bir yönetimin toplum yaşamında yarattığı alışkanlıklar, böylesi bir girişimi o günlerde gerçekleştirilmesi güç ve çekinceli (tehlikeli) bir eylem durumuna getiriyordu. Toplumsal yapıyı gözeterek saptadığı gerçekçi politika, halkın padişahın gerçek yüzünü yaşayarak görmesini sağladı.

Ulus Vicdanı

Vahdettin, ulus duyuncunu (vicdanını) gerçek anlamda rahatsız eden ağır suçlar içinden geliyordu. Anadolu’da ordu yoksulluk içinde savaşırken; kadınlar, yaşlılar, çocuklar ölüm dahil her türlü eziyeti göze alıp ateş hatlarına silah götürürken; İstanbul’da, “en sıradan hamal bile özgürlüğün temeline bir taş koymak için yaşamını tehlikeye atmaktan çekinmezken”5; Padişah, tüm ulusun kutsal saydığı bu savaşa katılmamış, tam tersi her türlü karanlık oyun içinde düşmanla işbirliği yapmıştı. Tüm ulus, bağımsızlığı için “kendini feda ederken”, o ülkeyi işgal edenlerle anlaşmıştı. Kendi ulusunun başarısını değil, onu yok etmeye gelenlerin başarısını diliyordu. Düzenlediği iç isyanlarla kardeş kanı akıtmış, Kurtuluş Savaşı önderlerini idama mahkum etmişti.
Bunları yapan; “milletine, kanına, ırkına ihanet eden tüm Osmanlıların İmparatoru, tüm müminlerin emiri, halifesi, Tanrı’nın dünyadaki gölgesi, Mekke, Medine ve Kudüs’ün hadimi, Osmanlı hanedanının 37.hükümdarı; zayıf, beli bükük, esmer, korkak bakışlı bir ihtiyar”6 olan Vahdettin’di. Şimdi düşmana sığınarak gizlice kaçıyor, kaçarken de İngilizlerin isteği üzerine, Türkiye’yi, Hindistan başta olmak üzere, dünya Müslümanlarına şikayet etmeyi ihmal etmiyordu.
Dağıtmak ve yaymakla görevlendirdiği Şeyhülislam Sabri Bey’e imzalayıp verdiği metinde; “Müslümanlar, ben 380 milyon Müslümanın Halifesiyim. Ne varki Anadolu’daki sekiz milyon dindaşınızın kutsal ilkeleri hiçe sayan şimdiki yöneticileri, kişisel çıkarları için beni, atalarımdan kalan Osmanlı tahtından uzaklaştırıp Halife sıfatımı elimden alarak, İslamın kutsallığına kastettiler” diyordu.7 Bu davranışıyla, aslında Ankara’da yeni devletin kurucuları üzerindeki önemli bir yükü kendiliğinden kaldırmış oluyordu. Saltanat adına karşıtçılık yapanlar, artık sonsuza dek bu silahı kullanamayacaktı.

Karşıtçılar Cephesi

Vahdettin’in kaçışına dek yaşanan olaylar, Mustafa Kemal için, sıkıntılar ve kimi zaman çekincelerle örülmüş bir dizi gelişmeyi içeriyordu. Padişah’ın Kurtuluş Savaşı’na karşı yürüttüğü politikaya karşın, çıkarları saltanatın sürdürülmesine bağlı, sayısı az etkisi çok tutucular cephesi, düzeysiz karşıtçılıklarını, “altı yüz yıllık saltanatın korunması” üzerine oturtmuştu. Saltanata bağlılık geleneklere bağlılıkla bir tutuluyor, bu tutum başarıyla siyasi yaymaca (propaganda) aracı durumuna getiriliyordu.
Saltanatın kaldırılmasına karşı çıkan, tutucu kitlenin genişliği tam olarak bilinmiyor, gerçek gücü saptanamıyordu. Ancak, yaşanan bir gerçek vardı ki, bu gerçek karşıtçılığın gücü hakkında bir fikir veriyordu.
Kurtuluş Savaşı’na katılan ve ordudaki üst düzey görevleri süren kimi komutanlar, geleceğini duyumsadıkları (hissettikleri) devrimci atılımlardan korkmuş, ilk girişim olarak saltanatın kaldırılmasına onay vermek istemiyordu. Devlet kurumlarında, Meclis içinde ve yaygın örgüt ağına sahip tarikat çevrelerinde, güçlü bir karşıtçılık vardı. Buralarda; Mustafa Kemal’in saltanatı kaldırarak baskıcı bir yönetim kuracağı, “diktatör olacağı” ve halkın değerlerine saygı göstermeyeceği yönünde etkili bir yaymaca yürütülüyordu.

Silah Arkadaşları Karşı Çıkıyor

Böyle bir ortamda, Başbakan Rauf (Orbay) Bey, 12 Ekim 1922’de Refet (Bele) Paşa, Ali Fuat (Cebesoy) Paşa ve Mustafa Kemal Paşa’yı, Refet Paşa’nın Keçiören’deki evinde bir toplantıya çağırdı. Rauf Bey toplantıda; Meclis’in, “Saltanatın ve belki de Hilafetin” ortadan kaldırılacağı söylentisi nedeniyle kaygı ve üzüntü içinde olduğunu, “gelecekte yapacaklarından kuşku duyduğunu”, bu nedenle kamuoyuna bu tür söylentilerin doğru olmadığını bildiren bir açıklama yapılması gerektiğini söyledi.8
Mustafa Kemal, bu sözler üzerine, Kurtuluş Savaş’ındaki bu en yakın üç arkadaşına, ayrı ayrı, padişahlık ve halifelik konusundaki düşüncelerini sordu. Aldığı yanıtlar, daha işin başında karşılaşacağı güçlüklerin çetinliğini ortaya koyuyordu.
Rauf Bey soruya şu yanıtı verir: “Ben saltanat makamına ve hilafete duyunç ve duygu bakımından bağlıyım. Çünkü benim babam padişahın ekmeğiyle yetişmiş, Osmanlı Devleti’nin ileri gelen adamları arasına geçmiştir. Benim kanımda o ekmeğin kırıntıları vardır. Ben nankör değilim ve olamam, Padişaha bağlı kalmak borcumdur. Halifeye bağlılık ise terbiyem gereğidir.”9
Mustafa Kemal, kendine en yakın gördüğü komutanlardan böyle bir tutum beklemiyordu. Vahdettin, kendisi gibi bu üç savaş arkadaşını da idama mahkum ettirmiş, Rauf Bey’in Malta’ya sürülmesine onay vermişti. Refet ve Ali Fuat Paşalar, Padişaha bağlı iç ayaklanmaların yükünü çekmiş komutanlardı.
TBMM, 20 Ocak 1921’de kabul ettiği Anayasa’da “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir. Yönetim biçimi, halkın, kendi geleceğini bizzat ve eylemsel olarak yönetmesi esasına dayanır” diyerek10, Saltanatı yönetim düzeni dışına zaten çıkarmıştı. Bütün bunlara karşın, en yakınında bulunan insanlar şimdi, Padişahı koruyan bir tutum içine giriyordu.
Bu durum, zafer sonrasında bilinçsizlik nedeniyle ve bir kesimde yaygın olan, geleceğe yönelik amaçsızlığın doğal sonucuydu. Ne yaptığını ve neler yapacağını bilen yalnızca oydu. Batıyla birliktelik isteyen mandacılar, eski düzeni aynısıyla korumak isteyen tutucular, geçmişten gelen alışkanlıklarını aşamayan komutanlar ve yaşadığı koşulları kavrayamayan ‘aydınlar’, ortalıkta dolaşıyor, ne anlama geldiğini tam olarak kendilerinin de bilmediği öneriler yapıyor, görüşler ileri sürüyordu.
Mustafa Kemal’e, padişah ve halife olmasını önerenler bile vardı. Kurtuluş Savaşı’nın sağladığı amaç birliği, savaşın bitmesiyle bir anda dağılmış, belirsizliklerle dolu, karışık bir siyasi ortam oluşmuştu. Halkın sevinciyle, yönetimi ele geçirme hırsı peşindeki çıkarcıların hesapları iç içe girmişti.

Geleceği Kim Belirleyecek

Zafer’e karşın Türkiye’nin geleceği belirsizdi. İçerde ve dışarda, sonucu merak edilen ana sorun, Türkiye’nin geleceğini kimin belirleyeceğiydi. Bağımsızlıkta kararlı Kemalist devrimciler mi, Batıyla uzlaşmaya hazır eski düzen yanlıları mı egemen olacaktı?
Hemen her yerde, “görevleri sanki, Saltanat ve Hilafeti koruyup güçlendirmek olan”11 insanlar ortaya çıkıyordu. “Kurtuluş Savaşı’nın ortak ölüm-kalım çekincesi karşısında birleşen ve o günkü koşullar içinde adeta ihtilalci bir hava taşıyan ortak ruh hali”12, yerini şimdi; inançsal ayrılıkların, kişisel ya da kümesel (grupsal) çıkarların etkisi altında, çatışma olasılığı yüksek karşıtlıklara bırakmıştı. Bu karşıtlık kısa süre içinde o denli sertleşmişti ki, Meclis’te, “Yunanlılar’dan kurtulduk, bakalım Mustafa Kemal’den nasıl kurtulacağız?” diyebilen milletvekilleri ortaya çıkmıştı.13

Bilinç ve Kararlılık

Saltanat ve Hilafeti kaldırmaya çok önce karar vermişti. Uzun süre kendinde saklı tuttuğu bu kararını, örneğin Mahzar Müfit’e (Kansu) Erzurum Kongresi’nin son günü (7 Ağustos 1919) açıklamış, üstelik kimseye göstermemesi koşuluyla not ettirmişti.14
Meclis’te yaptığı pek çok konuşmada, egemenliğin yalnızca ulusa ait olduğunu, hiçbir güçle paylaşılmayacağını kerelerce yinelemişti. Halk yönetimindeki kalıcılığın, bu iki kurumun kaldırılmasıyla başarılabileceğini biliyor bu işe girişmek için uygun zamanın gelmesini bekliyordu.
Zafer sonrasında oluşan ve bilinmezliklerle yüklü, duyarlı bir denge ya da sessiz bir dengesizlik yaşanıyordu. Halkın kendisine duyduğu güven ve sevgiden başka hiçbir şeyden emin değildi. Girişeceği atılımlarda, halk dışında kimlerden ne kadar destek alacağı, örgütlü karşıtçılığın gücü ve etkisinin ne olacağı bilinmiyordu.

Eylemde Ustalık

Saltanatı kaldırmak için, önünde iki taktiksel seçenek vardı. “Ya uygun koşulların oluşmasını bekleyecek, ya da koşulları kendisi yaratacaktı.”15
Genel tutumuna uygun olarak, her iki seçeneği birlikte kullandı ve olayların da yardımıyla “harekete geçeceği koşulları” umduğundan önce elde etti. Bu olanağı ona, ilginçtir, yıllarca savaşım verdiği İngilizlerin siyasi öngörüsüzlüğü verdi.
İngiltere, 16 Ekim 1922’de Vahdettin’e bir yazı göndererek, barış koşullarını görüşmek üzere Lozan’a bir kurul göndermesini ve yaptıkları çağrıyı Ankara’daki Meclis’e iletmesini istedi.
Çağrının biçim ve içeriği, Saltanatın korunmasını isteyen İngilizler için, Armstrong’un söylemiyle; “düşüncesizce yapılmış vahim bir hataydı”16 ve bu girişim; “tam zamanında yapılmış bir beceriksizlik, ustaca yararlanılacak bir davet ve monarşiye karşı onu devirmek için kullanılacak bir silahtı.”17
İngiltere yaptığı resmi davetle, Vahdettin’i hala Türkiye’nin meşru temsilcisi olarak görüyor, zafer kazanmış Ankara’ya ona bağlı birim gibi davranıyordu. Bu davranış, ülkede ve Meclis’te büyük bir öfkenin doğmasına yol açtı. Siyasi hava bir anda değişti. Vahdettin, İngilizler ve Yunanlılar’ın yanında yer alan bir vatan hainiydi; o ve ona çağrı yapan Lloyd Geoerge, Türk ulusunun düşmanıydı; TBMM, Türkiye’nin tek meşru temsilcisiydi... Artık bunlar konuşuluyordu.
Padişahçılar sokağa çıkamaz olmuştu. Meclis hemen toplanmış, milletvekilleri Vahdettin karşıtı ateşli konuşmalar yapıyordu. “İstanbul Hükümeti de kim oluyordu. Modası geçmiş yaşlı budala Sadrazam Tevfik Paşa, çağrıyı imzalama yetkisini kimden almıştı? Bunlar Türkiye’yi kurtarmak için ne yapmıştı?”18 İstanbul’da, “hükümet adını ve kimliğini takınan kişilerin” Türkiye’yi temsil etmek bir yana, “Vatan Hainliği Yasası’na göre cezalandırılması” gerekiyordu.19 Meclis’e böyle önergeler veriliyordu.

Uygun Zaman

Uygun zaman gelmişti ve hemen eyleme geçmek gerekiyordu. Birşey yapılmazsa, kendiliğinden oluşan olumlu hava dağılabilir ve girişim en azından bir süre, yapılamaz duruma gelebilirdi. Saltanatın kaldırılmasını başarmak, oluşan uygun havaya karşın hala çekinceli ve güç bir işti. Yapılacak değişiklik, yönetim sorunuyla sınırlı kalmayan ve padişahın aynı zamanda halife olması nedeniyle dinsel boyutu olan duyarlı bir konuydu.
Gösterilen anlık tepki, esas olarak, Saltanat Makamına değil, Vahdettin’in kişisel ihanetineydi. Vahdettin’e duyulan öfke, doğru yere, yani Saltanata yönlendirilmeli ancak Hilafet şimdilik bunun dışında tutulmalıydı. Hilafete karşı bir hareket, halkın din duygularını incitebilir, yeni ve önemli sorunlar yaratabilirdi. Türkiye, çok duyarlı bir kavşak noktasındaydı; toplumsal denge, en küçük bir yanlış davranışla bozulabilecek durumdaydı.

Saltanat Kaldırılıyor

30 Ekim’de Meclis Başkanlığı’na, 80 imzalı bir önerge verildi. Onun da imzaladığı önergede, “Osmanlı İmparatorluğu’nun artık yıkıldığı, yeni bir Türk devletinin doğduğu, Anayasal düzen ile egemenlik haklarının ulusa ait olduğu” söyleniyor20, bunun kabul edilmesi isteniyordu. Mustafa Kemal ertesi gün, 31 Ekim’de, Müdafaa-i Hukuk Kümesi’nde konuştu ve Saltanatla Hilafetin birbirinden ayrılmasını istedi, isteğinin hukuksal ve dinsel dayanaklarını açıkladı. Bir gün içinde ard arda gelen kararlar, karşıtçıları hazırlıksız yakalamış, ortak bir karar oluşturmalarına fırsat vermemişti. Önergeler, birleştirilerek birlikte görüşme isteğiyle; Anayasa, Din İşleri ve Adalet Komisyonlarına gönderildi.
Bir gün sonra, 1 Kasım 1922’de, Meclis’te; yönetim biçimleriyle din ilişkilerini ele alan, geniş kapsamlı etkili bir konuşma yaptı ve komisyonların toplantı durumunda olduğu salona geçti. Üyeler sonuç vermeyeceği açıkça belli olan kısır tartışmalarla, karar vermeyi bilerek uzatıyordu. Tartışmaları, uzunca bir süre, “komisyon odasının bir köşesinden” izledi. Daha sonra söz aldı ve “önündeki sıranın üzerine çıkarak” ünlü konuşmayı yaptı: “Egemenlik ve Saltanat, hiç kimse tarafından hiç kimseye, bilim gereğidir diye görüşmeyle, tartışmayla verilmez. Egemenlik ve saltanat; kuvvetle, kudretle ve zorla alınır. Osmanoğulları, Türk ulusunun egemenlik ve saltanatına zorla el koymuşlar; bu zorbalığı (tasallutu), altı yüzyıldan beri sürdürmüşlerdir. Şimdi de, Türk ulusu bu saldırganlara, artık yeter diyerek ve bunlara karşı ayaklanarak egemenlik ve saltanatını, eylemsel olarak eline almış bulunuyor. Bu bir olup bittidir (emr-i vaki). Sözkonusu olan, ulusa saltanatını bırakacak mıyız, bırakmayacak mıyız değildir. Sorun, zaten gerçekleşmiş bir olayı açıklamaktan ibarettir. Bu, kesinlikle yapılacaktır. Burada toplananlar, Meclis ve herkes sorunu doğal bulursa, sanırım iyi olacaktır. Aksi durumda, yine gerçek, yöntemine göre ifade olunacaktır; ancak, belki bir takım kafalar kesilecektir. İşin bilimsel yönüne gelince, hoca efendilerin merak ve endişe etmelerine gerek yoktur. Bu konuda bilimsel açıklamalarda bulunabilirim.”21
Daha sonra; bilimsel değeri olan, yorum ve kanıtlarla; yönetim sorunu ve yönetim biçimleriyle ilgili, İslam hukukuna dayanan geniş açıklamalarda bulundu. Peygamber hadislerinden ve İslamiyetin yayılma dönemindeki uygulamalardan örnekler verdi. Bilgisi derin, savları somut, konuşması güçlüydü.
Komisyon üyelerinin hemen tümü etkilenmişlerdi. Eksikliklerini gördüler ve bunu açıkça dile getirdiler. Ankara Milletvekili Hoca Mustafa Efendi, “affedersiniz efendim; biz sorunu başka bakımdan (nokta-i nazardan) ele almıştık; açıklamalarınızla aydınlandık” dedi ve konu Karma Komisyonca bir çözüme bağlandı.
Aynı gün Meclis Genel Kurulu’na getirilen tasarı oybirliğiyle kabul edildi. Yalnızca bir kişinin “ben karşıyım” sesi, “oylamaya geçilmiştir söz yok” sesleri içinde kayboldu ve Büyük Millet Meclisi, 623 yıllık Osmanlı Saltanatına, 1 Kasım 1922’de son verdi.

DİPNOTLAR

  1. Mustafa Kemal ve Uyanan Doğu” Paul Gentizon, Bilgi Yay., 2.Basım, Ank.-1994, sf.37-38
  2. Atatürk” Lord Kinross, Altın Kit., 12.Baskı, İst.-1994, sf. 414
  3. Nutuk” Mustafa Kemal Atatürk, II.Cilt, TTK, 4.Baskı-1999, sf. 924
  4. a.g.e., II.Cilt, sf.924
  5. Mustafa Kemal ve Uyanan Doğu” Paul Gentizon, Bilgi Yay., 2.Baskı, Ank.-1994, sf.20
  6. a.g.e. sf.20
  7. Journal des Debats (Paris), 19.11.1922; ak. Bilal Şimşir, “Dış Basında Laik Cumhuriyetin Doğuşu” Bilgi Yay., Ank.-1999, sf.55
  8. Nutuk” M.K.Atatürk, II.Cilt, TTK, 4.Baskı-1999, sf.911
  9. a.g.e. sf.913
  10. Tek Adam” Ş.S.Aydemir, 3.Cilt, Remzi Kit., 8.Baskı, İst.-1983, sf.49
  11. Tek Adam” Ş.S.Aydemir, 3.Cilt, Remzi Kit., 8.Baskı, İst.-1983, sf.49
  12. a.g.e. sf.49
  13. Çankaya” F.R.Atay, Bateş A.Ş., İstanbul-1980, sf.314
  14. Erzurum’dan Ölümüne Kadar Atatürk’le Beraber” Mazhar Müfit Kansu, 1.Cilt, TTK Yay., 3.Baskı, Ank.-1988, sf.127-128
  15. Bozkurt” H.C.Armstrong, Arba Yay., İst.-1996, sf.157
  16. a.g.e. sf.157
  17. Mustafa Kemal” Prof.Paul Dumont, Kültür Bak.Yay., Ank.-1994, sf.99
  18. Bozkurt” H.C.Armstrong, Arba Yay., İst.-1996, sf.157
  19. Nutuk” M.K.Atatürk, II.Cilt, TTK, 4.Baskı, Ank.-1999, sf.919
  20. Tek Adam” Ş.S.Aydemir, 3.Cilt, Remzi Kit., 8.Baskı, İst.-1983, sf.56
  21. Nutuk” M.K.Atatürk, II.Cilt, TTK, 4.Baskı, Ank.-1999, sf.921

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder