3 Temmuz 2016 Pazar

AMERİKAN “DEMOKRASİSİ” VE KÖLECİLİK



Kuzey Amerika göçmenleri, 4 Temmuz 1776’da, İngilizlere karşı bağımsızlıklarını ilan ettiler ve yeni bir devlet kurdular. Kurulan devlet büyük toprak sahiplerine, ticaret ve daha sonra sanayi kentsoyluluğuna ve mali-sermaye egemenliğine dayanıyordu. ABD’yi bir anlamda bunlar kurmuşlardı. Birleşik Devletler anayasasını hazırlayanlar; köle çalıştıran büyük toprak sahipleri, zengin tüccarlar ve bankerlerdi. Anayasaya biçim veren Alexander Hamilton (1755-1804), ABD’nin bankacılık sistemini ve mali örgütlenmesini kuran kişiydi. İlk Başkan George Washington (1732-1799), çok geniş topraklara sahipti ve ABD’nin “en zengin” insanıydı. Öldüğünde 314 kölesi vardı.(x)

Yönetim Anlayışı

Massachusetts’ın ilk valisi John Winthrop, yeni dünyanın insanlık için eşsiz bir örnek, “bir tepenin üzerindeki kent” olduğunu söylüyordu. Thomas Paine için Amerika “insanlığın sığınağı”ydı. 18.Yüzyıl ortalarında Horace Greeley, “Batı’ya git genç adam ve ülkenle birlikte büyü” diyordu. Tarihçi James Oliver ise şunları söylüyordu: “Tanrı’nın eli onları Batı’ya sürdü ve onlar beraberlerinde en iyi şeyleri; uygarlığı, eğitimi, refahı, cumhuriyetçi hükümeti ve demokrasi ideallerini getirdiler. İşsiz ve boş bir kıtayı, yeryüzündeki en özgür bir halkın erdemi ve kurumlarıyla doldurdular. Efsane ve rüya, işte buydu”.
Söylenenler ne kadar doğrudur? Amerika gerçekten “insanlığın sığınağı” mıydı? Buraya gelenler “refah” ve “demokrasi”  mi getirdiler? “İşsiz ve boş kıtayı”  yeryüzünün “en özgür”  yeri mi yaptılar?
Amerikan siyasi düzeni, günlük dilde sürekli kullanılan ancak kullanıldığı oranda ondan uzak durulan ve “demokrasi” olarak tanımlanan bir anlayış üzerine kuruludur. Önseçimler, gösterişli seçim kampanyaları, partiler arası politik çekişme ve sandık; demokrasisi ve özgürlüğün kanıtları olarak sunulur.
Oysa gerçek farklıdır. Başkanlık seçimleri, milletvekilleri ve senatörler, seçim büroları, partiler ya da gösterişli binalarıyla meclisler; birçok kişiye, katılımcılığın göstergeleri ve demokrasinin yerleşik kurumları gibi gelebilir. Ancak, bu kurumların oluşturduğu siyasi işleyişin içine girildiğinde, bambaşka bir dünyayla karşılaşılır.

Sistemin Kökeni

Amerika Birleşik Devletleri, 18.yüzyıl sonlarında kurulduğunda, yönetim işleyişini İngiltere’den almıştı. Amerikan siyasi düzeni, İngiltere’de kurulmuş olan iki partili sistemden ayrımlı değildi. Siyasi düzenin; örgütsel yapısı, işleyişi ve denetim biçimi kendine özgü kimi özellikler içeriyordu. Ancak, yönetim gücünü ele geçirme, onu koruma ve sınıfsal çıkarlar için kullanma konusunda, İngiltere’deki geçerli olan anti-demokratik anlayış hemen aynısıyla korunuyordu.
Amerikan demokrasisinin temeli sayılan Virginia İnsan Hakları Bildirisi (1776), yüzyıl önce İngiltere’de yayınlanan Haklar Bildirisi’nin (Bill of Rights-1689) adeta yinelenmesi gibiydi. Virginia Bildirisi’nin 6, 9 ve 13. başlamları (maddeleri), Haklar Bildirisi’nin 4, 6 ve 11. başlamlarının aynısıydı ve bu başlamlarda şunlar söyleniyordu: “Kamu yararı için, kendisinin ya da seçtiği temsilcilerin onayı olmadan, kimse ne vergi ödemeye zorlanabilir ne de mülkü elinden alınabilir... Hiç kimseden aşırı kefalet akçesi istenemez, hiç kimseye zulüm sayılabilecek para cezası verilemez... Barış zamanında sürekli ordular bulundurmak, ülkenin iç özgürlüğü için tehlikeli sayılmalı ve bundan kaçınılmalıdır... Herkes, dinin gereklerini yerine getirme hakkına sahiptir; birbirlerine karşı Hıristiyan sabrını, sevgisini ve merhametini göstermek herkesin görevidir”.1
Siyasi yapılanma konusunda İngiltere ve ABD arasındaki benzerlik, kapitalist üretim ilişkilerinin her iki ülkede benzer düzeyde gelişmiş olmasına bağlıdır. 17.Yüzyılda Amerika'ya gelmeye başlayan Avrupalılar arasında, İngilizler çoğunluktaydı ve burada kurulan toplumsal düzene onlar biçim verdiler. İngilizler, ülkelerindeki kapitalist gelişimin sonuçlarını Amerika'ya taşıdılar. Burada bilgi ve görgülerine uygun bir düzen kurdular. Bu düzen doğal olarak, İngiltere'deki düzenin küçük ölçekli bir benzeriydi.
Batmış zanaatçılar, tüccarlar, küçük mülk sahipleri, Anglikan Kilisesinin göçe zorladığı değişik inançtan kişiler, III.William’ın sınırdışı ettiği meşrutiyetçiler (jacobiteler), parlamento yanlılarınca (Round head) kovulan askerler, II.Charles’ın ülke dışına çıkardığı tarikatçılar (Priyenler), Amerika’da oluşturdukları kolonilerle, İngiltere’nin bir benzerini kurdular.

Kölecilik

İngiltere’de bol olan, işçileşen ve işçileşmeyi bekleyen yoksul köylüler Amerika’da yoktu. Amerika’nın, özgürlüğe tutkun yerli halkı kızılderililer, köle ya da ücretli işçi durumuna getirilemiyordu. Emeğinden yararlanılacak insan gereksinimi; Avrupa’dan gelen/getirilen yoksul köylüler, kanun kaçakları, mahkûmlar, ama özellikle de Afrika ve Batı Hint adalarından getirilen zenci kölelerle karşılanmaya çalışıldı.
1619-1760 arasında, Amerika’ya 400 bin köle getirildi.2 Bunlar, İngiltere’de toprağından koparılan “serflerin” yaptığı işin benzerini, ayrımlı biçimde Amerika’da yaptılar. Tarım, ticaret ve sanayinin gelişiminde köle emeği yoğun biçimde kullanıldı ve bu kullanım, Antik Çağ köleciliğinden başka, yapay ve belki de daha acımasız bir insan ticaretiydi.
Amerika’da Antik Çağ köleciliği yaşanmadığı için, doğal olarak onun sonucu olan feodalizm de yaşanmadı. Batı Avrupa’da binlerce yılda oluşan toplumsal birikim, ayakta kalan ve kullanılabilen sonuçlar olarak Amerika’ya taşındı. Ekonomik ve sosyal alanda olduğu gibi siyasi alanda da, aynı sınıfsal egemenliğe dayalı toplumsal bir düzen ortaya çıktı.

Birleşik Devletleri Kuranlar

Amerika’da kurulan düzen; büyük toprak sahiplerine, ticaret ve daha sonra sanayi kentsoyluluğuna ve mali-sermaye egemenliğine dayanıyordu. Birleşik Devletler anayasasını hazırlayanlar; köle çalıştıran büyük toprak sahipleri, zengin tüccarlar ve bankerlerdi.
Anayasa’da; demokrasiden, eşitlikten, kardeşlikten bolca söz ediliyordu. Ancak; bağımsızlık savaşına katılan halk kesimlerinin, küçük çiftçilerin ve sanayi merkezlerindeki işçilerin; ekonomik ve siyasi çıkarları konu edilmiyordu. Onlar, ustalıklı yöntemlerle yönetim yapılarından uzak tutuluyordu.
Köleci mülk sahipleri ile ticaret ve sanayi zenginleri, kurulmakta olan yeni devleti, daha “işin başında” ele geçirmişler ve toplum üzerinde kuracakları egemenliği güvenlik altına almayı başarmışlardı. Birleşik Devletler Bağımsızlık Bildirisi şu sözlerle bitiyordu: “Bu bildirinin korunması için, Tanrı’nın inayetine tam bir güvenle; yaşamlarımız, servetlerimiz ve en kutsal varlığımız olan onurumuz üzerine and içeriz”.3

Seçme ve Seçilme Hakkı

Amerikan Anayasası, seçme ve seçilme hakkını, İngiltere’de olduğu gibi, mülk sahibi beyaz erkeklere tanıyordu. Kadınlar, mülksüz beyaz erkekler, zenciler ve köleler oy veremiyor ve aday olamıyordu (kadınlara oy hakkı 1919’da tanınacaktır).4
Anayasanın kendisi, halkın siyasi temsil hakkını engelleyen bir belge, kabul edilmesi ise anti-demokratik bir darbe gibiydi. George Washington, 1796 yılında yaptığı veda konuşmasında, devletin ve anayasada karşılığını bulan yönetim biçiminin kendileri açısından taşıdığı önemi ve nasıl korunması gerektiğini açık bir biçimde ortaya koyuyordu: “Yarattığımız yönetimin ayakta durabilmesi için onun üzerine titremeniz, bu yönetimden en ufak bir kuşku belirtisi gösteren herşeye karşı dikilmeniz, ülkemizin herhangi bir bölümünü diğerlerinden ayırmak ya da tümünü bir arada tutan kutsal bağları gevşetmek için yapılacak her girişimi daha doğarken önlemeniz son derece önemlidir…”5

İki Eğilim

Anayasanın hazırlanması ve onaylanıp yürürlüğe sokulması aşamasında, yönetim biçimiyle ilgili iki farklı yaklaşım ortaya çıkmıştı. Hazine Bakanı Alexander Hamilton’un başını çektiği Federalistler, güçlü ve merkezi federal hükümet istiyordu. Bağımsızlık Bildirisi’yle Virginia Anayasası’nı yazan Dışişleri Bakanı Thomas Jefferson’un (1743-1826) temsil ettiği Cumhuriyetçiler ise, yetkileri sınırlı bir hükümet ve daha gevşek bir yönetim yapılanmasını savunuyordu.
Oligarşik İngiliz düzenini savunan Hamilton’u, Kuzeydoğulu armatörler, büyük tüccarlar ve işletme sahipleri; tarımı öne çıkaran bir fizyokrat (ekonomik düzeni insanların değil doğal yasaların belirlediğini ileri süren görüş) olan Jefferson’u ise güneyli büyük toprak sahipleri ve çiftçiler destekliyordu.
Egemenler arasındaki çıkar çekişmesine dayanan ve halkı içine almayan her iki eğilim, siyasi düzenin sınıfsal niteliği konusunda ayrımlı düşünmüyor ancak yönetimden daha çok pay alabilmek için, halkı yanıltan yapay bir yarış içine giriyordu.

Halksız Demokrasi

Bağımsızlıktan hemen sonra ortaya çıkan Federalist-Anti Federalist ayrışmasının, Amerikan halkı için önemli bir anlamı yoktu. İçinde yer almadığı, güçlüleri temsil eden (ve günümüze dek süren), iki partili siyasi bir düzen kuruluyor ve onun, bu düzende oy vermekten başka bir işlevi olmuyordu. Halk, en başta siyaset dışında bırakılmıştı.
Buna karşın, Amerika Birleşik Devletleri’nin iki yüz yıllık tarihi boyunca, sürekli olarak halkçılıktan söz edilmiş ve Amerika’nın, demokrasinin gerçek vatanı olduğu ileri sürülmüştür.

Siyasi Süreç

19.Yüzyılın ilk çeyreğinde, kuruluş dönemindeki oligarşik yapılanmaya tepki olarak, demokratik istem ve açılımlar ortaya çıkmaya başladı. Demokratların, ulusal kahraman haline gelen lideri Andrew Jackson, 1828 yılında başkan oldu ve büyük sermaye egemenliğini sınırlayarak halkın siyasete katılmasına olanak sağlayacak bir takım yasalar çıkardı.
Jackson yasaları, düzenin belirlediği sınırları kuşkusuz aşmadı ancak o dönem Amerikan toplumunda demokratik bir canlanma yarattı. Bu dönem, Amerikan tarihinde halkın siyasete en çok katıldığı, bu nedenle politik olarak en bilinçli olduğu dönemdir. O günlerde iki parti dışında yeni partiler kuruluyor, gazeteler çıkarılıyor ve seçime katılım oranları sürekli yükseliyordu.
Demokratik canlanma dönemi uzun sürmedi. Anayasada yer alan ve devlet gücünü temsil eden baskıcı anlayış, tekelleşme eğilimini başından beri içinde barındıran Amerikan kapitalizmine egemendi. Siyasi düzen, büyük sermayenin korunup kollanması üzerine kuruluydu ve Amerikan siyasetinde, halkı da içine alan demokratik bir işleyişin yeri yoktu. Bu nedenle, demokratik açılım çabası, demokrasiyi geliştirmek yerine, egemen sınıflar arasındaki çıkar çekişmesini yoğunlaşarak, ülkeyi hızla bir iç çatışmaya sürükledi.

Kuzey-Güney Çelişkisi ve İç Savaş

19.Yüzyıl ortalarında, Kuzey’in gücünü giderek arttıran sanayi ve banka sermayesi ile Güney’in köle çalıştıran büyük çiftlik sahipleri arasındaki çıkar çekişmesi, geleneksel boyutunu aşarak şiddetlendi. Sınai, mali ve siyasi gücünü giderek arttıran Kuzey’in sanayicileri, işgücünden yararlanmak için köleciliğin kaldırılmasını isterken; sanayileşmeye ayak uyduramayan Güneyli büyük toprak sahipleri, köleciliğin birleşik cumhuriyete yeni katılan tüm eyaletlerde de kabul edilmesini istiyordu.
Sanayicilerin desteğini alarak köleciliğin yasaklanmasını isteyen ve bu isteme dayalı bir seçim kampanyası yürüten Abraham Lincoln, 1860’da başkan seçildi. Bunun üzerine, Güney eyaletleri bağımsızlıklarını ilan ettiler ve “Birlik”ten ayrılarak Amerika Konfedere Devleti’ni kurdular. 1861’de başlayıp dört yıl süren iç savaşa, dünya tarihinde ilk kez 3 milyona yakın asker katıldı ve egemen sınıflar arasındaki çıkar çekişmesine dayanan bu savaşta 617 bin Amerikalı öldü.6
Savaşı Kuzey kazandı ve köleciliğe yasal olarak son verdi ancak kölecilik ırkçılığın değişik biçimleriyle varlığını sürdürdü. Amerika’ya, Kuzey’in sanayi yapılanmasına uygun düşen tekelci işleyiş egemen oldu. Siyasi düzen, halkı tümüyle siyaset dışına iterek, onu iki partiden birine oy vermekten başka seçeneği olmayan, edilgen bir kalabalık haline getirdi.

Halkın Seçimlere Katılımı

Amerikan halkı, Andrew Jackson dönemi dışında, seçimlere ilgi göstermemiştir. Halkın seçimlere katılımı, günümüze dek süren bir gelenek halinde sürekli yüzde 40-50 dolayında oldu. Bu oranın, kimi eyaletlerde yüzde 10’lara düştüğü görüldü. Örneğin 1924 seçimlerinde, South Caroline eyaletinde seçmenlerin ancak yüzde 6’sı oy kullanmıştı; 1940 seçimlerinde Güney Caroline, Georgia, Alabama ve Arkansas eyaletlerinde oy verme oranı yüzde 20’ler düzeyindeydi.7
George W.Bush, 2004’te seçmenlerin yüzde 50’sinin oy verdiği bir seçimden sonra ve verilen oyların yüzde 50’si ile yani Amerikan seçmenlerinin yüzde 25’inin oyu ile başkan olmuştur.
19.Yüzyıl sonlarında, iki parti dışında güçlenme eğilimi gösteren Popülist Parti, seçimler ve Amerikan demokrasisinin niteliği konusunda şu saptamayı yapıyordu: “Ülkeye Wall Street sahip olmuştur. Amerikan yönetimi artık, halkın halk tarafından, halk için yönetilmesi değil, halkın Wall Street tarafından Wall Street için yönetilmesi durumuna gelmiştir”.8 (Wall Street: New York’ta içinde borsanın da bulunduğu finans merkezi y.n.)
19.Yüzyıl ünlü Amerikan şairi Walt Whitman (1819-1892), yaşadığı dönemdeki ABD siyasi düzenini eleştirirken 20.yüzyıl emperyalizmini o günden görüyor ve şunları söylüyordu: “O ulusal federal devlet ve yerel düzeydeki yönetim; çürümüşlük, sahtecilik ve kötü yönetim batağı içindedir. Adalet Kurumları da bundan payını almış. Büyük İskender’i de, Roma’yı da geride bırakacak, dev bir İmparatorluğa doğru yol alıyoruz”.9

Siyasete Yön Verenler

Karmaşık hukuksal zorunluluklar, gizli/açık devlet denetimi, para ve rüşvet ilişkileri, medya gücüyle geliştirilen yasadışı baskı yöntemleri, Amerikan demokrasisine yön veren unsurlardır. Siyasi demokrasinin sınırları, iktidar gücünü elinde bulunduran azınlık tarafından ve bu unsurlar kullanılarak o denli daraltılmış, politik yaşam o denli denetim altına alınmıştır ki; düzen karşıtı bir yana, iyileştirmeci (reformist) bir partinin bile kurulup yaşatılması olanaksız duruma gelmiştir. Bu nedenle, yaşam koşullarından hoşnut olmayan ve politik tepki gösteremeyen insanlar, ya bireysel suçlara ya da politika dışı uğraş alanlarına yönelmektedir. Amerika’daki seçime katılımın sürekli olarak yüzde 50’yi geçmemesinin nedeni budur.
İnsanların oy verme özgürlüğünü kullanarak sandığa gitme oranı, demokrasi için bir ölçüttür. Bu ölçütle değerlendirildiğinde, Amerikan demokrasisinin oldukça geride kaldığı açıktır. İnsanların, oy vererek ülke yönetimini belirleyebilme duygusunu yitirmesi, demokratik toplumların siyasi çözülme ya da baskı altına alınmasının bir göstergesidir. Her dört yılda bir yapılan ancak sonucu asla değişmeyen bir düzenin, insanları politikadan uzaklaştırması ve bu alanı toplumun azınlığını, üstelik küçük bir azınlığını oluşturan egemenlere bırakması, doğal bir sonuçtur. Baskının ve siyasi bozulmanın aracı haline getirilen iki partili siyasi düzen, bu sonucun hem nedeni, hem de amacıdır.

DİPNOTLAR


(x)      Siyasi Partiler” Niyazi Berkes, Yurt ve Dünya Yay., İst. 1946, sf.76 ve “Hükmeden Erkek Boyun Eğen Kadın” Tim Marshall, Altın Kit., İst.-1997, sf.47
1      “Hürriyet Bildirgeleri” Belge Yay., İstanbul 1983, sf.76-77
2      “Büyük Larousse” Gelişim Yay. 1.Cilt, sf.514
3      “Hürriyet Bildirgeleri” Belge Yay., İstanbul 1983, sf.83
4      “The American Party System” Charles Merriam ve Harold F.Cosnel ak. “Siyasi Partiler” N.Berkes, Yurt ve Dünya Yay., İst. 1946, sf.76-78
5      “Hürriyet Bildirgeleri” Belge Yay., İstanbul 1983, sf.117
6      “Büyük Larousse” Gelişim Yay. 1.Cilt, sf.517
7      “Siyasi Partiler” Niyazi Berkes, Yurt ve Dünya Yay., İst. 1946, sf.110
8      a.g.e. sf.83
9      ”Kapitalizmin Geleceği” L.C.Thurow, Sabah Kit., İst.-1997, sf.210




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder