7 Ağustos 2016 Pazar

DEMOKRASİ, LAİKLİK VE KEMALİZM


Devlet biçimi olarak demokrasiden söz edildiğinde “kimler için” sorusuna verilecek yanıt, konu edilen demokrasinin niteliğini ortaya koyar. İnsanlık tüm toplumu kapsayan “genel” bir demokrasiyi henüz yaşamadı. Yaşananların ortak özelliği ise, başka toplumsal kurumlar gibi, belirli bir ekonomik yapıya ve bu yapının düzeyine bağlı olan kültürel gelişime bağlı olmasıdır. Tartışmalarda kısaca demokrasi olarak kullanılan kavramı, sanayileşen “Batı”nın tarihsel gelişiminde biçimini bulan ve bu gün tüm dünyanın ilgi alanına giren, Batı Demokrasisi ya da Kentsoylu (Burjuva) Demokrasisi olarak alındığını kabul edersek (ki bu kabul doğru olur), gerçekleşmesi istenilen demokrasinin özellikle azgelişmiş ülkeler açısından ne anlam taşıdığı ortaya çıkabilir.


Cumhuriyet Karşıtı “Demokratlar”

Demokrasi kavramı ülkemizde uzun süredir tartışılmaktadır. Ancak yapılan tartışmalarda, sorunu, ülkemizin toplumsal koşullarına uyum gösteren bilimsel bir anlayışla kavrayıp ortaya koyanlar ne yazık ki azınlığı, üstelik küçük bir azınlığı oluşturuyor. Bu gün ülkemizde, çok partiyle süslenmiş ilkel parlamentarizme dayalı bir “demokrasi” anlayışıyla; daha çok “demokrasi” isteyen tarikat şeyhlerinden etnik ayrımcılara, din simsarlarından tatlısu aydınlarına dek her çeşitten “demokrasi” isteği ortalıkta dolaşıyor. Halk dışında herkesin nimetlerinden bolca yararlandığı çarpık “demokrasi” istemlerine en büyük düşüngüsel (ideolojik) destek, demokrasiyi ekonomik temellerinden koparıp onu genel, soyut ve isteğe bağlı bir kavram durumuna getirmeğe çalışan, çeşitli akademik ünvanlarla donanmış kişiler ve bir takım köşe “yazarlarından” geliyor.

Bilinmesi Gerekenler

Demokrasi bir yönetim biçimi değil, bir devlet biçimidir. Toplumsal düzenin belirlediği ve toplumu oluşturanların bir bölümünün egemenliğine dayalı tüm devlet biçimleri özünde güce dayandığı bilinen bir gerçektir. Belirgin özellikleriyle Batı Avrupa toplumlarında oluşan köleci, feodal, kapitalist devlet biçimleri, kendi içlerinde, yönetim işleyişine bağlı kalarak ayrımlılıklar gösterir. Mutlakiyet, meşrutiyet, cumhuriyet, birer yönetim biçimi olarak, ülkelerin özgün toplumsal özelliklerinin belirleyiciliğinde ortaya çıkar ancak yönetim biçimi ne olursa olsun aynı üretim biçimi içinde kalan devletin sınıfsal özelliği değişmez.
Yönetim biçimleri sayılırken monarji, aristokrasi, demokrasi ve oligarşi gibi tanımlar da kullanılmaktadır. Demokrasinin yönetim işleyişini belirleyen bir yöntem olarak dile getirilmesi doğru bir yaklaşım değildir ve bu yaklaşımın Batı’da, özellikle son 200 yıl içinde, devlet üzerindeki sınıfsal egemenliğin gizlenmesine yönelik bir amacı vardır.

Demokrasi ve Sanayileşme

Sanayileşen Batı, kendi demokrasisine beş yüz yıllık bir süreçten geçerek ve derebeylikle (feodalizmle) her alanda savaşım verip onu ortadan kaldırarak ulaşmıştır. Devrimci bir sınıf olarak tarih sahnesine çıktığında, toplumun doğal gelişimine uyum gösterdiği ve aynı zamanda ekonomik çıkarlarıyla örtüştüğü için kendi devlet biçimini demokrasi olarak biçimlemiştir.
Sanayi devrimiyle güç kazanan kentsoylu sınıfı, devlet üzerinde kurduğu egemenliği kendisinde saklı tutarak; yönetim biçimi olarak demokratik cumhuriyeti geliştirmiştir. Laiklik ve temsili kurumlar, kuvvetler ayrılığı, insan hakları, seçme seçilme, mülk edinme seyahat etme vb. haklar; demokratik cumhuriyetin ilkeleri haline getirilmiştir. İlkeler, derebeylik düzeni yıkılarak yerleşik duruma getirilmiş ve kurumsallaştırılmıştır. Bu sürecin, insanlığı ileri götüren bir işlevi olmuştur. Giderek tutuculaşsa da emperyalizm çağına dek, bu işlevi sürdürmüştür.

İşçi Gereksinimi ve Derebeylik

Sanayi devrimiyle birlikte, örneğin, fabrikalarda çalışacak işçilere gereksinim vardı. Bunun karşılanması için, daha önce kapalı ekonomik yapılar içinde derebeylerin serfleri durumunda olan köylüler, topraktan koparılıp “serbest” ve “özgür” bireyler durumuna gelmeliydiler. Getirildiler. Toprak devrimiyle topraktaki derebey iyeliği (feodal mülkiyet) kaldırıldı. Bir yandan kapitalist tarım işletmeleri ortaya çıkarken, diğer yandan işçi ve yedek işçi ordusunu oluşturacak köylüler, kentlerde toplandılar.
Avrupa’nın tümünde, özellikle de katolik kilisesinin egemenliğindeki yörelerde; kilise, toprak egemenleri durumuna gelmiş, silahlı örgütler kurup büyük bir ekonomik güç oluşturmuştu. Kilisenin ekonomideki etkinliğinin kırılması, din ve mezhep ayrımlarının insanlar arasında çatışma nedeni olmaması gerekiyordu. Bunun için teokratik egemenliğe karşı laiklik ilkesi geliştirildi ve toplumsal yaşama egemen oldu.

Ulusal Pazar ve Ulus Devlet

Kentsoyluluğun ürettiği malı satacağı ve kâr sağlayacağı pazara gereksinimi vardı. Öncelikle kendi ülkesinin pazarını oluşturması ve egemen olması gerekiyordu. Egemen oldu. Pazar Birliği temelinde yükselen uluslar ve merkezi ulus–devletler ortaya çıktı. Batı demokrasisi, kendi kurumlarını, ekonomik ve toplumsal gelişmenin gereksinimlerine dayandırarak böyle oluşturdu.

Türkiye’de Durum

Türkiye’de tarihsel ve toplumsal yapının, Batı’dan ayrımlı bir gelişim izlediği, kendine özgü toplumsal yapıları barındırdığı açık bir gerçektir. Batılı Ülkeler, 19.yüzyılda sanayi devrimini tamamlayarak yüzyıl sonlarında sermaye dışsatımlamanın (ihracının) yoğunlaştığı emperyalist aşamaya ulaştığında, Türk toplumu onlara göre çok değişik bir noktadaydı. Batı’nın hasta adam dediği Osmanlı İmparatorluğu gerçekten “hastaydı”.
Toprakta tımar sistemi bozulmuş, üretim ve ticaret gelişememiş, sanayi yerleşememişti. Fetih ve fetihlere bağlı haraç–cizye gibi devlet gelirleri kesilmiş, ulusçu ayaklanmalar İmparatorluğun hemen her yanına yayılmış ve savaşlar sürekli olarak insan ve para tüketiyordu. Devlet, vergi toplayamaz duruma gelmiş, vergi toplamak için getirdiği İltizam düzeni ile (vergi toplamanın bir anlamda özelleştirilmesi) gelirlerini arttıramadığı gibi yeni toplumsal sorunların ortaya çıkmasına neden olmuştu. Mültezimler (vergi toplayıcılar), yoksulluğun alt sınırında yaşamaya çalışan köylülerin baş belası durumuna gelmişti. Bu asalak zümre; büyük toprak parçalarını ele geçiren, topladığı vergiyi çoğu kez hazineye yatırmayan, zaman zaman devlete kafa tutacak kadar palazlanan; Eşraf–Ayan sınıfı olarak güçlü egemenler durumuna gelmişti.
Dünya deniz ulaşımının gelişmesiyle (özellikle Süveyş kanalının açılması) Asya–Avrupa kara ulaşımının önemli yollarını elinde tutan ve buradaki ticareti vergi alarak gelir sağlayan imparatorluk, bu gelirden de yoksun kalmıştır. Yoğunlaşan kapitülasyonlar var olan yerli üretim ve ticareti de çökertmiş, devlet ancak dış borç ile ayakta durabilir duruma gelmişti. 19.Yüzyılın sonlarında, dış borçları kaynağında toplamak için kurulan Duyun-ı Umumiye; akçalı (mali) açıdan devletten daha güçlü ve siyasi açıdan son derece etkili konumuyla, kolay tahsil edilir vergi kaynaklarına el koyarak (damga resmi, tütün, tuz, içki, balıkçılık, vb.) ülkeye yerleşmiştir. Osmanlı imparatorluğu 20.yüzyıla bu durumda girmiştir.
İttihat ve Terakki yöneticilerinin ülkeyi, bir oldu bitti ile Birinci Dünya Savaşı’na sokması, zaten yokluk ve yoksulluk altında kıvranan Türk halkını büsbütün perişan etmiş, 12 milyon nüfuslu Anadolu’nun 2 milyon genç insanı çeşitli cephelerde ölmüş ya da yaralanmıştı.
 O dönemde nüfusun % 90’a yakını köylüdür. Köylülüğün niteliği, kökleşik (klasik) derebeylik gelişmesi içinde olan Batı’daki serflerden ayrımlıdır. Sınıfsal ilişkiler Osmanlıların Raiyet dedikleri, derebeylik öncesi ilişkileri barındıran, ataerkil geleneklerle biçimlenmiş, aşiret kurallarını taşıyan bir yapıdadır. Ticaret ve akçalı işlemler, azınlıkların özellikle Galata bankerlerinin elindedir.
Toplumsal yaşam Ortaçağın kurum ve gelenekleriyle gerilik ve örgütsüzlük içindedir. Kapitalist üretim ilişkileri ve onun doğal sonucu olan kentsoyluluk ve işçi sınıfı ortaya çıkmamıştır. Köylülük, “toprak talep edemeyecek kadar” yoksulluk ve gerilik içindedir. İyelik ve işletme kavramları yeterince gelişmemiştir. Ne toprağı işleyecek araç gereci, hayvanı, tohumu ne de bilgisi ve gücü vardır.
Elektrik, yol, makine henüz toplumsal yaşama girmemiştir. Ürünlerin satılacağı ve ulaşım gereksinimleri karşılanmış bir pazar ilişkisi henüz oluşmamıştır. Okuma–yazma oranı % 10’un altındadır. Ülke, Batı Avrupa sanayisinin yarı-sömürgesi durumundadır.

 

29 Ekim'i Anlamak

Türk tarihinde, demokratik devrimi gerçekleştirerek demokrasiye yönelen Kemalizm bu toplumsal koşullar altında ortaya çıktı, Türkiye Cumhuriyeti böyle bir toplumsal temel üzerine kuruldu. 29 Ekim 1923’de başarılan, hemen hiçbir savaşım birikimi olmayan cumhuriyetin yeni bir yönetim biçimi olarak getirilmesiydi.
Ulusal Kurtuluş Savaşı’ndan sonra gerçekleştirilen ekonomik ve toplumsal dönüşümler ise ülkenin kendisine özgü koşullarına bağlı, demokratik devrime ait eylemlerdir. Batı’da, kentsoyluluğun derebeyliğe karşı ister devrimci (Fransa), ister evrimci (Almanya) yolla gerçekleştirdiği demokratik devrimler Türkiye gibi yarı sömürge durumuna getirilmiş, ekonomik alt yapıdan yoksun ülkelerde, emperyalizme ve Orta Çağ tutuculuğuna karşı olmak zorundadır. Bağımsızlık ve demokrasi savaşımında, bağımsızlığı anti–emperyalist savaşım, demokrasiyi ise anti–feodal savaşım kapsar. Türk Ulusal Kurtuluş Savaşı’nın ve tüm ulusal kurtuluş savaşının özü budur.

Toprak Sorunu

Türk Devrimi’nde, kurtuluştan sonra gerçekleştirilen demokratik devrime ait toplumsal dönüşümlerle çok iş başarılmıştır ancak demokratik devrimin temel sorunu olan toprak sorunu çözülememiştir. Çözümsüzlüğün bir nedeni, Türk feodalleri diyebileceğimiz ayan–eşraf–ulemanın bir bölümünün Ulusal Kurtuluş Savaşı’na katılmış olması diğer nedeni ise, toplumsal yapı içinde toprak talebine yönelik köylü deviniminin (hareketinin) gerekli sınıfsal olgunluğa ulaşamamış olmasıdır.
Bu nedenlerle derebeylik, ilk elden ortadan kaldırılamamış, toprak devrimi gerçekleştirilememiştir. Gerçekleştirilmesi de olası değildir. Zira bilinmektedir ki, toplumsal dönüşümler yalnızca isteğe ve insan iradesine bağlı bir olgu değildir. Dönüşüme kaynaklık eden ana etken toplumsal olarak doğal, tarihsel bir sürecin yaşanmasıdır. Yüzyıllara dayalı geleneklerle biçim bulan ekonomik–kültürel yapıların, yalnızca yasa ve kararnamelerle değiştirilemeyeceği bilimsel bir gerçektir.

Kemalizm ve Toprak Sorunu

Toprak sorununun çözümlenmesi, köylüye tapu dağıtılması demek değildir. Ancak Kemalizm, toprak sorununa da kayıtsız kalmamış ve çözümü bilinmez bir tarihe ertelememiştir. “Köylü yurdun efendisidir” ve “ülkede topraksız köylü kalmayacaktır” söylemleri, bugünün yaygın uygulaması, ucuz yaymaca söylemleriyle yapılan oy avcılığı değildi. Yenileşme eylemlerine hızla girişilirken, sürece gereksinim duyulan; ulusal sanayinin yaratılması, toprak sorununun çözümlenmesi gibi konularda yapılabileceklerin tümü yapıldı.
İlk elden köylüyü, eşkiyalık durumuna gelmiş mültezim soygunundan kurtarmak için bir şeriat vergisi olan AŞAR kaldırıldı (hem de zavallı durumda olan devlet bütçesinin üçte birine yakınını oluşturmasına karşın). Köylünün, süreğen (kronik) bir toplumsal yara durumundaki ürün öncesi borçlanmadan, faizci–tefeci kıskacından kurtulması için devlet bütçesi zorlandı.
Tarım teknisyenleri yetiştirecek olan Ziraat mektepleri kuruldu. Köylüye pulluk dağıtıldı. Makine ve tarıma öncülük edecek olan devlet üretme çiftlikleri kuruldu. İç pazarı geliştirecek olan ulaşım yatırımlarına önem verildi.
Toprak devriminde görev alacak ve “köy aydınlanmasını” sağlayacak eğitim politikası saptandı. Amaca yönelik olağanüstü başarı sağlayan Köy Enstitüleri kuruldu. Köy öğretmenlerine ağayı tutuklama yetkisi veren kapsamlı bir Toprak Yasası çıkarıldı.
İşte tam bu aşamada da kıyamet koptu. 1944’lere varan bu süreçte, daha önce Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası ve Serbest Fırkalarda örgütlenmeleri önlenen ve etkin temsilcileriyle CHP içinde varlığını sürdüren toprak ağaları eski düzen savunucuları ve devşirme kalıntısı işbirlikçiler, 2.Dünya Savaşı sonrası dönemin özel koşullarından da yararlanarak DP’de örgütlendiler.
Hazırlığı tamamlanmış olan, deneme uygulamalarında bile büyük başarı gösteren Kemalist uygulama, kendi gücünü yaratma olanağı bulamadan, emperyalizmin istek ve yoğun desteğiyle ortadan kaldırıldı. 1945’den sonra uygulanan politikalarla ulusal bağımsızlık zedelendi, feodal yapılar korunup geliştirildi. Cumhuriyet’le yaratılıp gelişmeye başlayan demokratik eylem, gerçek gücüne ulaşamadan boğuldu.

Halk İçin Demokrasi: Türkiye Cumhuriyeti

Bugün Türkiye’de, etkileri hızla artan 445 aşiret sayılmaktadır. Çözülüp yok edilemeyen Orta Çağ yapıları Türkiye’nin tümünde, Batı destekli irtica ve bölücülüğün kaynağı durumuna gelmiştir. Derebeylik yapıları yok edilmeden ülkemizde Batı anlamında demokrasi hiçbir zaman olmayacaktır. Ülkemizdeki demokrasi tartışmaları bilimden uzak, temelsiz veriler üzerine kurulu ve isteğe bağlı bir kavram olarak yürütülmektedir.
Türk tarihinin, halk için demokrasi olan en etkin dönemi, Cumhuriyet’in geçerli olduğu 1923–1938 arasıdır. Bu dönemin, gerçekleştirdiği değerlere saldırmayı demokratlık olarak piyasaya sürenlerden, demokrasi’yi laiklikle sınırlayan anlayışlara dek pek çok temelsiz demokrasi yorumu bugün, bol miktarda ortada dolaşıyor. Oysa demokrasi kavramını, ülkenin somut koşullarına bağlı kalarak, söylemde bırakmadan ve olağanüstü bir kararlılıkla somut gerçekliğe dönüştüren tek siyasi devinim Kemalizm ve kurduğu Cumhuriyet’tir. Kemalizmde toplumsal gelişim ve ilerleme için engel oluşturan yapılar yerine laikliğin egemen kılınmasına özel önem verilmiştir ancak demokrasiye ulaşmak için, ulusal bağımsızlığa, toprak sorununun çözümüne, sanayileşmeye de çok önem verilmiştir. Bunların, laikliği yaşatıp geliştirecek olan temel unsurlar olduğu net bir biçimde ortaya konmuştur. Kemalizmde laiklik kuru bir inanç değil, toplumsal kalkınmaya dayanan özgürlük girişimidir.
Çağdaşlaşma olarak tanımlanan toplumsal yönelişte, halkın gönenç ve mutluluğunu amaç edilerek ulusal kalkınma ve ekonomik büyüme temel alınmış; laiklik, eğitimin birliği ve yaygınlığı, kültürel gelişme, dil ve tarih bilinci, tüzel (hukuki) yenilenme gibi girişimlere, bu temel amaca ulaşmanın vazgeçilmez araçları olarak önem verilmiştir. Halkçılık, Devletçilik, Devrimcilik, Milliyetçilik, Laiklik ve Cumhuriyetçilik ilkeleriyle sistemleşen Cumhuriyet Devrimi, yalnızca laikliğin savunulmasına indirgendiğinde, ortada Kemalizm’den pek bir şey kalmaz. Zaten ülkemizin bugün getirildiği olumsuz konumun nedeni bu kısır tutumun, elli yıldır devlet politikası olarak uygulanmasıdır.
Kemalizm, ulusal bağımsızlıktan hiçbir koşulda ödün verilmemesini, köy aydınlanma ve kalkınmasının sağlanmasını, ulusal pazarın gümrük duvarlarıyla koruma altına alınmasını, halkın ekonomik düzeyinin yükseltilmesini temel alır. Bu anlayış doğal olarak halk için demokrasi’yi gündeme getirir. Atatürk, “...Bizim hükümetimizin şekli tam bir demokrasi hükümetidir. Ve dilimizde bu hükümet, halk hükümeti olarak adlandırılır” der.1
Günümüzde çarpıtılmış olan, demokrasi–laiklik cumhuriyet tartışmalarında aydınlar, özellikle genç aydınlar, bilgili ve dikkatli olmalıdırlar. Bu dikkat; demokrasiyi ekonomik toplumsal temelinden kopararak yalnızca bireysel özgürlüğe indirgeyen Brüksel ya da Pentagon demokratlarına olduğu kadar, demokrasiyi Cumhuriyet’e saldırmanın aracı yapan sığ düşünceli sosyalistlere etnik bölücülere ve dincilere de dikkat etmelidir.

DİPNOTLAR



1         “Atatürk’ün Söylev ve  Demeçleri” Cilt 3, 1954 Türk İnkilap Tarihi, Enstitüsü Yay., sf.51 







3 yorum: