1 Haziran 2015 Pazartesi

TÜRKİYE’DE PARTİ SORUNU


Türkiye’de geçerli olan siyasi dizge (sistem), söylendiği gibi çok partili bir düzen değil, gerçekte bir tür tek parti düzenidir. İçişleri Bakanlığı’na dilekçe veren herkes parti kurabilir ve Türkiye’de bu biçimde kurulmuş çok sayıda parti vardır. Her partinin adı, genel merkezi, genel başkanı başkadır. Ancak, bunlardan baraj geçip Meclis’e girenlerin tümü, hükümet kurduklarında dış istekleri yerine getirecekler ve IMF, Dünya Bankası ya da AB izlencelerinden oluşan tek bir politikayı uygulayacaklardır. Bunu yapmadıklarında hükümette kalamazlar. İç-dış ilişkiler ağının açık ya da dolaylı desteğiyle bulunduğu yere gelen parti başkanı, tek belirleyicidir. Partinin milletvekili adaylarını o belirler. Bunu yaparken, kendisini bulunduğu yere getiren güçlerin önceliklerine uygun bir kadroyu seçer. Böylece yasama gücünü temsil eden milletvekillerini gerçekte halk değil, parti başkanları, bağlı olarak iç-dış sermaye kümeleri belirlemiş olur.



Partilerin Ortaya Çıkışı

Türkiye’de Partilerin yönetim düzeni içinde yer alıp günümüzdeki konuma gelmesi, Batıda başlayan ve son iki yüz yılı kapsayan bir süreç içinde olmuştur. Siyasi partilerin, ortaya çıkışları, gelişip siyasete yön vermeleri, 19.yüzyıl Batı kapitalizminin gereksinimlerine ve gelişim isteğine uygun düşer. “Demokrasi”nin kurulup geliştirilmesi amacıyla değil, sınıf savaşımını yürütmek için kurulmuşlardır. Batı Avrupa’da çok sert geçen sınıf çatışmalarının ürünüdürler.
Türkiye partileri ise, Batıdan ayrımlı olarak, toplumsal düzenin doğal sonuçları olarak değil, Batıya benzeme isteğinin ürünleri olarak ortaya çıkmıştır. Genel olarak yapay ve öykünmecidirler. Bu nedenle, genel bir özellik olarak, Türk toplumun gelişme isteklerine, gereksinimlerine yanıt verememişlerdir. Ne öykündükleri Batı partileri gibi olabilmişler ne de halk içinde güven duyulan bir güç olmuşlardır.

Türkiye’nin Özgünlüğü

Türk toplumu, Batıdan çok ayrımlı bir tarihe ve geleneklere sahiptir. Her alanda var olan özgün yapısı, özellikle katılımcılığa dayanan yönetim biçimi belirgindir.
Türkler, bozulma ve güçsüzlük dönemleri dışında, genellikle toplumun tümünü kapsayan bir katılımcılık ve dayanışma ilişkisi içinde olmuşlar, bu ilişkiyi yönetim düzenine yansıtabilmişlerdir. Türk tarihine ve geleneklerine uyum gösteren siyasi örgütlenmeler başarılı olmuş, başka toplumlara benzeme çabaları Türk halkı tarafından hiçbir dönemde kabul görmemiştir.
20.yüzyıl başında gerçekleştirilen Müdafaa-i Hukuk örgütleri, Birinci Meclis ve 1930 CHP’si, halkla bütünleşen, özünü koruyarak gelişmeye ve katılımcılığa dayalı, yenileşmeci örgütlerdir. Bu nedenle başarılı olmuşlardır.

Öykünme

Türkiye siyasi partileri, genel bir özellik olarak, kitleleri yeterince örgütleyememiş; parti çalışmaları, halktan kopuk, dar kümelenmelerin etkinliği olarak kalmıştır.
Cumhuriyet’ten önce ülkedeki parti etkinliklerinin hemen tümü, yalnızca İstanbul ve Selanik çevresinde toplanmış, özellikle Anadolu halkıyla herhangi bir bağ kurulmamıştır. 1919-1938 arası, halk örgütlenmesinin yaşanmış tek başarılı dönemidir.
1945 sonrasındaki çok partililik ise, denetim altında tutulan, halka kapalı öykünmeci bir parlamentoculuk ve siyasi yabancılaşma dönemidir. Batıya bağlanırken halktan uzaklaşmayı, bağlı olarak siyasi çözülmeyi getiren bu dönem, üstelik yoğunlaşarak bugün de sürmektedir.
Yaşanan siyasi çözülme ve yabancılaşma o denli yoğundur ki, Türkiye’de yönetime gelmek isteyen partiler artık, genel başkanlarını Washington ya da Brüksel’e yollamak ve Batıya kendilerini kabul ettirmek zorundadırlar. Partiler, meşruiyetlerini Türk ulusunun varlığında ve Kurtuluş Savaşı’nda değil, Batı merkezlerinde aramaktadırlar.

Para ve Siyaset

Türkiye’de siyaset artık, parası olmayan insanlar için yapılması olanaksız bir eylemdir. Küresel güçlerle bütünleşen büyük sermaye, akçalı (mali) ilişkiler ve basın gücüyle siyasete tümüyle egemen olmuş; ulusal devlet, önemli oranda, kendisini yok edecek dış bağlantılı kadroların eline geçmiştir.
Bu durum akçalı ve siyasi güç sahiplerine, üzerinde özgürce hareket edebilecekleri geniş bir alan yaratmaktadır. Küresel güç, işbirlikçi sermaye ve politikacı ekseninde sağlanan birliktelik, yoksul ve örgütsüz kılınan halkın politikadan uzak tutulmasını sağlamıştır. Politikanın işlevi, artık, halkın ve ulusun çıkarlarının savunulması değil, çıkar elde etme amacıyla küresel güçlerle kurulan yakınlık ve onlara verilen hizmettir. Burada söz konusu olan, siyasi demokrasinin bilinen işleyişi değil, paranın egemenliğidir.

Dışa Bağlılık

Türkiye’de geçerli olan siyasi dizge, söylendiği gibi çok partili bir düzen değil, gerçekte bir tür tek parti düzenidir. İçişleri Bakanlığı’na dilekçe veren herkes parti kurabilir ve Türkiye’de kurulmuş çok sayıda parti vardır. Her partinin adı, genel merkezi, genel başkanı başkadır. Ancak, bunlardan baraj geçip Meclis’e girenlerin tümü, hükümet kurduklarında dış istekleri yerine getirecekler ve IMF, Dünya Bankası ya da AB programlarından oluşan tek bir politikayı uygulayacaklardır. Bunu yapmadıklarında hükümette kalamazlar.
Ekonomiyi ve iletişim gücünü ele geçiren uluslararası sermaye, işbirlikçileri aracılığıyla siyaseti denetim altına almış, partiler üzerinde kesin bir egemenlik kurmuştur. Parti yöneticilerinin pek çoğu, elde edilmiş elemanlar ya da küresel güçlere karşı direnemeyecek yetersiz kişilerdir. Bu nedenle; parti izlencelerinde (programlarında), seçim bildirgelerinde ne yazılırsa yazılsın, seçim meydanlarında ne söylenirse söylensin, yönetime geldiklerinde dışarda belirlenen izlenceleri uygulayacaklardır. Partiler artık, ülkenin ve halkın sorunlarını çözmenin değil, yönetimdeki bozulmanın araçları durumuna gelmiştir.

Çok Partili” Tek Parti Düzeni

Türk halkı, her çeşit partiyi denemiş ve her dört ya da beş yılda bir önüne koyulan sandığa oy atarak bunları sırayla yönetime getirmiştir. Son yirmi yıl içinde ANAP, SHP, DYP, CHP, RP, MHP, DSP ve AKP; hükümetlerde yer almış ve tümü aynı politikayı uygulayarak, halkın sorunlarını gidermek yerine daha da ağırlaştırmıştır.
Bu durum gerçekte, son yirmi yılla sınırlı da değildir. 1919-1938 dönemi dışında, Tanzimat’tan günümüze dek, Türkiye’de sürekli olarak Batı yanlısı politikalar uygulanmıştır. 19. yüzyıl sonundaki Prens Sabahattin’in ademimerkeziyetçiliği ile AKP’nin Kamu Reformu Yasası arasında niteliksel bir ayrım yoktur. 20.yüzyıl başındaki Hürriyet ve İtilaf’ın liberalizmiyle, bugünkü Gümrük Birliği uygulamaları aynıdır. Dünün Osmancılığı bugün barış süreci olmuştur.
Yaşananların kaçınılmaz sonucu, ülke sorunlarının sürekli artmasıdır. Bu tür politikalar Osmanlı İmparatorluğu dağıttı. Bugün Türkiye Cumhuriyeti çekince altındadır. Siyasi ve ekonomik sorunlar, giderek çözümü güç ulusal sorunlar durumuna geliyor. Siyasi partiler ve yöneticileri artık, halkın saygı duymadığı, çıkar peşinde koşan, güvenilmez kişilerdir. Toplum katında, sevgi ve güvene dayalı bir saygınlıkları yoktur.
Partiler kendilerini, katılımcı işleyişe sahip, demokrasiye inanan örgütler olarak göstermek isterler. Ayrımlı bir yönetim seçeneğini içinde barındırmayan, bu nedenle sonucu değiştirmeyen seçimler, bu tür partiler ve temsil ettikleri güçler için “demokrasinin” tek göstergesidir. Parti yöneticileri, sermaye sözcüleri ve basın, konuyu sürekli bu biçimde dile getirir. Ancak, gerçekte hiçbir parti, demokratik işleyişin hiçbir kuralını, hiçbir zaman işletmez.
İç-dış ilişkiler ağının açık ya da dolaylı desteğiyle bulunduğu yere gelen parti başkanı, tek belirleyicidir. Partinin milletvekili adaylarını o belirler. Bunu yaparken, kendisini bulunduğu yere getiren güçlerin önceliklerine uygun bir kadroyu seçer. Böylece yasama gücünü temsil eden milletvekillerini gerçekte halk değil, parti başkanları, bağlı olarak iç-dış sermaye kümeleri belirlemiş olur.
Bu tür ilişkiler yazılı ya da sözlü buyruklarla yürütülmez. Parti başkanı, dışarının kendisinden beklediği uygulamaları bilir ona göre davranır. Halk, önüne konulan sandığa oy atmaktan başka bir şey yapamayan edilgen bir kalabalık durumuna getirilmiştir. Kime oy verse sonuç değişmez ve sandıktan her zaman benzer nitelikte insanlar çıkar. Çünkü yönetime gelebilecek tüm partilerin genel başkanları aynı şeyi yapmış ve Batıcılığı tek doğru kabul eden insanları aday göstermiştir. Halkın ya da onu temsil edecek aydınların Meclis’e girmesi olanaklı değildir. Birkaç aykırı örnek, genel durumu değiştirmez.

Yapaylık

Değişmez parti egemenleri olan genel başkanlar, “demokratça” açıklamalar yaparlar, her düşünceye saygı gösteriyor görünürler. Ancak, bu yalnızca görünüşte böyledir. Gerçekte, en küçük bir eleştiri ve tartışmaya bile katlanamazlar. Bu tutum, yaptıkları işin niteliğinden kaynaklanan bir davranıştır.
Halkın çıkarlarını değil, küresel politikayı savunmaları, onların, parti ve meclis kümesi (gurubu) üzerinde deliksiz bir egemenlik kurmasını zorunlu kılar. Bunu ne denli başarırlarsa, bağlantılı oldukları çevrelerde o denli değer kazanırlar. Aday yapıp, halka seçtirdikleri milletvekillerine söz geçiremediklerinde, hemen ortaya çıkan genel başkan adaylarından birine, koltuklarını kaptıracaklarını bilirler.
Böyle bir ortamda katılımcılığın, düşünceye saygının, ilkeli çalışmanın ya da tartışmanın kuşkusuz yeri yoktur. Gösterişli kurultaylar, parti içi seçimler, genel başkanın belirlediği kişilerin onaylanmasından başka bir değeri olmayan, göstermelik işlerdir. Bu nedenle, günümüz siyasi partileri, partiden çok aşiret ya da tarikat türünden feodal yapılara, parti başkanları da bu yapıların reislerine benzer. Küreselleşmeci ideologların, yeni-feodalizm adını vererek yücelttikleri böylesi bir ortam içinde, küresel egemenliğin ana ereği olan ulus-devlet çıkarları, parti politikalarında doğal olarak yer almaz, tersine devlet, bilinçli bir biçimde etkisizleştirilir.

Nesnellik

Türkiye’de ülke yararına siyaset yapmak isteyenler, toplumun tarihsel, toplumsal, ekonomik ve kültürel özelliklerini tam olarak bilince çıkarıp, örgütlenmeli ve örgütlerini bu özelliklerle bütünleştirmeyi başarmalıdırlar. Çağdaşlık, gelişkin olana benzemeğe çalışmak değil, kimliğini koruyarak günün gereklerine yanıt verecek biçimde geliştirmektir. Toplumu tanımak, koşullarını ve gelişimini bilmek, onu değiştirip geliştirmenin ön koşuludur. Topluma yabancı kalan bir siyasi örgüt, ne denli ileri ve çağdaş görünürse görünsün, etkili olma şansına sahip değildir.
Her toplum; yapısına, gelişim düzeyine ve geleneklerine uyum gösteren bir siyasi yapılanma içinde olmak zorundadır. Kişisel ya da kümesel istekler, gerçeklerden kopuk zorlamalar ya da başka toplumlara özenmeler, başarı şansı olmayan girişimlerdir.
Siyasetle uğraşanların yapması gereken, iyi olacağına inandığı kişisel yargılarını topluma kabul ettirmeğe çalışmak değil, toplumun gelişme isteklerini saptayıp, bu istekleri bütünlüğü olan bir izlence durumuna getirerek uygulamaktır. Bunun için kitleleri örgütlemek ve halktan kopmadan ona öncülük etmek gerekir.
Hiçbir toplumsal düzen sonsuz değildir. Ortaya çıkar, gelişir ve karşıtına dönüşerek ortadan kalkar. Bu; nesnel, önlenemez ve yinelenemez evrensel bir süreçtir. Siyasetçinin görevi, hangi süreç yaşanıyorsa ona uygun davranmak, toplumu, koşulları oluşmuş bir ilerlemeye yöneltmektir. Koşulları oluşmayan hiçbir toplumsal dönüşüm gerçekleştirilemez. Ancak, koşulları oluşan her toplumsal dönüşüm de kendiliğinden gerçekleşmez. Bunun için insan eylemine gereksinim vardır. İnsan eylemi, yani siyasi örgütlenme, toplumsal dönüşümler için gerek ancak yetmez şarttır. Yeterlilik, doğal sürecin olgunlaşmasıdır.

Aydınlar

Türk aydınları, gördüğü ağır baskının sonucu olarak, toplumsal koşullara uygun ve ulusal gereksinimlere yanıt veren bir siyasi örgütlenmeyi gerçekleştirememiştir. Bir kısım aydın ise, Türk toplumunun özgün yapısını kavrayamamış, öznel yargılarla devinerek (hareket ederek), yaşamdan kopuk bir siyasi davranış içine girmiştir.
18.yüzyıldan sonra Batının artan gücü ve Osmanlı İmparatorluğu’nun çözülüşü, yaygın ve kalıcı bir kimliksizleşme sorunu yaratmış, kendine güven yitirilmiştir. Ekonomik ve kültürel çöküşe neden olan Batı, bilgisiz ve bilinçsiz bir ortam içinde, kurtuluş aracı olarak görülmüştür.
Çağdaşlık adına Batıcılığa, din adına Arapcılığa ve özgürlük adına etnik ayırımcılığa dayanan siyasi kümeler, bu görüşün ortaya çıkardığı oluşumlardır. Tanzimat anlayışındaki partiler, tekke ve tarikatlar, bölücü örgütler, tümü birden Batıyla uzlaşan, kimi zaman Batı tarafından kurulan ve Türkiye’ye karşı kullanılan yapılanmalardır. Bu tür yapıların kolayca ortaya çıkarılıp Türkiye karşıtlığında kullanılmasının ve Batının Türk siyasi yaşamında bu denli etkili olabilmesinin temel nedeni; Türkiye’de ulusal sanayinin güçlenememesi, ulusal pazarı koruyacak ulusal sermayenin yeterince gelişmemiş olması ve bu süreci kavrayan yeterince aydının ortaya çıkmamasıdır. Halk ve ulus yararına çalışacak partiler bu gerçeği bilmeli ve ulusal sermayenin korunup geliştirilmesi için her türlü önlemi almalıdır.

Olması Gereken

Türk toplumu, savaşım öncelikleri ve temel amaçlar bakımından, Batı toplumlarından çok ayrı özelliklere sahiptir. Örnek alma ya da benzemeğe çalışma bu nedenle başarılı olamaz. Gelişmiş ülke partilerinin, kendi aralarında benzer özellikleri vardır, çünkü benzer toplumsal yapıların ürünüdürler.
Oysa azgelişmiş bir ülke olarak Türkiye’nin gelişmiş ülkelerle ilişkisi, sömüren-sömürülen ilişkisidir. Türkiye için yararlı olan, Batı için zararlıdır. Bunun tersi de geçerlidir. Emperyalizmin ekonomik ve siyasi işgali altında aşiret ve tarikat ilişkilerini içinde barındıran bir ülke olan Türkiye, bağımsız olma ve uluslaşma gereksinimi içindedir. Bu nedenle, emperyalizme ve Orta Çağ kalıntılarına karşıtlık, halkın ve ulusun sorunlarını çözmek isteyen örgüt ve partilerin temel ilkesi olmalıdır.
Emperyalizme karşıtlık tam bağımsızlık, feodalizme karşıtlık ise demokrasi demektir. Bağımsızlık ve demokrasi için savaşımı, izlencesinin başına koyan partiler, başarılı olur ve kitlelere ulaşabilir. Çünkü işbirlikçi olmayan herkes, yani ulusun büyük bir bölümü, böyle bir savaşımın özlemi içindedir. Bu özlemi giderecek parti, kaçınılmaz olarak sınıfsal değil, ulusal bir partidir. Türkiye gibi emperyalist boyunduruktan kurtulmak zorunda olan ülkelerde, geçerli parti türü budur.


Devlet ve Ordu

Türk toplumunda kamusal işleyişe büyük önem verilir. Bu önem, tarihin her döneminde geçerlidir ve başka toplumlardan başkadır. Devlet yalnızca toplum düzenini sağlayan bir aygıt değil, aynı zamanda bireyler arasında eşitliği amaçlayan ve tüm kesimlerce saygı duyulan dayanışmacı bir örgüttür. Toplumsal ve ulusaldır.
Devletin temel dayanağı ve koruyucu gücü olan ordu, bireylerin her şeyiyle bağlı olduğu ana kurumdur. Bu iki kurum, çok eski dönemlerden beri Türkler için her koşulda ve her ne pahasına olursa olsun, korunup güçlü tutulması gereken temel kurumlardır.
Batının bu iki kurum üzerine bugün yöneltmiş olduğu yoğun baskının nedeni budur. Onlar bilirler ki, devlet ve ordu çökertilmeden Türk toplumuna egemen olmak, olanaksızdır. Ulus yararına çalışma yapacak partiler, bu gerçeği bilmeli ve savaşımını buna göre biçimlendirmelidir.
Devlet ve orduyla uyumsuzluğu ya da çelişkisi olan partilerin, Türkiye’de başarılı olma şansları yoktur. Bunlar, ancak dış destekle ayakta kalabilir. Varlıkları, Türkiye’nin ulus olarak varlığıyla tam olarak çelişir. Bu tür partiler, devlet güçlendikçe zayıflar, devlet zayıfladıkça güçlenir.

Önderin Önemi

Türk toplumunda önder önemlidir. Devlet ve ordu başkanlarına ya da halk içinden çıkan doğal önderlere büyük saygı gösterilir, buyruklarına istekle uyulur. Halk öndere, görevinde başarılı olması için her türlü desteği verir, ona son derece saygı gösterir. Ancak, önder de halkı düşünmek, sorunlarını çözmek zorundadır.
Gösterilen saygı ve bağlılık içtendir ancak sonsuz değildir. Halkın ve ulusun sorunlarını çözemeyen önder, gözden düşer ve görevden uzaklaştırılır. Siyasi, ekonomik ve kültürel tüm örgütlerde, önder örgütle, örgüt de önderle özdeşleşir.
Devlette hakan, orduda komutan, tekkede şeyh, esnaflıkta ahi büyüğü ile topluma yerleşen öndere saygı geleneği, etkisini önemli oranda bugün de sürdürmektedir. Bu gelenek, doğru biçimde kullanılırsa, toplum yararlarının korunması açısından önemli bir olanaktır. Türk halkı öndere güven duyarsa, onun yetkilerini arttırır ve onu uzun süre görevde tutar, sık sık değiştirmez.
Günümüz partilerinde, parti genel başkanları bu geleneği, genellikle olumsuz bir biçimde kullanmakta ve buyrukçuluğu temel davranış durumuna getirmektedirler. Bunlara göre, yalnızca parti yöneticileri değil, ulus adına görev yapması gereken milletvekilleri de, başkanlarının isteklerini sorgulamadan yerine getirmelidir. Bunu yapmayıp doğru bildiği yönde davrananlar, partide barındırılmazlar.
Ülke sorunlarına çözüm bulmak isteyen partiler, Türk halkında yerleşik ve özgün bir yaklaşım olarak varlığını sürdüren önderlik anlayışını iyi değerlendirmek ve doğru yönde kullanmak durumundadırlar. Parti önderleri ise, yönetimde katılımcılık ve danışmanın devlet geleneği olduğu bir toplumda bulunduklarını asla unutmamalıdırlar.

Tarihi Bilmek

Ülke sorunlarını çözmek isteyen parti yetkilileri, geleneklere ve ulusal onura önem vermeli tarihi bilmelidir. Türk halkı, geleneklerine ve kimliğine karşı son derece duyarlıdır. Aynı duyarlılığı kendisini yönetenlerden de bekler. Beklentilerinin karşılanmaması durumunda, ciddi gördüğü bir başka önderlik altında toplanır.
Öz ve biçim olarak doğru yaklaşıldığında, hemen örgütlenir. İlerlemeden yana her türlü yeniliğe açıktır. Kendisine yapılan iyiliği, sağlanan gönenci asla unutmaz. Dayançlıdır (sabırlıdır) ancak kandırıldığını ya da oyalandığını anladığında, kendi olanakları içinde önlem almakta gecikmez. İnandığı devinime, yönetime ya da örgüte içtenlikle katılır. Ulusal varlığa yönelen silahlı gözkorkutma (tehdit) karşısında, toplumsal direnme gücü kendiliğinden devreye girer ve sıradışı bir dirence dönüşür. Başarılı olmak isteyen parti ve örgütler bu özelliği kesin olarak dikkate almalıdır.

Yapılması Gereken

Ulusa hizmet etmek isteyen partiler, sosyal dayanışmaya, yardımlaşma ve katılımcılığa özel önem vermelidir. Her tür inanca saygılı olmanın laiklikle olanaklı olduğunu unutmamalıdır. Haksızlık ve sömürünün her türüne karşı çıkmalı, yoksul ve güçsüzün yanında yer almalıdır. Türk kimliğine sahip çıkmalı ancak ırkçı olmamalıdır. Etnik ayırımcılığa karşı çıkmalı, ulusun bütünlüğünü savunmalı ve ayrılıkçılığa yol açacak olay ve gelişmelere izin vermemelidir. Eğitim, çocuk ve kadın sorunlarına öncelik vermeli, çözüm üretip uygulamalıdır. Yönetim işleyişinde yansız, adil, hukuka saygılı ve meşruiyetçi olmalıdır. Türkiye’de meşruiyetin ancak ulusal bağımsızlıktan, Kurtuluş Savaşı’ndan ve Cumhuriyet Devrimlerinden alınabileceğini unutmamalıdır.

Bunlar yapıldığı sürece, başarısızlık gibi bir sonuç, asla olmayacaktır. Çünkü bu yaklaşımlar, Türkler’in yaşamlarında alçak gönüllülükle ve önemseyerek uyguladığı, doğal davranışlardır. Kurtuluş Savaşı ve Türk Devrimi, bu gerçekliğin en belirgin göstergesi, en açık kanıtıdır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder