25 Eylül 2015 Cuma

ULUSLAŞMA SÜRECİNDE DİLİN ÖNEMİ


Birinci Türk Dil Kurultayı 26 Eylül-5 Ekim 1932’de yapıldı. Kurultay'ın başlangıç günü olan 26 Eylül, Türkiye'de Dil Bayramı olarak kutlanmaktadır. Büyük dil atılımını başlatan Kurultay; “Türk dilinin dünya dilleri içindeki yerini saptamış”, “Türkçenin kökeni araştırmış”, “Türk lehçe, şive ve ağızları bilimsel yöntemlerle incelemiştir”. Atatürk, dokuz gün süren kurultayın bütün oturumlarına katılmış, sunulan bildirileri dinlemiş ve oturum aralarında dil bilimcilerle söyleşiler yapmıştı. Yazıyı, Atatürk’e ve kurultaya emek verenlere saygı için yayınlıyoruz.

Toplum biçimlerinin tümünü kapsayan ve her zaman etkili, her zaman yaşamsal bir olgu olan dil, uygarlık tarihinde toplumların varlıklarını sürdürmelerinin koşulu ve göstergesi olmuştur. Ekonomik ve askeri çatışmayla kurulan egemenliğin kalıcılığı, dil ve kültür üzerine uygulanan baskı ile sağlanır. Ekonomik sömürü ile ilgili bir sorun olan dil bozulması, sonu özümlemeye (asimilasyona) dek giden ulusal çöküşün başlangıcıdır. Dildeki bozulma; yalnızca o dili kullanan insanlar arasındaki iletişim ve bilgi aktarımını engellemez, aynı zamanda toplumun ortak duygu ve düşüncelerinin, bağlı olarak en etkili öz savunma aracının yitirilmesine yol açar.


Dil Ulus İlişkisi

Dil ile ulus arasındaki dolaysız ilişki, bugün, pek çok insanın sandığından daha önemli bir boyut kazanmıştır. Günümüzde, özellikle ezilen uluslar üzerinde yoğun bir küresel baskı vardır ve bu baskı doğal olarak ulusal dil ve kültürü etkisi altına almıştır.
İnsanlık tarihi kadar eski bir olgu olan dil ile yaklaşık üçyüz yıl geçmişi olan ulus devlet arasındaki ilişkinin niteliğini ve etki alanını saptamak, saptamalardan bugüne yönelik sonuçlar çıkarmak ve bu sonuçlara uygun davranmak; ulusal varlığın korunmasıyla ilgili bir sorundur. Bu sorunun çözümü, ulus–devlet üzerine yoğunlaşan küresel kuşatmanın aşılmasını ve bu amaçla oluşturulacak uygulanabilir politikaların belirlenmesini sağlayacaktır.
Dil ve ulus, gelişen ve değişen yapılarıyla devingen bir oluşum içindedir. Oluşumları, gerek ortaya çıkış, gerek gelişme ve gerekse yok oluş süreçlerinde; toplumsal yaşamın tüm alanlarında görülen, kurallar işleyişine bağlıdır. Özgürce gelişebilmeleri için korunmaya ve geliştirilmeye gereksinimleri vardır. Dil ve ulus, yalnızca toplum dışı değil, toplum içi çelişkilerin olumsuz etkilerine açıktır. Varlıklarını sürdürebilmeleri için sınırlayıcı baskılardan, her türlü bozulmadan ve gelişmelerine engel davranışlardan korunması gerekir.

Türkçe’nin Direnci


Tarihsel süreç içinde, Türkçe başta olmak üzere kimi diller, tüm baskılara karşın bilim adamlarını bile şaşırtan bir direnç göstermiştir. Sözcük zenginliği ve dilbilgisi (gramer) kurallarının köklü yapısı, halkın kendi dilini yaşatma istenciyle birleşince, bu diller yüzyıllar boyu zora dayalı özümleme (asimilasyon) uygulamalarına karşı direnmişler ve varlıklarını sürdürmüşlerdir.
Selçuklular ve Osmanlılar, Türkçe’yi yaklaşık bin yıl resmi dilden uzak tutmuş, hiçbir devlet desteği sağlamamıştır. Tersine, aşağılayıcı davranışı düzenli tutum haline getirmişlerdir. Buna karşın, Türkçe, sağlam dil yapısı ve başta Türkmenler olmak üzere Anadolu halkının sahiplenmesi nedeniyle kendisini güçlü bir dirençle korumuştur. Türkmenlerin yabancılaşmaya karşı gösterdikleri yerleşik tepki ve korumacı gelenek, yalnızca dili değil, Türk kültürünün hemen her dalının günümüze taşınmasını sağlamıştır. Osmanlılar Türkçe’ye tanımadıkları serbestliği, Rumca, Bulgarca ve Sırpça’ya tanımış, buna karşın bu diller, Türkçe kadar direnç gösterememiştir. Bu toplumlar, kendi dilleri yanında Türkçeyi de öğrenmişler, ana dillerine birçok Türkçe sözcük almışlardır.

Duygu Birliği ve Dil

Bugün, saf dil aramak, saf ırk aramak gibi sonucu olmayan bir istektir ve yalnızca istek olarak kalmak zorundadır. Tarihin tüm dönemlerini kapsayan toplumlar arası savaşım, aynı zamanda “diller arası savaşım” olarak da görülebilir. Başkaları üzerinde egemenlik kuran toplumlar, egemenliklerini, askeri ve ekonomik güç yanında, dil üzerinde kurdukları baskıya dayandırırlar.
Ekonomik çıkar esastır ama bu çıkarı sağlayacak baskıya karşı direnmenin tek yolu, düşünce ve duygu birliğine bağlı toplumsal örgütlenmedir. Bu ise, insanlar arası iletişimi, yani dil birliğini gerekli kılar. Tarihin; baskı altına alınan, yok edilen ya da kaynaşan dillerin öyküleriyle dolu olmasının nedeni, dilin bozularak bireylerin biribirini anlayamaz, duygu ve düşüncelerini gerçek anlamıyla birbirine aktaramaz duruma düşmesini sağlamaktır.
Dillerin karışımı ya da yok olması, birkaç yılda sonuç veren bir tek eylem, tek bir kesin darbe olarak düşünülemez; yüzyıllarla ifade edilebilecek uzun bir süreci gerekli kılar. Dillerin karışımı ya da yok olması, ağırlıklı olarak baskı altına alınan dilin egemen dil içine alınarak özümlenmesi (asimile edilmesi) biçiminde olmuştur. Özümlenen dil yok olur ama egemen dile de birçok sözcük bırakır. Günümüz ulus dilleri böyle oluşmuştur. Dillerin karışımı hiçbir zaman, karışımdan oluşan yeni bir dil ortaya çıkarmamış, karışımdan galip çıkan dil; dilbilgisi (gramer) yapısı ve sözcük zenginliğinin temel özünü koruyarak gelişimini sürdürmüştür.

Ulus-Devlet, Ulusal Dil Dönemi

Dünyanın son üç yüzyılı, ulus–devletler ve ulusal diller dönemidir. Batıda kapitalist gelişmeyle dolaysız ilişkisi olan bu süreç, ulusal savaşımların ve sınıfsal çatışmaların yoğunlaştığı bir dönemdir. Sömürgecilik ve emperyalizmi içeren ve ekonomik sömürüye temel oluşturan bu süreç, aynı zamanda, sömürge ve yarı–sömürge dillerine, misyonerlikten kültürel kuşatmaya dek uzanan, çok yönlü baskıcı bir dönemi ifade eder.
Kavim ya da milliyet anlamıyla ulus varlığı (millet), tarihin her döneminde vardı; ancak 18.yüzyıldan sonra ulus-devlet yapısıyla Batıda ortaya çıkan ve varlığını günümüzde de sürdüren ulus oluşumu, Yeni Çağ döneminin bir olgusudur. Buna, kapitalist uluslaşma deniliyor. Ticaret sermayesi ile Orta Çağ içinde gelişen kentsoylu (burjuva) sınıfı, önce manifaktür, sonra fabrika üretimine geçerek kapitalist üretim ilişkilerini geliştirmiştir. Ürettiğini tüketerek kapalı birimler halinde yaşamın egemen olduğu köy ekonomisi yerine büyük boyutlu meta üretiminin geçmesi, doğal olarak yeni toplumsal ilişkileri ve kurumları gerekli kılmış; Batı tipi toplum düzenleri ortaya çıkmıştır.
Bu dönemde, üretim sermayesinin gelişimine engel olan yasa ve kurumlar ortadan kaldırıldı, yerine gereksinime uygun yasa ve kurumlar getirildi. Fabrikalarda çalışacak işçiye gereksinim vardı. Bu gereksinimi karşılamak için köylüler topraktan koparılıp “serbest” ve “özgür” bireyler haline getirildi. Toprak devrimi ile topraktaki feodal mülkiyet kaldırıldı; seçme, seçilme, mülk edinme, örgütlenme, eğitim görme, seyahat etmeyi içeren insan hakları kavramı ortaya çıktı. Üretimin yoğunlaşıp çeşitlenmesiyle yeni toplumsal sınıf ve alt sınıf katmanları oluştu. Ekonomik çıkar ayrımına göre oluşmuş siyasi ve ekonomik örgütler kuruldu. Temsili yönetim ve güçler ayrılığı kavramı ile parlamentarizm ortaya çıktı.
Kentsoyluluğun ürettiği malı satacağı ve kâr sağlayacağı, kendi içinde bütünlüğü olan, aynı dilin konuşulduğu bir pazara gereksinimi vardı. Bu pazar, doğal olarak kendi ulusal pazarı, egemen olması gereken dil kendi ulusal diliydi. Pazarın, her yöresini birbirine bağlayacak yollara, büyük enerji kaynaklarına ve hızlı bir iletişim ağına gereksinimi vardı. Bunun için, değişik büyüklükte ve birbirinden kopuk olarak varlığını sürdüren feodal topluluklar ve yönetim birimleri yerine, pazar birliği temelinde yükselen uluslar ve merkezi ulus–devletler ortaya çıktı.
Dil birliği tek başına ulus oluşumu için yeterli değildir. Bunun yanında; toprak birliği (yurt), ekonomik çıkar birliği (ulusal pazar) ve tinsel (ruhsal) biçimlenme birliğin (kültürel birlik) oluşması gerekir. Ulus oluşumu şu biçimde özetlenebilir: Çağdaş anlamda ulus, tarihin belirli bir döneminde, kapitalizmin gelişme döneminde ortaya çıkan; ortak tarihsel köklere dayanan, kararlı bir dil, toprak, ekonomik ve kültürel yaşam birliğine sahip, sürekliliği olan toplumsal oluşumdur.

Türk Ulusu ve Türk Dili


Türk Ulusu’nun oluşumu, ilginç özellikler gösterir. Çokuluslu bir devlet olan Osmanlı İmparatorluğu, yönetim yapısı ve sanayisizlik nedeniyle uzun yıllar uluslaşamamıştır. Avrupa’da uluslaşma hızla yayılırken Türk Ulusu’nun oluşumu, 20.yüzyıla dek gecikmiştir. Osmanlı merkezi yönetimi, Türklere (özellikle Türkmenlere) o denli baskı uygulamıştır ki, imparatorluk içinde yaşayan Rum, Bulgar, Sırp gibi milliyetler 19.yüzyılda uluslaşırken, Türklerin uluslaşması Kurtuluş Savaşı’na dek uzamıştır.
Türklerin uluslaşmasının ekonomik temeli, Cumhuriyet devriminin uygulamalarıyla atılmıştır. Atatürk, Cumhuriyet yönetiminin devraldığı toplumsal mirasın niteliğini bildiği için, uluslaşmaya ve onun maddi temelini oluşturan ekonomik gelişmeye, tarih ve dil araştırmalarına, tarikat ve aşiret karşıtlığına, laikliğe özel önem vermiştir. Dil Devrimi, bu önemin somut sonucudur.

Türkçe’nin Gücü

Türkçe bugün, dünyada çok konuşulan dillerden biridir. Lehçe düzeyinde ülkelere ve bölgelere göre ayrımlılıklar gösterse de kök yapısı birdir. Sözcük bakımından zengindir, ancak gerçek zenginliğini, tek bir sözcük kökünden çekim ekleri aracılığıyla sözcük türetme yeteneğidir. Türkçe’de her sözcük kökü, çok sayıda yeni sözcük üretme olanağına sahiptir. Örneğin, yalnızca değiş (bir şey alıp bir şey verme) kökünden; değişen (mütebeddil), değişik (muhtelif), değişiklik (tadilât), değişim (transformasyon), değişimcilik (mutasyonizm), değişke (modifikasyon), değişken (mütehavvil), değişkin (muaddel), değişme (mübadele), değişmece (mecaz), değişmeceli (mecazi), değişmek (tahavvüt etmek), değişmez (sabit), değişmezlik (istikrar), değişseme (istibdal), değiştirge (tadil teklifi), değiştirgeç (konvertisör), değiştirgen (parametre), değiştirme (tebdil), değiştirmece (deplasman), değiştirmeksizin (harfiyen), değiştokuş (mübadele) gibi neredeyse sonsuz sayıda sözcük türetmek olanaklıdır.1
Türkçe bu yapısıyla; Çince, Japonca, Tibetçe gibi ses vurgusuna dayanan Tek Heceli Diller’den ve İngilizce, Fransızca, Arapça gibi sözcükleri değişik biçimler gösteren Çekimli Diller’den çok daha üretken ve yalın bir dildir. Ses zenginliği; “İngilizce, Fransızca, Arapça ve Farsça’dan iki kat daha fazladır”.2

Batılı Dil Bilimciler ve Türkçe

Türkçe, kendisini inceleyen yabancı dilbilimciler üzerinde, gerek dilbilgisi (gramer) kuralları, gerekse ses uyumu bakımından hayranlık duygusu yaratmıştır. Bu duyguyu dile getiren birçok bilim adamı vardır. Ünlü Alman Dilbilimcisi Friedrich Maks Müller, “Türk dilini incelerken, insan zekasının dilde başardığı büyük mucizeyi görürüz”3 der ve Türkçe için şunları söyler: “Türk dilinin çekim biçimindeki hiç bozulmayan düzgünlük ve düzen, yapısından gelen kavrama kolaylığı, dilde yaratılan bu olağanüstü anlatım gücünü anlayabilenleri heyecana sürükler. Türkçedeki en ustalıklı yapı, eylem (fiil) yapısıdır. Hiçbir dilin anlatamadığı ya da ancak birçok sözcükle anlatmaya çalıştığı anlam inceliklerini, Türk dili tek bir sözcükle anlatabilir”.4
Fransız Jean Deny, “Orta Asya’nın doğal ortamından böyle bir dil nasıl çıkabilir”5 diyerek şaşkınlığını dile getirir ve şunları söyler: “Türk dilini, biz ünlü bilginlerden oluşmuş bir kurulun ortak çalışma ürünü olarak görmek gerekir. Ancak, böyle bir kurul bile, Tatar bozkırlarında kendi içgüdüsüyle bu dili yaratan insan aklının yerini tutamaz. Türkçe eylem(fiil)lerde, kendine özgü öyle bir özellik vardır ki, bunun bir benzerine, Arian dillerinin hiçbirinde rastlanmaz. Bu özellik, çekim ekleriyle yeni sözcük oluşturma gücüdür”.6
Türkçe; C.E.Bosworth’a göre “başka dillere karşı üstünlüğü olan, olağanüstü zengin ayırtılı (nüanslı) bir dildir”7; Herold Armstrong’a göre “Türkçe, Arapçanın sertliğini kıran, Acemcenin tatlılığını taşıyan, açık ve net anlatımlı”8; Khail Ganem’e göre, “sesli harflerin sessizleri bir yıldız kümesi gibi sarıp yumuşattığı; ses uyumu mükemmel, sade, tatlı, canlı ve atik” bir dildir.9

Atatürk Ne Diyor

Atatürk; “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına Türk ulusu denir” der.10 Bu kısa tümce çok özlüdür ve gerçeği yansıtır. Atatürk, din ve ırk unsurunu uluslaşmanın koşulu olarak görmez. Ulus için; “Zengin bir anılar kalıtına sahip bulunan, birlikte yaşamak konusunda ortak arzu ve bunu uygun görmede samimi olan, sahip olunan mirasın korunmasına devam konusunda iradeleri ortak olan insanların birleşmesinden meydana gelen; siyasi varlıkta birliğe, dil birliğine, toprak birliğine, ırk ve köken birliğine, tarihsel ve ahlaksal yakınlığa sahip topluluğa ulus denir” der.11 Buradaki “ırk ve köken birliği” olarak yapılan anlatımın, uluslaşmanın “tarihsel olarak oluşmuş olan toplumsal ruh birliği” temel kavramı içindeki bir öğe olarak kullanıldığı açıktır.
Atatürk, dil-ulus ilişkileri ve bu ilişki içinde dilin önemi konusunda çok sayıda açıklama yapmıştır. Açıklamalarında şunları söylüyordu: “Milli duyguyla dil arasındaki bağ çok güçlüdür. Dilin milli ve zengin olması, ulusal duygunun gelişmesinde başlıca etmendir”12; “Türk dili, dillerin en zenginlerindendir. Yeter ki, bu dil bilinçle işlensin. Ülkesinin bağımsızlığını korumayı bilen Türk Ulusu, dilini de yabancı diller boyunduruğundan kurtarmalıdır”.13 “Türk Ulusu geçirdiği sayısız felaketler içinde ahlakının, geleneklerinin, hatıralarının, çıkarlarının kısaca bugün kendi milliyetini yapan her şeyin dili sayesinde korunduğunu görüyor. Türk dili, Türk Ulusunun kalbidir, zihnidir”.14 “Ulusal bilincin ayakta kalabilmesi ve uyanık bulunması için dil ve tarih uğrunda çalışmaya mecburuz”.15 “Türk Ulusu’nun ulusal dili ve ulusal benliği, bütün hayatında egemen ve esas olacaktır”.16... Çoğaltılabilecek bu alıntılar, bağımsız ulus varlığına herşeyin üzerinde önem veren Atatürk’ün buna bağlı olarak dile ne denli önem verdiğinin göstergesidir.
Türkçe’nin binlerce yıla dayanan ayrımlılaşma süreci, 15.yüzyıla gelindiğinde; Batı Türkçesi (Oğuz), Kuzey Türkçesi (Kıpçak), Doğu Türkçesi (Çağatay) olarak üç ana lehçe kümesini oluşturmuştu. Bugün Türkiye’de konuşulan Türkçe, ağırlıklı olarak Türkmen boylarının özenle sahiplenip koruduğu ve Osmanlı merkezi yönetiminin değersiz görüp dışladığı Oğuz Türkçesidir.

Osmanlı’nın Yaptığı

Arap, Fars ve Türk dillerinin karışımından oluşan Osmanlıca, ne yeni bir dildi, ne de bu dillerden birinin egemen olduğu bir halk diliydi; saray elitinin kullandığı garip bir karışımdı. Arapça ve Farsça, Türkçeye, hem sözcükleri hem de işleyişiyle girmiş ve Türkçeye büyük zarar vermişti. Aşağıda örneği verilen tümce, Osmanlıcanın Türkçeden ne denli uzak olduğunu ortaya koymaktadır; üstelik bu tümce, Türkçe’yi gerçek kimliğine kavuşturacak olan Mustafa Kemal tarafından söylenmiştir: “Cumhuriyet, levs ile, riya ile kipz ile melüf ve rengi aslisini, hali tabiisini, kıymet-i girân bahasını gaip eden Bizans’ı (İstanbul’u) elbette ki ve muhakkak adam edecektir. Hali tabii ve nezihine irca eyleyecektir”.17
Osmanlılar Türkçe’yi bu hale sokarken, Anadolu halkı Türkçe’yi kararlılıkla ve bozulmadan yaşatıyor, onu tüm olanaksızlıklara karşın yabancı etkisinden koruyordu. 13.Yüzyılda yaşamış olan Yunus Emre dizelerinde şu Türkçe’yi kullanıyordu: “Ben yürürüm yana yana/aşk boyadı beni kana/Ne deliyim ne divane/Gel gör beni aşk neyledi...” ya da “İlim ilim bilmektir, ilim kendin bilmektir/Sen kendini bilmezsen ya nice okumaktır...” Bu dizeler günümüzden 800 yıl önce söyleniyordu. Osmanlıca ile Türkçeyi kullanan aydınlar ve halk arasında, bu dil farklılığıyla anlaşma sağlamak, elbette olanaklı değildi.

Ulus Devlete ve Ulusal Dile Savaş


Uluslaşma sürecini tamamlayarak ulus devlet yapılarını güçlendiren Batılı gelişmiş ülkeler, 20.yüzyıl başında ekonominin ve siyasi demokrasinin bağlı olduğu liberal geleneklerden koparak emperyalist devletler haline geldiler. Gerilikten kurtulup kalkınma ve toplumsal ilerleme yolunda ulus devletin önemini bildiklerinden; etki altına aldıkları azgelişmiş ülkelerin, uluslaşma ve ulus devlet yapılanması yönündeki çabalarına karşı çıktılar. Bu yöndeki girişimleri önlemek için, barışçı ya da barışçı olmayan her tür yöntemi kullanarak, etkili bir savaşım içine girdiler.
Azgelişmiş ülkeler, uluslaşmaya ve ulus devlete en çok gereksinimi olan ülkelerdir. Emperyalizmin her yönden kendilerini sardığı sömürü ortamında, ekonomik ve toplumsal sorunların baskısı altındadırlar. Yaşadıkları olumsuz koşullardan kurtulabilmelerinin tek yolu; kendi gücüne dayanan merkezi ve güçlü bir ulusal devlete, ulusal pazara, ulusal dil ve tarih bilincine sahip olabilmeleridir. Bunu başarmak emperyalizmle karşı savaşım vermek ve onun yıkıcı etkisinden kurtulmak demektir. Dildeki bozulmanın, ulusal birliğin bozulması olduğu unutulmamalıdır.

DİPNOTLAR

1 “Türk Dili Sözlüğü” Orhan Hançerlioğlu, Remzi Kit., İst.-1992, sf.159
2 Nurettin Sevin; ak. Seyit Kemal Karaalioğlu, “Sözlü /Yazılı Kompozisyon Konuşmak ve Yaşamak Sanatı” İnkilap Yay., 28.Bas., sf.13
3 “Sözlü/Yazılı Kompozisyon, Konuşmak ve Yazmak Sanatı” S.Kemal Karaalioğlu, İnkilap Yay., 28.Basım, sf.7
4 a.g.e. sf.7
5 “Arap Milliyetçiliği ve Türkler” Prof.İlhan Arsel, Kaynak Yay., 6.Bas., İst.-1998, sf.384
6 a.g.e. sf.384
7 “Language Reform and Nationalism in Modern Turkey” Harold Armsrong The Müslim World Der., Ocak 1965, C:55, sf.58; ak.; a.g.e. sf.386
8 “Turkey and Syria” London, 1930; ak. a.g.e. sf.386
9 “Les Sultans Ottomans” Khail Ganem, Paris 1901, Cilt 1, sf.296
10 “Medeni Bilgiler ve Atatürk’ün El Yazmaları” A.İnan, 1969, TTK Yay.
11 “Vatandaş İçin Medeni Bilgiler” sf. 22, ak; a.g.e., sf.19
12 “Atatürk’te Konular Ansiklopedisi” S.Turhan, Yapı Kredi Yay., sf.186
13 “Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri” IV.Cilt, sf. 349, ak. Seyfettin Turhan “Atatürk’te Konular Ansiklopedisi” Yapı Kredi Yay., sf.186
14 “Medeni Bilgiler ve Atatürk’ün El Yazmaları” A.İnan ,1969, TTK Yay., sf.352
15 “1951 Olağanüstü Dil Kurultayı” Enver Behnan Şapolyo, 1951, sf.53
16 “15.Kitabı” 1938, sf.161
17 “Tek Adam” Şevket Süreyya Aydemir, Remzi Kit., 8.Baskı, 1981, sf.424

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder