21 Haziran 2015 Pazar

CUMHURİYET VE SOYADI SORUNU


21 Haziran 1934’de, uluslaşma sürecinde önemli yeri olan Soyadı Kanunu kabul edildi. Yazıyı bu amaçla yayınlıyoruz.

Türkler, özgür ve katılımcı toplum düzenleri geliştirerek bireylerin; buduna bağlı, yalın ve sıradan, eşitler durumuna gelmesini sağlamıştır. Ancak bu eşitlik, kimliksizliğe ya da soyun göz ardı edilmesine asla yol açmamış, ilişkinlik (aidiyet) duygusu güçlü biçimde korunmuştur. Türklerde; boya, buduna, millete bağlılık, aile ve aile büyüklerine saygı, geçmişini bilme, onu koruma güçlü bir gelenektir. Oysa, Osmanlı padişahları, imparatorluğa dönüşen devleti koruma adına, saltanat orununu baskıcı bir güç durumuna getirmek zorundaydılar. Erki korumak için, yönetime ortak olabilecek kişi ya da kümelerin olmaması gerekiyordu. Tahta gözkoyabilecek bir soy bırakmamak için, Türk ailelerinden kızlarla değil Hıristiyan kadınlarla evlendiler. Devşirmelerle, adsız ve ailesiz bir yönetici sınıf yarattılar. Batıda sanayi devrimiyle yurttaş durumuna gelen insanlar, ad ve soyad alırken, Türkiye’de insanların kimliğini ve geçmişini bilmemesi için her şey yapıldı ve 1934 yılına dek soyadı kullanılmadı. Cumhuriyet, katılımcılığı geliştirmek için bu sorunu çözmek zorundaydı. Atatürk’ün öncülüğünde bunu da kısa bir sürede başardı.


Posta Memuru Hikmet”

İstanbul’da 1924 Mart’ında, denizde intihar ettiği anlaşılan ve üzerinden “Posta Memuru Hikmet” adlı belge çıkan, bir erkek cesedi bulundu. Polisin kimlik saptaması için yaptığı araştırmada, yalnızca, İstanbul Posta İdaresi’nde altı, il posta örgütünün tümünde ise yirmi tane Hikmet adını taşıyan memur olduğu görüldü. Kimlik saptaması, cesedin üzerinden çıkan belgeyle değil, diğer Hikmet’lerin sağ olduğunun anlaşılmasıyla yapılabildi. Türkiye’de, o dönemde soyadı uygulaması olmadığı için, çok basit bir iş, uzunca bir çalışmayı gerekli kılmış, bir kişinin kimliğini saptamak için yirmi beş kişiye ulaşmak gerekmişti.1

Ayrıcalıksız Düzen

Irk ve etnik köken ayrılığını yadsıyan Türkler, insanı esas alan eşitlikçi anlayışlarını, tarihin her döneminde bir yaşam biçimi durumuna getirmişler; ilişki kurdukları topluluklarla, bu anlayışa uygun olarak birlikte yaşamışlardı. Türklerde, ayrıcalığa dayanan soyluluk kavramı ve babadan oğula geçen sınıfsal ayrıcalık hakları bulunmuyordu.
Devletin başında bulunan hakanlar, yönetimi kendi soyundan kişilere bırakıyordu ancak bunlar devleti tek başlarına değil, değişik karar ve danışma organlarıyla yönetiyordu. Hakan olma ve sürdürmenin koşulu, yalnızca kalıtımdan gelen ayrıcalıklar değil, yeterlilik ve yetkinlikti.
Osmanlı Devleti’nin İmparatorluk durumuna gelmesi ve özellikle Hilafetin devlet işlerine sokulmasıyla bu gelenek, 16.yüzyıldan sonra bozulmaya başladı. Yönetim işleyişi, saltık (mutlak) olarak kişi egemenliğine (padişaha) bırakıldı.

İlişkinlik Duygusu

Türkler, özgür ve katılımcı bir toplum düzeni gerçekleştirerek bireylerin; topluma bağlı, yalın ve sıradan eşitler durumuna gelmesini sağlamıştır. Ancak bu eşitlik, kimliksizliğe ya da soyun gözardı edilmesine yol açmamış; ilişkinlik (aidiyet) duygusu güçlü biçimde korunmuştur. Türklerde; boya, buduna, millete bağlılık, aile ve aile büyüklerine saygı, geçmişini bilme, onu koruma, kalıcı ve güçlü bir gelenektir.
Baba ocağı (törkün), yani aile Türklerde çok önemlidir. “Ocağın ateşinin hiç sönmemesi” aile dirliğinin sürmesi koşuldur. Bunun için, büyük kardeşler evlenip “ocak” tan ayrılırken, küçük oğlan evde kalır. Evden ayrılanlar aileleriyle birlikte, belirli aralıklarla “baba ocağı” na gelirler, “ataya saygı” toplantıları yaparlardı. Eski Türkler, yurtları gibi baba ocağını da asla unutmazlar, çok uzaklara bile gitmiş olsalar, saygı ve bağlılıklarını sürdürürlerdi.2
Eski dönemlerde, dünyanın her yerinde olduğu gibi, Türklerde de soyadı yoktu ancak boy ve aile geçmişi bilinir, değişik tanımlamalarla gelecek kuşaklara aktarılırdı. Kişiler, eşit bireyler olarak ve büyük bir yalınlıkla kendilerini toplum içinde adeta eritirler, ancak ilişkinlik duygusunu asla yitirmezlerdi.
Soyluluğu yadsıyan eşitlikçi anlayışlarıyla Türkler, inancı ayrıcalık durumuna getiren ruhban kurumuna, yönetim işlerinde yer vermemiştir. Örneğin, İslam’da hilafet makamının olmaması, bu dini kabul etmelerinde önemli bir etmen olmuştu. İslamiyette, her Müslüman toplum, kendine uygun gelen yönetim biçimini seçmekte özgürdü. Din temsilcileri yönetimde herhangi bir ayrıcalığa sahip olamazdı.

Adsızlığın Kökeni

Padişahlar, imparatorluğa dönüşen devleti koruma adına, saltanat orununu baskıcı bir güç durumuna getirmek zorundaydılar. Erki korumak için, onda hak iddia edebilecek kişi ya da kümelerin olmaması gerekiyordu.
Padişahlar, tahta göz koyabilecek bir soy bırakmamak için, Türk ailelerden kızlarla değil, Hıristiyan kadınlarla evlenmeyi gelenek durumuna getirdiler. İmparatorluğun yükünü çeken kendi asal unsurunu (Türkleri) baskı altına aldılar, yönetimi Rum, Ermeni, Sırp, Bulgar gibi Hıristiyan kökenli devşirmelere teslim ettiler.
Ailesiz ve adsız” bir yönetici sınıf yaratmak için, 14-18 yaş arasındaki Hıristiyan çocukları devşirerek devlet yönetimine taşıdılar. Kapıkulu devşirmeleri, “düzgün bir kan tarihine karşılık gelen bir aile ismi taşıyamıyordu, taşıyamazdı” 3; ailesini unutmak ya da inkar etmek zorundaydı. Çünkü bu aile, bir “Bizans, Bulgar, Sırp ya da bir Ulah ailesiydi.”4
Türk toplumu üzerinde uzun yıllar etkili olan Arap kültürüne göre, Araplar dışındaki hiçbir Müslüman kavim künye (soyadı) alamazdı. Künye almak yalnızca Arapların hakkıydı.5
Osmanlı padişahlarının siyasi çıkarıyla örtüşen ve din kuralıymış gibi sunulan bu tutum, Tüklerin 20.yüzyılın ortasına dek soyadsız kalmasına kaynaklık etmiştir.

Geçmişinden Koparılmak

Devletin devşirme politikası ister istemez, İstanbul başta olmak üzere tüm ülkede, aile adının kullanılmamasına yol açtı. Bu yönde, örtülü ancak etkili bir baskı oluşturuldu. Türk insanı, 20.yüzyıla dek kişisel ve toplumsal olarak geçmişinden ve tarihinden koparılmaya çalışıldı.
Oysa, geçmişi ve ailesine bağlılık, onun belirgin özelliğiydi. Aile soyundan kalan bir ad ile anılma, soyluluk arama değil, akrabalarıyla paylaştığı bir onur duygusu ve özgüven kaynağıydı. Soy ve kan yakınlığının yarattığı birlik ruhu ve bu ruhun kaynağı olan aile, toplumsal bütünlüğün dayanarak noktasıydı.

Uluslaşma ve Soyadı

Türk insanının, 1934 yılına dek soyadsız kalmasına yol açan nedenler, yüzlerce yıllık olumsuzluklar sürecinin doğal sonucudur. Yönetim bozulmasıyla başlayan, ekonomik çözülmeyle süren yabancılaşma, aynı zamanda uluslaşamamayla ilgili bir sorundu.
Sanayileşen ülkeler, ekonomik ve toplumsal gelişimin sonucu olarak 17.yüzyıldan sonra ulusallaşmaya başlamışlardı. Beysoylular (aristokratlar) yönetimden uzaklaştırılmış, kentsoylular (burjuvalar) yönetime gelmişti. Köylüler işçileşerek ‘eşit’ yurttaşlar durumuna gelmiş, toplum yaşamı, yeni ilişki ve gelişmelerle başkalaşmıştı.
Bireylerin toplum içindeki varlığını belirleyen bir araç olarak soyadı, bu süreç sonunda ortaya çıkmıştı. Bireyleri ‘eşit’ yurttaşlar durumuns getiren bireysel tanımlama, ulusallaşmanın zorunlu bir sonucuydu.
Osmanlı İmparatorluğu, aynı dönemde çöküş sürecini yaşıyordu. Toplumu kimsizlikleştiren padişah uygulamaları, Batının giderek artan sömürgeci etkisiyle birleşince, uluslaşma gelişimi ve buna bağlı olarak bireyin yurttaş durumuna gelmesi gecikti. Her alanda olduğu gibi, kimlik ve ad sorunu da bir karmaşa haline geldi. 1924’deki “Posta Memuru Hikmet” olayı, bu olumsuz sürecin doğal sonucuydu.

Osmanlı’da Ad Sorunu

Osmanlı devlet düzeninde, Türk çocuklarına genellikle dinsel içerikli, Arapça ya da Farsça kökenli bir ad verilirdi. Kişinin aldığı ad, tek bir addı. Aileyle bağını gösterecek bir özelliğe sahip değildi. Örneğin Ahmet’in oğlu yalnızca Ali’ydi; onun oğlu da Osman’dı. Buna aile zincirini belirtecek bir sözcük eklenmezdi. Kişinin kendisini anlatması için, kimlerden olduğunu, nereden geldiğini açıklaması gerekirdi.
Ad alma biçimi yetmezlikler içeriyor ve 20.yüzyıl dünya koşullarına uymuyordu. Ulusal duygunun önüne geçirilen ümmet düşüncesi, kaçınılmaz olarak bireyi ve aileyi ikincil sayıyor, siyasileştirilen dini, toplumun tek belirleyici unsuru durumuna getiriyordu.
Soya bağlı aile bağının güçsüzleştirilmesi, soy tanımlamasına izin vermemekle olasıydı. Sayısı sınırlı benzer adların tek başına kullanılması, bu amaca belki uygundu ancak çağın gereklerinden de çok uzaktı. Herşeyden önce, aileyi değil, kişiyi bile yeterince tanımlayamıyor, “Evlilik birliğinin adsız olmasına” yol açıyor, nüfus kayıtlarını “içinden çıkılması güç bir karmaşa” içine sokuyordu.
Toplumda aynı adı taşıyan çok sayıda insan vardı. Okulda, kışlada, işyerinde yüzlerce Mehmet, Ali, Mustafa, Hüseyin ya da Osman bulunuyordu. Soyadı yokluğu, “askere almadan ekonomik ilişkilere dek” birçok alanda “büyük güçlükler” ve tüzel (hukuksal) sorunlar yaratıyordu.6

Kendini Tanımlama

Kimi varsıl aileler, bu duruma karşı kendilerini; aile büyüklerinden birinin adına Türkçe “oğul”, Farsça “zade” ekini ya da soydan birinin meslek ünvanını koyarak tanımlıyordu: Müftüzadeler, Safoğulları, Evliyazadeler, Topaloğulları, Karaosmanoğulları, Uşaklızadeler, Doktoroğlu, İmamoğlu v.b.
İnsanları birbirinden ayırt etmenin bir başka yöntemi, kişileri niteliklerine, yaptıkları işe ya da fizik özelliklerine göre tanımlamaktı: Topçu Hasan, Arabacı Yusuf, Topal Osman, Bodur Ahmet, Kel Ali, Parmaksız Ziya, Nalbant Süleyman, Saka Mahmut... Etnik köken, doğum yeri ya da memleket, bir başka tanımlama biçimiydi: Kürt Mehmet, Laz İsmail, Arnavut Recep, Maraşlı Abdullah, Bursalı Hilmi, Selanikli Süleyman, Kıbrıslı Osman, Kırımlı Mustafa...7

Başarısız Girişimler

Soyadı kullanımı ile ilgili ilk girişim, İttihat ve Terakki Fırkası’nın yönetimde olduğu dönemde, Ziya Gökalp’in önerisiyle yapıldı. Gökalp, “aile adlarının saptanması aile kurumunda içtenlik, beraberlik ve dayanışmayı geliştirecek, bu da milli duygunun güçlenmesine yol açacaktır” diyordu.8 Hükümet, o dönemde, soyadı yönteminin oluşturulmasını da içeren bir “Aile Hukuku Kararnamesi” çıkarmış, ancak bu girişim olumlu bir sonuç vermemişti.9
İkinci girişim, Milli Eğitim Bakanı Hamdullah Suphi’nin (Tanrıöver), 1925’te yayımladığı genelgesiydi. Bakan, genelgede, Milli Eğitim topluluğuyla sınırlı olmak üzere, öğrenci velilerinden bir soyadı seçmesini istiyor ve “bu iş için gerekli kuralların saptandığını” belirtiyordu.10 Ancak, sınırlı olmasına karşın, bu girişim de başarısız oldu ve soyadı uygulamasında somut bir ilerleme sağlanamadı.

Atatürk İşi Ele Alıyor

Cumhuriyet Devrimlerinin tümünde olduğu gibi, soyadı konusunun çözüme kavuşturulması da onun girişimiyle başarıldı. 1927’de yapılan nüfus sayımında elde edilmesini istediği bilgiler, soyadı konusunun taşıdığı önemin, özellikle yönetim kadrolarınca görülmesini sağladı. Ulusal kültürün uyanışı ve Türklüğün yükselen değer olarak güncelleşmesi, geçmişe ve soy bağına olan ilgiyi arttırdı. Türkiye sınırları içinde yaşamakta olan değişik unsurların, “Türk yurdu potasında eritilerek” Türkiye Cumhuriyeti yurttaşı yapılması, soyadı konusunu iç politikanın kendiliğinden gelişen etkin bir öğesi durumuna getirdi.
Soyadı girişimi bu koşullar içinde olgunlaştı ve Soyadı Yasası, 21 Haziran 1934’de, 2525 sayı ve 1 Ocak 1935’ten sonra uygulanma koşuluyla kabul edildi. Yasa uyarınca, “her Türk yurttaşı” altı ay içinde, “öz adından başka bir soyadı alacak” tı. Soyadları Türkçe olacak11, “rütbe, makam, yabancı ırk ve ulus belirten tanımlarla, ahlaka aykırı ve gülünç” olan adlar, soyadı olarak kullanılmayacaktı.12
TBMM geçiş dönemi içinde, 24 Kasım 1934’te kabul ettiği 2587 sayılı özel bir yasayla Mustafa Kemal’e, “Atatürk” soyadını verdi. Meclis, iki gün sonra 26 Kasım’da kabul ettiği “Lakap ve Ünvanların Kaldırılmasına Dair Yasa” yla süreci tamamladı ve “Efendi, Bey, Ağa, Hacı, Hafız, Hoca, Molla, Hanımefendi” gibi tanımlamaları yasakladı.13

Ad Arayışları

Atatürk, yasal girişimin teknik ve tüzel alt yapısının oluşturulmasına, yönetimle ilgili sorunların çözümüne yön vermiş, çalışmalarla yakından ilgilenmişti. Ancak, gerçek öncülüğü, soyadı seçimiyle ulusal duyguların birleştirilmesinde ve toplumun özdeğerlerine sahip çıkılmasında yaptı. Yakın çevresine, arkadaşlarına, birçok milletvekiline, bakana ve Başbakana soyadları buldu. Örneğin, Hakimiyet-i Milliye (sonraki ulus) Gazetesi’nde, 26 Kasım 1934’te yayımlanan mektubunda, “İnönü Meydan Savaşı’nın Baş Kahramanı olması nedeniyle, İsmet Paşa’ya İnönü soyadının uygun görüldüğünü” açıklamıştı.14
İstekle giriştiği ad arayışında; eski Türk deyimleri, sözcükler, eski kent ve bölge adları bulup çıkarıyor, bunları çevresindeki insanlara soyad olarak veriyordu. Ondan soyad almak, büyük bir onur kazanımı sayılıyordu.
Herkes coşkun bir arayış içine girmiş, kendine ya da komşularına, arkadaşlarına “kimsenin bilmediği Türkçe adlar” buluyordu. Dil Devrimi’yle aynı zamana denk gelmesi coşkuyu arttırıyor, Arapça kökenli Mustafa, Abdullah, Rabia, Muhammet, Tahire, Tevrat kökenli İbrahim, Yakup, Süleyman, İsrafil, Musa gibi adların yerini büyük bir hızla o güne dek bilinmeyen; Teoman, Atilla, Gökçe, Mete, Ayça, Yıldırım, Özge, Oğuz gibi Türk adları alıyordu.
1934 yılında öyle bir süreçten geçiliyordu ki, insanlar yalnızca bir soyadına değil, sanki yitirmiş olduğu geçmişine ve özbenliğine kavuşuyor, olağanüstü bir dönem yaşıyordu.

DİPNOTLAR

1 “Mustafa Kemal ve Uyanan Doğu” P.Gentizon, Bilgi Yay., 2.Bas., sf.76
  1. Türkçülüğün Esasları” Ziya Gökalp, Kum Saati Yay., İst.-2001, sf.178
  2. Tarihimiz ve Cumhuriyet Muhittin Birgen (1885-1951)” Zeki Arıkan, Tarih Vakfı Yurt Yay., 1997, sf.127
  3. a.g.e. sf.127
  4. Türklerin Dini” Fuat Bozkurt, Cem Yay., 1995, sf.157
  5. Mustafa Kemal ve Uyanan Doğu” P.Gentizon, Bilgi Yay., 2.Bas., sf.76-77
  6. a.g.e. sf.77
  7. Kemalizm” Tekin Alp, Top.Dön.Yay., 2.Bas., İstanbul-1998, sf.177
  8. Mustafa Kemal ve Uyanan Doğu” P.Gentizon, Bilgi Yay., 2.Bas., sf.77
  9. a.g.e. sf.77
  10. Türk Devriminin Temelleri ve Gelişimi” Prof.Ahmet Mumcu, İnkilap Yay., İst.-1992, sf.163
  11. a.g.e. sf.163
  12. İkinci Adam” Ş.S.Aydemir, I.C., Remzi Kit., 6.Bas., İst.-1984, sf.424
  13. a.g.e. sf.424

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder