14 Aralık 2015 Pazartesi

ZAFER SONRASI - YOL AYRIMI

 

Eskiden yeniye geçerken, “ölü zamanı aşmada gösterilen başarı” ulusun geleceğini belirleyecekti. Türkiye, büyük kararlar arifesindeydi ancak “her şey ince bir sis perdesine gömülmüş bilinmezliklerle” doluydu. Saltanatın kaldırılmasından sonra, yakınına dek daralan karşıtlar çemberiyle kuşatılmıştı. Savaş bitmesiyle başkomutanlığa verilen geniş yetkiler ortadan kalkmış, “vatan savunmasının” zorunlu birlikteliği sona ermişti. Saltanat artıkları, din adına çıkar sağlayan gericiler ve dış bağlantılı işbirlikçiler, siyasi güç elde etmek için saldırıya geçmişlerdi. Tarikat çevrelerinde, İstanbul basınında ve Meclis’te, onu hedef alan, giderek sertleşen bir karşıtçılık (muhalefet) oluşuyordu.

Devrimcilik - Tutuculuk


1923’e girilirken Türkiye’de, bir yanda zaferin yarattığı ulusal coşku, bir başka yanda çatışma eğilimi yüksek gizli siyasi gerilimler yaşanıyordu. Gerilimin merkezinde yer alan ve belirsizlik yaratan iç sorun, yenilikçilik-tutuculuk çelişkisinin neden olduğu siyasi ayrımdı ve bu ayrım çatışmaya doğru gidiyordu.
Savaş’ın yarattığı olağanüstü koşullar bitmiş, Meclis’in başkomutan olarak Mustafa Kemal’e verdiği yüksek yetki son bulmuştu. Padişah kaçmış, ancak yeni yönetim biçimi belirlenmemişti. Yönetim konusunda biraraya gelmesi olanaksız karşıt görüşler, birbirinden hızla uzaklaşan siyasi ayrılıklar durumuna geliyordu. Yeterli birikimi olan ya da olmayan herkes, “bir ulus için her zaman güç bir dönem olan, savaştan barışa geçiş döneminin” yarattığı belirsizlikten yararlanarak, devlet yönetiminde söz sahibi olmak istiyordu.
Eskiden yeniye geçerken, “ölü zamanı aşmada gösterilen başarı” ulusun geleceğini belirleyecekti. Türkiye, büyük kararlar arifesindeydi ancak “her şey ince bir sis perdesine gömülmüş bilinmezliklerle”1 doluydu. Falih Rıfkı’nın (Atay) tanımıyla, o günlerin Türkiyesi, “denize açılmak için limandan ayrılmış, ancak rotasını kaptanından başka kimsenin bilmediği bir gemi” gibiydi.2

1923: Yol Ayrımı

1923, Cumhuriyet’in ilanıyla sonuçlanacak bir yıldı; ancak 1923 aynı zamanda Kurtuluş Savaşı’nda birlikte olanların birbirinden ayrılmaya başladığı bir yıl oldu. Savaş’a katılarak önemli görevler üstlenen önder konumdaki kimi komutanlar, köklü olacağını anladıkları devrim girişimlerinden ürkmüşler, yapılarından kaynaklanan doğal bir eğilimle karşıtçılığa yönelmişlerdi. Dünya görüşünden kaynaklanan ayrılıklar, yönetim yapılanması henüz tamamlanmamış ve kadro sorunu yaşanan ülkede çekinceli ayrılıklara yol açıyor, eski dostlar hızla birbirinden uzaklaşıyordu.
Mustafa Kemal, saltanatın kaldırılmasından sonra, yakınına dek daralan karşıtlar çemberiyle kuşatılmıştı. Savaş bitmesiyle başkomutanlığa verilen geniş yetkiler ortadan kalkmış, “vatan savunmasının” zorunlu birlikteliği sona ermişti. Saltanat artıkları, din adına çıkar sağlayan gericiler ve dış bağlantılı işbirlikçiler, siyasi güç elde etmek için saldırıya geçmişlerdi. Tarikat çevrelerinde, İstanbul basınında ve Meclis’te, onu hedef alan, giderek sertleşen bir karşıtçılık (muhalefet) oluşuyordu.
“En derin ayrılık duygularını bile ustaca gizleyebilen”3 Başbakan Rauf (Orbay) Bey, karşıtçılığın devletteki temsilcisi gibiydi. Kurtuluş Savaşı’nın önde gelen isimleri; Kazım (Karabekir) Paşa, Ali Fuat (Cebesay) Paşa, Refet (Bele) Paşa, Cafer Tayyar (Eğilmez) Paşa, Rüştü ve Nurettin Paşalar, Adnan (Adıvar) Bey, İsmail Canpolat Bey, Miralay Arif Bey onun karşısına geçmişti. Birlikte savaştığı bu insanların davranışı, ikisi dışında onun için şaşırtıcı değildi. Ancak, Kazım Paşa ve çok güvendiği Miralay Arif Bey’in yeni tutumundan derin üzüntü duydu.
“İnandığı yolda yürüdükçe arkadaşlarının bir bölümünün kendisinden kopacağını” biliyordu. Bilmediği, eğer varsa, Ordu’da görev yapan karşıtçı komutanların arkalarındaki gücün gerçek boyutuydu. Önemli atılımlara hazırlandığı çekinceli bir dönemde, kaygı verici bir engelle karşılaşmıştı. “Artık yalnızca İsmet ve Fevzi Paşalara güvenebilirdi, ancak onların da kendisini terk edip etmeyeceğini”4 bilmiyordu. “Bir avuç inanmış arkadaşı, silahlarıyla sürekli yanında hazır bekliyordu”.5

Halka Güven

Kurtuluş Savaşı’nda olduğu gibi, güvenip dayanacağı ana güç, yine halk ve orduydu. Subaylar için, hala tutkuyla bağlı oldukları “efsanevi komutan”, halk için gönül borcu duyulan ve “hakkı asla ödenemeyecek” ulusal bir kahramandı.
Hakkında söylenen hiçbir olumsuz söz halkta etkili olmuyor, buyurgan (diktatör) ya da içkici gibi suçlamalar halkı rahatsız etmiyordu. “Yerinde olsak biz de öyle yapardık” diyerek, kendisine sonsuz ve içten bir hoşgörü gösteriyor, “erdemleri, eğer varsa bütün hatalarını örter”6 diyerek, dedikodulara değil yapılan işlere bakıyordu.

Durum Değerlendirmesi

Girişeceği her önemli işte olduğu gibi, önce, ayrıntılı bir durum değerlendirilmesi yaptı ve amaca uygun çalışma yöntemleri belirledi. Ardından, hazırlıklarını tamamlayarak gerekli önlemleri aldı ve harekete geçti. Bu yöntem, yani, “Kararını iyice düşünerek verip, hazırlıklarını yaparak darbesini en uygun anda indirmek”7 ve giriştiği işte sonuna dek gitmek, onun alışkanlığıydı.
“Gerçeklerin kavranmadığı bir ortamda, bir gerçekçi olarak”8, belirlediği amaç yönünde yürüyecek ve gerçeği, gerek gelişmeleri kavrayamayan yakın çevresine ve gerekse içinde yaşadığı çağdan kopuk içteki düşmanlarına gösterecekti. Bu iş için, ileri bir önsezi yeteneği, “büyük bir iç disiplinle kazanılabilecek bir sabır”9 ve bilinç gerekliydi. Ayrıca; olası gelişmeleri önceden sezmek, “dost düşman herkesin ruh yapısını anlamak”10; yetki ve sorumluluğun sınırlarını bilerek onu gerektiğinde sonuna dek kullanmak gerekiyordu. Bu niteliklerin tümü onda vardı.

Düşünceye Saygı

Girişeceği işlerde, kendi düşüncesine tümüyle ters görüşleri bile sonuna dek sabırla dinliyor, herşeyi herkesle tartışıyordu. “Aykırı görüşleri özenle dinleme erdemi”11, konuştuğu insanlarda saygı ve hayranlık uyandırıyordu. Görüşlerini kabul ettirmek için bıkmadan uğraşıyor ve alınan karara sadık kalıyordu. Ancak, tartışılarak alınmış bir karara sonradan karşı çıkan hiçbir girişimi artık dinlemiyordu.
Uzun ve sabırlı, kimi zaman “gereksiz” görüşmeleri neden yaptığını soran Salih Bozok’a; “Bazen akıllıca bir şey duymayı hiç ummadığım insanlardan bile birşeyler öğreniyorum. Hiçbir düşünce küçümsenmemelidir. Başkalarının düşüncelerini, özellikle karşıt olanları, önem ve mutlulukla dinlerim” demişti.12
Düşüncelerini gerçekleştirmek için yönetim gücünü elde etmesi, bu gücü koruyup sürdürmesi için de, “her santimi için savaşım vermesi” gerekiyordu.13 “Zaferin üzerine yatıp dinlenmek ve gevşemek yoktu”.14 Bu kez girişilecek savaş; silahlı değil, benzer yöntem ve taktiklerle ancak siyasetle yapılacaktı. Düşmanı yenmenin yerini, şimdi, ülkenin gelişmesi önünde engel oluşturan tutucu karşıtlığın kırılması almıştı.

“Nankör Muhalefet”

Zaferden hemen sonra, 1923’te, Meclis’te milletvekili olmasını önlemeye yönelik bir yasa önerisi bile verilmişti. Kendisine yönelen “nankör muhalefetin başvurduğu yöntemlerin düzeysizliğinden tiksiniyordu”.15 İyi niyetli kılığa bürünerek; “ülke için çok şey yaptığını”, “kendisinin ve ülkenin yararı için artık dinlenmesi gerektiğini”16 söyleyen sözde dostlarına; “bana yaptıklarımdan değil, yapacaklarımdan söz edin” diye çıkışıyordu.17
Eyleme geçmeden önce, Meclis'te karşılaştığı ve ölçüsüz karşıtçılığın en uç örneği olan bir olumsuzluğu çözmesi gerekti. Lozan'da görüşmeler olanca yeğinliğiyle sürerken, ulusal birliğe en çok gereksinim duyulan bir dönem yaşanırken, üç milletvekili (Süleyman Necati Bey-Erzurum, Selahattin Bey-Mersin, Emin Bey-Canik-Orta Karadeniz), 2 Aralık 1922'de, onun milletvekili olmasını önlemek için bir önerge verdiler. Önergeye göre, milletvekili olabilmek için, Misak-ı Milli sınırları içindeki seçim bölgelerinin yerleşik halkından olmak ya da göçmen olarak gelmişseyerleşme tarihinden sonra en az beş yıl aynı yerde yaşamak” gerekiyordu.18
Nasıl bir ortamda kimlerle çalıştığını gösteren ve “değerbilirlik, ulusal onur ve vicdan adına utanılacak bir belge”19 niteliğinde olan önerge, halktan büyük tepki gördü ve ülke düzeyinde bir öfke dalgasının yayılmasına yol açtı. Meclis’e; Erzurum, Mersin ve Canik’ten ayrı ayrı; “milletvekilini lanetliyoruz, Onun Sancağımızı temsil etme hakkı olamaz” ya da “sancağımızda milletvekilinin görüşüne katılan bir tek kişi bulunamaz”20 diyen binlerce kınama telgrafı geldi.
Önergeye karşı, Meclis’te yaptığı konuşma, çok etkili, bir o kadar da üzüntü vericiydi. Konuşmasında ülkenin aynı yerinde sürekli olarak beş yıl neden kalamadığını açıkladı, karşılaştığı davranışın ne anlama geldiğini Meclis’e ve millete sorarak, yanıt istedi: “Ne yazık ki doğduğum yer, bugünkü sınırlarımız dışında kalmış bulunuyor. Herhangi bir seçim bölgesinin, beş yıllık yerleşiği de değilim. Durumun böyle olması benim istek ya da kusurum değildir. Bunun nedeni, ülkemizin tümünde, milletimizi yok etmek isteyen düşmanların, hareketlerinde başarılı olmalarının kısmen engellenememiş olmasıdır. Eğer, düşmanlar amaçlarına tümüyle ulaşmış olsalardı, Allah korusun, önergeye imza koymuş efendilerin de, oturdukları yer sınır dışında kalabilirdi. Önergenin aradığı şarta sahip bulunmuyorsam, yani beş yıl aralıksız bir seçim bölgesinde oturamamışsam, bu vatana verdiğim hizmetler nedeniyledir... Sanıyorum ki, hizmetlerim nedeniyle milletimin sevgi ve yakınlığına ulaştım. Bu yakınlığa karşılık, yurttaşlık haklarımdan yoksun bırakılmaya çalışılacağını, doğrusu hiç düşünmemiştim. Yabancı düşmanların, çeşitli düzenlerle, beni ülkemdeki hizmetlerden ayırmaya çalışacaklarını biliyordum. Ancak hiçbir zaman bu Yüksek Meclis’te, iki üç kişi de olsa, aynı düşüncede insanların olabileceğini, hatır ve hayalime getirmezdim. Bu nedenle, ben anlamak istiyorum; bu efendiler, kendi seçim bölgelerindeki halkın düşünce ve duygularına tercüman mıdırlar? Efendiler, beni yurttaşlık haklarımdan düşürme yetkisi, bu efendilere nereden verilmiştir? Bu kürsüden; resmen, yüksek heyetinize, bu efendilerin seçim bölgeleri halkına ve bütün millete soruyorum ve yanıt istiyorum”.21

dipnotlar

1        “Mustafa Kemal” Benoit Méchin, Bilgi Yay., Ank.-1997, sf. 248
2            “Çankaya” Falih Rıfkı Atay, BATES A.Ş., İst.-1980, sf. 349
3            “Mustafa Kemal” Benoit Méchin, Bilgi Yay., Ank.-1997, sf. 247
4            a.g.e.  sf. 248
5            “Bozkurt” H.C.Armstrong, Arba Yay., İst.-1996, sf. 162
6            “Mustafa Kemal” Benoit Méchin, Bilgi Yay., Ank.-1997, sf. 250-251
7            “Bozkurt” H.C.Armstrong, Arba Yay., İst.-1996, sf. 161
8            ”Atatürk” Lord Kinross, Altın Kitaplar Yay., 12.Baskı, İst.-1994, sf. 443
9            a.g.e.  sf. 443
10         a.g.e.  sf. 443
11         “Atatürk” P.Paruşev, Cem Yay., İst.-1981, sf.253
12         a.g.e.  sf. 253-254
13         “Bozkurt” H.C.Armstrong, Arba Yay., İst.-1996, sf.161
14         “Atatürk” Lord Kinross, Altın Kitaplar Yay., 12.Baskı, İst.-1994, sf.444
15         “Mustafa Kemal” Benoit Méchin, Bilgi Yay., Ank.-1997, sf.249
16         a.g.e. sf.249
17         “M.Kemal Atatürk’ten Yazdıklarım” Afet İnan, K.B.Y., Ank.-1981, sf.35
18         “Kemalist Eğitimin Tarih Dersleri-IV” Kaynak Yay., 3.Bas., 2001, sf.138
19         a.g.e. sf. 138-139
20         “Nutuk” M.K.Atatürk, 2.Cilt, TTK, 4.Basım, Ank.-1994, sf.969

21         a.g.e. sf.967

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder