7 Şubat 2016 Pazar

DOĞUDA BİLİMİN TEMELLERİ: OKUL, KİTAP VE EĞİTİM

 

Karahanlı ve Selçuklular’da gezgin öğretmenler ya da medrese öğrencileri, köylere-kasabalara yayılıyor, insanlara okuma yazma öğretiyordu. İslam ülkelerinde her cami imamı, aynı zamanda bir öğretmendi. Eğitimin yaygınlığı, okuma yazma öğreten ilkokullarla sınırlı değildi. Günümüz liseleri ya da İngiliz kolejlerine benzeyen orta öğrenim kurumları ve günümüz üniversitelerinin öncüleri medreseler, ülkelerin değişik bölgelerine, dengeli ve düzenli bir biçimde yayılmıştı. İyi bir eğitim alarak okulu bitiren öğrenciler, edindikleri bilgiyi geliştirmek ve yaymak için büyük külliyelerin ve camilerin yolunu tutardı. Hz.Muhammed’in “bilimi, körü körüne imandan yüce” tutan ve “öğrencilerin mürekkeplerini şehitlerin kanından daha kutsal”  sayan sözleri, onlara güç veren en büyük yardımcıydı. 

Bilimin Temeli


Doğu aydınlanmasının temelinde eğitim, eğitimin temelinde okul, okulun temelinde de öğretmen ve kitap vardır. 9. ve 13.yüzyıllar arasındaki bilim çağında bu üç kavrama büyük önem verildi. Beş yüz yıllık bu uzun dönemde; okullar açılıyor; öğretmen yetiştiriliyor ve her yerde kütüphaneler açılıyordu. Kitaba verilen önem ve kütüphanelerdeki kitap sayısı, günümüz ölçülerine göre bile, inanılması güç boyutlara ulaşıyordu.  

Kağıtın Evrimi

Antik Çağ’da; Mısırlılar papirüsü, İranlılar tirşe’yi (hayvan derisi), Bergamalılar parşömeni Persler bambu örgüsünü, kağıt olarak kullandılar. Çinliler M.S.2.yüzyılda kağıdı, bol ve ucuz olarak üretilen bir sanayi durumuna getirdiler. Çinliler dut ağacı elyafı, eski paçavralar ve kenevir artıklarından kağıt yaparken; kısa bir süre sonra Türkler, İpek elyafından elde ettikleri hamuru tokmaklayarak kakat ya da kakaç adını verdikleri daha nitelikli kağıt üretmeyi başardılar. Kakat sözcüğü, daha sonra kağıt olarak Arapça ve Farsçaya yerleşti.1
Kağıt yapımının en ucuzu olan Çin yöntemiyle, 7.ve 8.yüzyıllarda Semerkant’da bol miktarda kağıt üretiliyordu. Üretim teknikleri ve kağıt hamuru formülleri, Abbasi Halifesi Harun Reşit döneminde (793) Türkler tarafından Bağdat’a, 11.yüzyılda Sicilya’yı elinde tutan Araplarca İtalya’ya götürüldü; 14.yüzyılda Avrupa’ya buradan yayıldı.
Benzer bir yolu, birkaç yüzyıl arayla matbaa izledi. Çok eskiden beri mürekkebi bilen ve oymacılıkta ustalaşan Çinliler, önce mermer levhalar, sonra ahşap baskı bloklarıyla yazı, hatta resim basmaya başladılar. 8.Yüzyılda Uygurlar; Turfan, Almalık ve Barkul’da benzer tekniklerle kitap basıyor ve renkli mürekkep kullanıyordu.2
Çinliler 11.yüzyılın ilk yarısında, harfleri tek tek hazırlayıp kalıp olarak dizmeyi ve mürekkeplenen kalıpları kağıt üzerinde gezdirerek kopya çıkarmayı, yani tipo baskı tekniğini buldular. Basım teknikleri, 14.yüzyılda, yine Semerkant-Bağdat yolunu izleyerek Batıya ulaştı; 15.yüzyıl’da Avrupa’da kullanılmaya başlandı.3

Kitap ve Kitapçılar

Kağıt ve basım tekniklerinin gelişmesi, kitabın ucuzlamasına ve alım gücü düşük kesimlerin de kitap edinmesine olanak sağladı. El Memun, Bağdat’da Beytül Hikme’yi kurduğunda, halktan gelen yaygın bir isteği yerine getirmişti.
Öğrenme tutkusuna kapılmış sıradan insanlar, ortaklaşa kitap alma, kitap değiş tokuşu ya da eski kitap alımı gibi, tarihte ilk kez görülen alışkanlıklar edinmişlerdi. Kitap, bir kültür alışveriş aracı olmuş; kitapçılar, yalnızca kitap satılan yerler değil, aydınların uğrak yerleri olmuştu. Ülkenin dört bir yanından gelen kitap meraklıları, büyük kentlerdeki sahaf çarşılarında buluşuyor, kitap ve görüş alışverişinde bulunuyorlardı.4

Kitap Tutkusu

Günümüzde paraya ya da lüks tüketime yönelen toplumsal ilgi, o zaman “bir salgın hastalık gibi” kitap tutkusuna yönelmişti.5 Haçlıların, yağması nedeniyle servetinin yitirerek sıradan bir insan durumuna gelen Emir Usama bin Munkıd’ın şu sözleri, kitaba o dönemde ne denli yüksek değer verildiğini gösteriyordu: “Evlatlarımın, arkadaşlarımın evlatlarının ve eşimin sağlıklı oluşu, servetimi yitirmenin üzüntüsünü bana unutturdu. Ancak kitaplarımın elden gitmesi beni üzüyor. Dört bin cilt kitabım vardı. Onların eksikliği benim için, yaşadığım sürece bitmeyen bir üzüntü kaynağı olacaktır”.6

Kütüphaneler

Varsılların kitaplıklarına imrenen yoksul aydınlar arasında sıkça kullanılan “Allah cevizi dişi olmayanlara verir...” sözü, kitaba verilen önemi gösteren, dönemin güncel deyimlerinden biriydi.7
Kitap kopyacıları, üstün sanatkarlar olan hattatlar, kağıt üretiminde ya da kütüphanelerde çalışanlar, herbiri aynı zamanda iyi bir okuyucu olan az gelirli aydınlardı. Kütüphaneciliği, aynı eczacılık gibi, tarihte ilk kez meslek konumuna getirenler de onlardı. İngilizlerin çok övündükleri ve içinde okuma-tartışma salonları bulunan günümüz kulüpleri, bin yıl önce; Semerkant, Bağdat ya da Kurtuba’da kurulmuş ve aydınları ağırlamıştı.
Başlangıçta, camilerin içinde ya da yanında kurulan kütüphaneler, giderek mahallelerde, kasaba ve köylerde kurulmaya başlandı. Halkın kolayca ulaşabileceği küçük kitap ve okumaevlerinden ayrı olarak, büyük genel kütüphaneler ve özel uzmanlık kitaplıkları kuruldu.
Beytül Hikme külliyesinin içinde yer alan İslam dünyasının en büyük kütüphanesinde 1 milyon kitap vardı; Şam, Kahire, Semerkant, Kurtuba, Merv’deki kütüphanelerde bulunan kitap sayısı bu sayıya yakındı. Timur’un torunu ünlü matematikçi ve gökbilimci Uluğ Beğ’in (1394-1449) kişisel kitaplığı, aynı yıllarda “Avrupa krallarının kitaplıklarının en az on katı kitapla doluydu”.8
Irak’ta çok küçük bir kasaba olmasına karşın Necef Kütüphanesi’nde, 40 bin kitap vardı. Fatımilerin Kahire’deki kütüphanelerinde yalnızca felsefe üzerine 18 bin, matematik üzerine 6 bin 500 kitap bulunuyordu. Tahran’ın Güneyindeki Rey kentinde, kent kütüphanesinin yalnızca kitap kataloğu, on büyük cilt tutmuştu. Her caminin bir kitaplığı vardı; her hastanede ziyaretçiler önce,“raflarında cilt cilt kitaplar bulunan salonlara alınırlardı”.9
Günümüzde; İtalya’daki Roma Ulusal Kütüphanesinde 677 bin, Viyana Devlet Kütüphane’sinde 924 bin, Berlin Ulusal Kütüphanesinde 1 milyon 230 bin kitap olduğu düşünülürse, bin yıl öncesinin kitap sayılarının ne anlam taşıdığı, daha iyi anlaşılacaktır.10

Okul ve Eğitim

“Duvarları kitaptan görünmeyen” ve “insanlarla dolup taşan” kütüphaneler, tutkuya dönüşen öğrenme isteği, okullar ve okutulanlar; dikkatlice hazırlanmış bilinçli bir girişimin, devletin öncülük ettiği eğitim izlencelerinin (programlarının) ürünleriydiler. Görülmemiş birokul ve eğitim bolluğuyaşanıyordu.
Bu öyle bir bolluktu ki; köylere dek yayılmış binlerce okulda 6-11 yaş kümesinde yüzlerce erkek ve kız çocuk, “küçük seccadelerin üzerinde diz çöküp mumyalanmış tahta levhalar üzerinde harfler yazıyor, Kur’an okuyor ve gramerin ilk kurallarını” öğreniyordu. Okul olmayan yerlerde aynı şey, “Müslüman ülkelerin her yerine yayılmış olan cami ve mescitlerde yapılıyor”; camiler ibadet aralarında, okuma yazma öğrenen çocuklarla doluyordu.11
Devlet, ilköğretimin yayılması için gereksinimleri karşılamada öncülük yapıyordu ancak yüksek yoğunluklu katılım, devlet ya da hükümdar zorlamasıyla olmuyordu. Halk, hem eğitime başlayıp bilgi ve görüşünü arttırması ve hem de din kurallarını öğrenmesi için çocuğunu büyük bir istekle okullara, camilere yolluyordu. Hangi inançtan olursa olsun her aile, aynı şeyi, kendi kurumlarıyla yapmakta özgürdü. Buna kimse karışmıyordu. 
  
Batının Karanlığı

Doğuda küçücük çocuklar okuma yazma öğrenip, Kur’an okuyabilirken; Batıda İncil, yalnızca papazların elinde bulunurdu. Halkın onu okuması yasaklanmıştı. “İncil’in dilini papazlar bilir” ve “yazdıklarını halka ancak papazlar anlatabilirdi”.
800 yıl boyunca halk, Latince verilen vaazları birşey anlamadan dinliyordu. Halkın Latince okuma yazma öğrenmeyişi, onların bunu istemedikleri için değildi. Halkın eğitilmesi ve İncil’i anlar duruma gelmesi, papalar ve imparatorlarca istenmiyordu.
Bu durum, 16.yüzyıldan sonra tersine dönecek ve gerileme sürecine giren İslam ülkelerinde cahil bırakılan halk, Kur’an’ı yetersiz hocalardan “öğrenmeye” başlarken; Batı, büyük bir eğitim atılımı gerçekleştirerek laikleşecek ve “herkesin her şeyi öğrenme” olanağına kavuşması sağlanacaktı. Günümüzde, Kur’an’ı Türkçe öğrenme ya da Türkçe ezan konularına gösterilen tepkiler göz önüne getirildiğinde, Doğu-Batı arasındaki “tersine dönüş”, daha iyi anlaşılacaktır.

Herkese Açık Parasız Eğitim

Kentlerden köylere dek yayılan okullarda, eğitim parasızdı. İnsanların bilgisiz kalmasını istemeyen devlet, okullara aylığa bağladığı öğretmenler atıyor, yurtlar yaptırıyor ve öğrencilerin temel gereksinimlerini karşılıyordu. Endülüs’te II.El-Hakem, Kurtuba’nın 81 ilkokuluna ek olarak, yalnızca yoksul çocukların alındığı 27 yeni okul yaptırmıştı. Kahire’de El-Mansur Kalavun, Mansuri Hastanesi külliyesinde bir yetimler okulu açmış, burada okuyan çocukların beslenme ve yazlık-kışlık giyim giderlerinin devlet tarafından karşılanmasını yasaya bağlamıştı.
Karahanlı ve Selçuklular’da gezgin öğretmenler ya da medrese öğrencileri, köylere-kasabalara yayılıyor, insanlara okuma yazma öğretiyordu. İslam ülkelerinde her cami imamı, aynı zamanda bir öğretmendi ve Alman araştırmacı Sigrid Hanke’nin deyimiyle, “halk eğitiminin üzerine gerilmiş sık dokulu bir ağ gibi” her yana yayılmış olan camiler, “eğitim düzeninde hiçbir gedik bırakmıyordu”.12

Üniversitenin Öncüleri Medreseler

Eğitimin yaygınlığı, okuma yazma öğreten ilkokullarla sınırlı değildi. Günümüz liseleri ya da İngiliz kolejlerine benzeyen orta öğrenim kurumları ve günümüz üniversitelerinin öncüleri medreseler, ülkelerin değişik bölgelerine, dengeli ve düzenli bir biçimde yayılmıştı.
Parasız olan bu okulların öğrencileri, okulların üst katlarında ücretsiz yatar kalkar, yer içer ve küçük bir cep harçlığı da alırdı. Zemin katlarda ya da ek hizmet binalarında; mutfaklar, ambarlar, hamamlar bulunur; ortasında üzeri kubbeli ya da açık havuz (şadırvan) olan orta avlunun çevresinde, sınıflar ve kütüphaneler sıralanırdı.
Öğrenciler bu okullarda; Kur’an, hadis, dil bilgisi, edebiyat, matematik, gökbilimleri, tarih, coğrafya, mantık ve iyi konuşma (hitabet) derslerinden oluşan kapsamlı bir eğitimden geçerdi. Tartışma ve eleştiri toplantılarıyla; öğrenciler, öğrenimde etkin biçimde yer alır; büyük sınıflardaki öğrenciler, küçüklere geliştirici seminerler düzenlerdi. Bu okullar, o dönemdeki eğitimcilerin anlatımıyla; “bilginin binlerce çiçeğinden bilgelik balı toplanan ve sürekli uğuldayan arı kovanlarıydılar”.13

Kuramsal Düzey

İyi bir eğitim alarak okulu bitiren öğrenciler, edindikleri bilgiyi geliştirmek ve yaymak için büyük külliyelerin ve camilerin yolunu tutardı. Hz.Muhammed’in “bilimi, körü körüne imandan yüce” tutan ve “öğrencilerin mürekkeplerini şehitlerin kanından daha kutsal” sayan sözleri14, onlara güç veren en büyük yardımcıydı.
Bilgi edinmek isteyenler, namaz dışı zamanlarda bu “genç profesörlerin” çevresinde halka oluştururlar ve derse dönüşen tartışmalar düzenlerlerdi. Tartışmalara kadın ya da erkek herkes katılabilirdi. Katılımcılar, diledikleri anda öğretmenin sözünün arasına girebilir, ona soru sorabilir ya da eleştiride bulunabilirdi. Katılımcıların bilimsel düzeyleri yüksek olduğu için, bu işleyiş, ders vereni kusursuz bir hazırlığa zorlayan, çok yararlı bir yöntemdi.
En iyilerini dinlemiş olan eleştiriciler; iyi hazırlanmamış, bilgisi yetersiz ders vericilerin, saygıda kusur etmeyen korkulu rüyalarıydılar. Onların karşısına çıkmak için, yeni ve yüksek bilgiyle donanmış olmak gerekirdi. Ayrıca, bilgisine güvenen herkes, ders vermekte özgürdü. Ancak, ülkedeki en iyi bilim adamlarını konuk etmiş, onlarla tartışmış bir kitleye ders vermek, bilgi ve yüreklilik isteyen bir işti; kolayca ortaya çıkılmazdı. Bu davranış ve yaklaşım biçimi, Batının hiç bilmediği ve belli ki anlamadığı bir tutumdu.
9. ve 14. yüzyıllar arasında, Doğuda bilim ve eğitim bu düzeydeyken, Batıda karanlık bir dönem yaşanıyordu. Orta ve Batı Avrupa’da okuma yazma bilmeyenlerin oranı yüzde 95’ti.15
9.Yüzyıl başında Batı Avrupa’daki tüm Hıristiyan topraklarını birleştirerek kutsal Roma-Germen İmparatorluğu’nu kuran Şarlman (Charles Le Grand, 742-814), İmparator olduktan sonra, ilerlemiş yaşında okuma yazma öğrenmişti. Batılı aristokratlar, 18.yüzyıla dek okuma yazma bilmemekle övünürlerdi. Manastırlarda ancak birkaç keşiş yazı yazmayı bilirdi. St. Gallen Manastırı o dönemlerde, bir yıl aramasına karşın okuma-yazma bilen bir tek keşiş bulamamıştı.16

DİPNOTLAR

1                       Ana Britannica 17.Cilt, sf.372
2                       “Tarih II Kemalist Eğitimin Tarih Dersleri” Kaynak Yay., 3.Bas., 2001, sf.59-60
3                       Ana Brittannica 4.Cilt, sf.332
4                       “Allah’ın Güneşi Avrupa’nın Üzerinde” S.Hunke Altın Kit.Yay., 2001, sf.220
5                       a.g.e. sf.216
6                       a.g.e. sf.222
7                       a.g.e. sf.219
8                       “Kitap Kıyımı” Yalçın Kaya, Tiglat Matbaacılık, 2001, sf.60-61
9                       “Allah’ın Güneşi Avrupa’nın Üzerinde” S.Hunke Altın Kit.Yay., 2001, sf.217
10                  “Kitap Kıyımı” Yalçın Kaya, Tiglat Matbaacılık, 2001, sf.62
11                  “Allah’ın Güneşi Avrupa’nın Üzerinde” S.Hunke Altın Kit.Yay., 2001, sf.223
12                  a.g.e. sf.224
13                  a.g.e. sf.224
14                  a.g.e. sf.226
15                  a.g.e. sf.222
16                  a.g.e. sf.223




1 yorum: