12 Mart 2016 Cumartesi

TÜRKİYE’DE PARTİ SORUNU



Türkiye’de geçerli olan siyasi dizge (sistem), söylendiği gibi çok partili bir düzen değil, gerçekte bir tür tek parti düzenidir. İçişleri Bakanlığı’na dilekçe veren herkes parti kurabilir ve Türkiye’de kurulmuş çok sayıda parti vardır. Her partinin adı, genel merkezi, genel başkanı başkadır. Ancak, bunlardan baraj geçip Meclis’e girenlerin tümü, hükümet kurduklarında dış istekleri yerine getirecekler ve IMF, Dünya Bankası ya da AB programlarından oluşan tek bir politikayı uygulayacaklardır. Bunu yapmadıklarında hükümette kalamazlar. İç-dış ilişkiler ağının açık ya da dolaylı desteğiyle bulunduğu yere gelen parti başkanı, tek belirleyicidir. Partinin milletvekili adaylarını o belirler. Bunu yaparken, kendisini bulunduğu yere getiren güçlerin önceliklerine uygun bir kadroyu seçer. Böylece yasama gücünü temsil eden milletvekillerini gerçekte halk değil, parti başkanları, bağlı olarak iç-dış sermaye kümeleri belirlemiş olur.

Partilerin Ortaya Çıkışı

Türkiye’de Partilerin yönetim düzeni içinde yer alıp günümüzdeki konuma gelmesi, Batı’da başlayan ve son iki yüz yılı kapsayan bir süreç içinde olmuştur. Siyasi partilerin, ortaya çıkışları, gelişip siyasete yön vermeleri, 19.yüzyıl Batı kapitalizminin gereksinimlerine ve gelişim isteğine uygun düşer. “Demokrasi” nin kurulup geliştirilmesi amacıyla değil, sınıf savaşımını yürütmek için kurulmuşlardır. Batı Avrupa’da çok sert geçen sınıf çatışmalarının ürünüdürler.
Türkiye partileri ise, Batı’dan ayrımlı olarak, toplumsal düzenin doğal sonuçları olarak değil, Batıya benzeme isteğinin ürünleri olarak ortaya çıkmıştır. Genel olarak yapay ve öykünmecidirler. Bu nedenle, genel bir özellik olarak, Türk toplumun gelişme isteklerine, gereksinimlerine yanıt verememişlerdir. Ne öykündükleri Batı partileri gibi olabilmişler ne de halk içinde güven duyulan bir güç olmuşlardır.

Türkiye’nin Özgünlüğü

Türk toplumu, Batı’dan çok ayrımlı bir tarihe ve geleneklere sahiptir. Özellikle katılımcılığa dayanan yönetim anlayışı,  kendine özgüdür ve uzun yüzyıllar içinde olgunlaşmıştır.
Türkler, bozulma ve güçsüzlük dönemleri dışında, genellikle toplumun tümünü kapsayan bir katılımcılık ve dayanışma ilişkisi içinde olmuşlar, bu ilişkiyi yönetim düzenine yansıtabilmişlerdir. Türk tarihine ve geleneklerine uyum gösteren siyasi örgütlenmeler başarılı olmuş, başka toplumlara benzeme çabaları Türk halkı tarafından hiçbir dönemde kabul görmemiştir.
20.Yüzyıl başında gerçekleştirilen Müdafaa-i Hukuk örgütleri, Birinci Meclis ve 1930 CHP’si; özünü koruyarak gelişen, yenileşmeci örgütlerdir. Bu nedenle başarılı olmuşlardır.

Öykünme

Türkiye siyasi partileri, genel bir özellik olarak, kitleleri yeterince örgütleyememiş; parti çalışmaları, halktan kopuk, dar kümelenmelerin etkinliği olarak kalmıştır.
Cumhuriyet’ten önce ülkedeki parti etkinliklerinin hemen tümü, yalnızca İstanbul ve Selanik çevresinde toplanmış, özellikle Anadolu halkıyla herhangi bir bağ kurulmamıştır. 1919-1938 arası, 20.Yüzyıl’da halk örgütlenmesinde başarı sağlanan tek dönemdir.
1945 sonrasındaki çok partililik ise, denetim altında tutulan, halka kapalı öykünmeci bir parlamentoculuk ve siyasi yabancılaşma dönemidir. Bu dönemde, halktan uzaklaşılarak Batı’ya bağlanılmış ve ulusal varlığa büyük zarar verilmiştir.
 Siyasi çözülme ve yabancılaşma o denli yoğundur olmuştur ki, Türkiye’de yönetime gelmek isteyen parti başkanları, Washington ya da Brüksel’e gitmek ve Batı’ya kendilerini kabul ettirmek zorunda kalmışlardır. Partiler, meşruiyetlerini Türk ulusunun varlığında ve Kurtuluş Savaşı’nda değil, Batı merkezlerinin onayından aramışlardır.

Para ve Siyaset

Türkiye’de siyaset artık, parası olmayan insanlar için yapılması olanaksız bir eylemdir. Küresel güçlerle bütünleşen büyük sermaye, akçalı (mali) ilişkiler ve basın gücüyle siyasete tümüyle egemen olmuş; ulusal devlet, önemli oranda, kendisini yok edecek dış bağlantılı kadroların eline geçmiştir.
Bu durum akçalı ve siyasi güç sahiplerine, üzerinde özgürce hareket edebilecekleri geniş bir alan yaratmıştır. Küresel güç, işbirlikçi sermaye ve politikacı ekseninde sağlanan birliktelik, yoksul ve örgütsüz kılınan halkın politikadan uzak tutulmasını sağlamıştır. Politikanın işlevi, artık, halkın ve ulusun çıkarlarının savunulması değil, çıkar elde etme amacıyla uluslararası güç merkezleriyle kurulan yakınlık ve onlara verilen hizmettir. Burada söz konusu olan, siyasi demokrasinin bilinen işleyişi değil, paranın egemenliğidir.

Dışa Bağlılık

Türkiye’de geçerli olan siyasi dizge (sistem), söylendiği gibi çok partili bir düzen değil, gerçekte bir tür tek parti düzenidir. İçişleri Bakanlığı’na dilekçe veren herkes parti kurabilir ve Türkiye’de kurulmuş çok sayıda parti vardır. Her partinin adı, genel merkezi, genel başkanı başkadır. Ancak, bunlardan baraj geçip Meclis’e girenlerin tümü, hükümet kurduklarında dış istekleri yerine getirecekler ve IMF, Dünya Bankası ya da AB programlarından oluşan tek bir politikayı uygulayacaklardır. Bunu yapmadıklarında hükümette kalamazlar.
Ekonomiyi ve iletişim gücünü ele geçiren uluslararası sermaye, işbirlikçileri aracılığıyla siyasi düzeni denetim altına almış, partiler üzerinde kesin bir egemenlik kurmuştur. Parti yöneticilerinin pek çoğu, elde edilmiş elemanlar ya da küresel güçlere karşı direnemeyecek yetersiz kişilerdir. Bu nedenle; parti izlencelerinde (programlarında), seçim bildirgelerinde ne yazılırsa yazılsın, seçim meydanlarında ne söylenirse söylensin, yönetime geldiklerinde dışarda belirlenen izlenceleri uygulayacaklardır. Partiler artık, ülkenin ve halkın sorunlarını çözmenin değil, yönetimdeki bozulmanın araçları durumuna gelmiştir.

“Çok Partili” Tek Parti Düzeni

Türk halkı, her çeşit partiyi denemiş ve her dört ya da beş yılda bir önüne koyulan sandığa oy atarak bunları sırayla yönetime getirmiştir. Son yirmi yıl içinde ANAP, SHP, DYP, CHP, RP, MHP, DSP ve AKP; hükümetlerde yer almış ve tümü aynı politikayı uygulayarak, halkın sorunlarını gidermek yerine daha da ağırlaştırmıştır.
Bu durum gerçekte, son yirmi yılla sınırlı da değildir. 1919-1938 dönemi dışında, Tanzimat’tan günümüze dek, Türkiye’de sürekli olarak Batı yanlısı politikalar uygulanmıştır. 19.Yüzyıl sonundaki Prens Sabahattin’in ademimerkeziyetçiliği  ile AKP’nin Kamu Reformu Yasası arasında niteliksel bir ayrım yoktur. 20.Yüzyıl başındaki Hürriyet ve İtilaf’ın liberalizmiyle, bugünkü Gümrük Birliği uygulamaları ayrımlı değildir.
Yaşananların kaçınılmaz sonucu, ülke sorunlarının sürekli artmasıdır. Bu tür politikalar Osmanlı İmparatorluğu’nu dağıttı; Türkiye Cumhuriyeti bugün büyük çekince altındadır. Siyasi ve ekonomik sorunlar, giderek çözümü güç ulusal sorunlar durumuna geliyor. Siyasi partiler ve yöneticileri; artık, halkın saygı duymadığı, çıkar peşinde koşan, güvenilmez kişilerdir. Toplum katında, sevgi ve güvene dayalı bir saygınlıkları yoktur.
Partiler kendilerini, katılımcı işleyişe sahip, demokrasiye inanan örgütler olarak göstermek isterler. Ayrımlı bir yönetim seçeneğini içinde barındırmayan, bu nedenle sonucu değiştirmeyen seçimler, bu tür partiler ve temsil ettikleri güçler için “demokrasinin” tek göstergesidir. Parti yöneticileri, sermaye sözcüleri ve medya, konuyu sürekli bu biçimde dile getirir. Ancak, gerçekte hiçbir parti, demokratik işleyişin hiçbir kuralını, hiçbir zaman işletmez.

Parti Başkanları

İç-dış ilişkiler ağının açık ya da dolaylı desteğiyle bulunduğu yere gelen parti başkanı, tek belirleyicidir. Partinin milletvekili adaylarını o belirler. Bunu yaparken, kendisini bulunduğu yere getiren güçlerin önceliklerine uygun bir kadroyu seçer. Böylece yasama gücünü temsil eden milletvekillerini gerçekte halk değil, parti başkanları, bağlı olarak iç-dış sermaye kümeleri belirlemiş olur.
Bu tür ilişkiler yazılı ya da sözlü buyruklarla yürütülmez. Parti başkanı, dışarının kendisinden beklediği uygulamaları bilir ona göre davranır. Halk, önüne konulan sandığa oy atmaktan başka bir şey yapamayan edilgen bir kalabalık durumuna getirilmiştir. Kime oy verse sonuç değişmez ve sandıktan her zaman benzer nitelikte insanlar çıkar. Çünkü yönetime gelebilecek tüm partilerin genel başkanları aynı şeyi yapmış ve Batıcılığı tek doğru kabul eden insanları aday göstermiştir. Halkın ya da onu temsil edecek aydınların Meclis’e girmesi olanaklı değildir. Birkaç aykırı örnek, genel durumu değiştirmez.
Değişmez parti egemenleri olan genel başkanlar, “demokratça” açıklamalar yaparlar, her düşünceye saygı gösteriyor görünürler. Ancak, bu yalnızca görünüşte böyledir. Gerçekte, en küçük bir eleştiri ve tartışmaya bile katlanamazlar. Bu tutum, yaptıkları işin niteliğinden kaynaklanan bir davranıştır.
Halkın değil, oligarşik yapıların çıkarlarını savunmaları, onların, parti ve meclis kümesi (gurubu) üzerinde deliksiz bir egemenlik kurmasını zorunlu kılar. Bunu ne denli başarırlarsa, bağlantılı oldukları çevrelerde o denli değer kazanırlar. Aday yapıp, halka seçtirdikleri milletvekillerine söz geçiremediklerinde, hemen ortaya çıkan genel başkan adaylarından birine, koltuklarını kaptıracaklarını bilirler.

Yapaylık

Böyle bir ortamda katılımcılığın, düşünceye saygının, ilkeli çalışmanın ya da tartışmanın kuşkusuz yeri yoktur. Gösterişli kurultaylar, parti içi seçimler, genel başkanın belirlediği kişilerin onaylanmasından başka bir değeri olmayan, göstermelik işlerdir.
Bu nedenle, günümüz siyasi partileri, partiden çok aşiret ya da tarikat türünden feodal yapılara, parti başkanları da bu yapıların reislerine benzer. Küreselleşmeci ideologların, yeni-feodalizm adını vererek yücelttikleri böylesi bir ortam içinde, küresel egemenliğin ana ereği olan ulus-devlet çıkarları, parti politikalarında doğal olarak yer almaz, tersine devlet, bilinçli bir biçimde etkisizleştirilir.

Olması Gereken

Türkiye’de ülke yararına siyaset yapmak isteyenler, toplumun tarihsel, toplumsal, ekonomik ve kültürel özelliklerini tam olarak bilince çıkarıp, örgütlenmeli ve örgütlerini bu özelliklerle bütünleştirmeyi başarmalıdırlar. Çağdaşlık, gelişkin olana benzemeğe çalışmak değil, kimliğini koruyarak günün gereklerine yanıt verecek biçimde geliştirmektir. Toplumu tanımak, koşullarını ve gelişimini bilmek, onu değiştirip geliştirmenin ön koşuludur. Topluma yabancı kalan bir siyasi örgüt, ne denli ileri ve çağdaş görünürse görünsün, etkili olma şansına sahip değildir.
Her toplum; yapısına, gelişim düzeyine ve geleneklerine uyum gösteren bir siyasi yapılanma içinde olmak zorundadır. Kişisel ya da kümesel istekler, gerçeklerden kopuk zorlamalar ya da başka toplumlara özenmeler, başarı şansı olmayan girişimlerdir.
Siyasetle uğraşanların yapması gereken, iyi olacağına inandığı kişisel yargılarını topluma kabul ettirmeğe çalışmak değil, toplumun gelişme isteklerini saptayıp, bu istekleri bütünlüğü olan bir izlence durumuna getirerek uygulamaktır. Bunun için kitleleri örgütlemek ve halktan kopmadan ona öncülük etmek gerekir.
Hiçbir toplumsal düzen sonsuz değildir. Ortaya çıkar, gelişir ve karşıtına dönüşerek ortadan kalkar. Bu; nesnel, önlenemez ve yinelenemez evrensel bir süreçtir. Siyasetçinin görevi, hangi süreç yaşanıyorsa ona uygun davranmak, toplumu, koşulları oluşmuş bir ilerlemeye yöneltmektir. Koşulları oluşmayan hiçbir toplumsal dönüşüm gerçekleştirilemez. Ancak, koşulları oluşan her toplumsal dönüşüm de kendiliğinden gerçekleşemez. Bunun için insan eylemine gereksinim vardır. İnsan eylemi, yani siyasi örgütlenme, toplumsal dönüşümler için gerek ancak yetmez şarttır. Yeterlilik, doğal sürecin tamamlanmasıdır.

Aydınlar

Türk aydınları, gördüğü ağır baskının sonucu olarak, toplumsal koşullara uygun ve ulusal gereksinimlere yanıt veren bir örgütlenmeyi gerçekleştirememiştir. Bir kısım aydın, Türk toplumunun özgün yapısını kavrayamamış, öznel yargılarla devinerek (hareket ederek), yaşamdan kopuk bir siyasi davranış içine girmiştir.
18.Yüzyıldan sonra Batı’nın artan gücü ve Osmanlı İmparatorluğu’nun çözülüşü, yaygın ve kalıcı bir kimliksizleşme sorunu yaratmış, kendine güven yitirilmiştir. Ekonomik ve kültürel çöküşe neden olan Batı, bilgisiz ve bilinçsiz bir ortam içinde, yıkımın değil, kurtuluşun aracı olarak görülmüştür.
Çağdaşlık adına Batıcılığa, din adına Arapcılığa ve özgürlük adına etnik ayırımcılığa dayanan siyasi kümeler, bu görüşün ortaya çıkardığı oluşumlardır. Tanzimat anlayışındaki partiler, tekke ve tarikatlar, bölücü örgütler, tümü birden Batıyla uzlaşan, kimi zaman Batı tarafından kurulan ve Türkiye’ye karşı kullanılan yapılanmalardır.

Önderin Önemi

Türk toplumunda önder önemlidir. Devlet ve ordu başkanlarına ya da halk içinden çıkan doğal önderlere büyük saygı gösterilir, buyruklarına istekle uyulur. Halk, öndere görevinde başarılı olması için her türlü desteği verir, ona son derece saygı gösterir. Ancak, önder de halkı düşünmek, sorunlarını çözmek zorundadır.
Gösterilen saygı ve bağlılık içtendir ancak sonsuz değildir. Halkın ve ulusun sorunlarını çözemeyen önder, gözden düşer ve görevden uzaklaştırılır. Siyasi, ekonomik ve kültürel tüm örgütlerde, önder örgütle, örgüt de önderle özdeşleşir. Türk toplumunda gelenek budur.
Devlette hakan, orduda komutan, tekkede şeyh, esnaflıkta ahi büyüğü ile topluma yerleşen öndere saygı geleneği, etkisini önemli oranda bugün de sürdürmektedir. Bu gelenek, doğru biçimde kullanılırsa, toplum yararlarının korunması açısından önemli bir olanaktır. Türk halkı öndere güven duyarsa, onun yetkilerini arttırır ve onu uzun süre görevde tutar, sık sık değiştirmez.
Günümüz partilerinde, parti genel başkanları bu geleneği, genellikle olumsuz bir biçimde kullanmakta ve buyrukçuluğu temel davranış durumuna getirmektedirler. Bunlara göre, yalnızca parti yöneticileri değil, ulus adına görev yapması gereken milletvekilleri de, başkanlarının isteklerini sorgulamadan yerine getirmelidir. Bunu yapmayıp doğru bildiği yönde davrananlar, partide barındırılmazlar.

Yapılması Gerekenler

Ulusa hizmet etmek isteyen örgütler, dayanışmaya, yardımlaşma ve katılımcılığa özel önem vermelidir. Her tür inanca saygılı olmanın laiklikle olanaklı olduğunu unutmamalıdır. Haksızlıklara, adaletsizliğe ve sömürünün her türüne karşı çıkmalı, yoksul ve güçsüzün yanında yer almalıdır. Türk kimliğine sahip çıkmalı ancak ırkçı olmamalıdır. Etnik ayırımcılığa karşı çıkmalı, ulusun bütünlüğünü savunmalı ve ayrılıkçılığa yol açacak olay ve gelişmelere izin vermemelidir. Ulusal egemenlikten asla ödün vermemeli, tam bağımsızlığı yaşam sorunu kabul etmelidir. Eğitim, çocuk ve kadın sorunlarına öncelik vermeli, çözüm üretip uygulamalıdır. Yönetim işleyişinde yansız, adil, tüzeye (hukuka) saygılı ve meşruiyetçi olmalıdır. Türkiye’de meşruiyetin ancak ulusal bağımsızlıktan, Kurtuluş Savaşı’ndan ve Cumhuriyet Devrimlerinden alınabileceğini unutmamalıdır.
Bunlar yapıldığı sürece, başarısızlık gibi bir sonuç, asla olmayacaktır. Çünkü bu yaklaşımlar, Türkler’in yaşamlarında alçak gönüllülükle ve önemseyerek uyguladığı, doğal davranışlardır. Kurtuluş Savaşı ve Türk Devrimi,  bu gerçekliğin en belirgin göstergesi, en açık kanıtıdır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder