17 Şubat 2018 Cumartesi

HUKUK DEVRİMİ VE MEDENİ KANUN



17 Şubat 1926’da kabul edilen Medeni Kanun, Hukuk Devrimi’ni yeni bir aşamaya ulaştırdı. Aileyi güçlendirme, çocuk ve yetimleri koruma ya da kadın haklarını gözetme gibi; Türklerin önem verdiği özelliklere sahip bu önemli girişim, çağdaşlığa yönelen devrimci bir atılımdı. Mustafa Kemal, iki yıl önce, Hukuk Devrimi’ni başatırken şunları söylemişti: “Devrimcilerin en büyük ve sinsi düşmanı, çürümüş hukuk ve onun dermansız izleyicileridir. Ulusun ateşli devrim atılımları sırasında sinmek zorunda kalan, eski yasalar ve onlara dayanan eskinin hukukçuları, devrim atılımlarının etki ve ateşi yavaşlamaya başlar başlamaz, derhal canlanır ve harekete geçerler. Devrim ilkelerini, onun içten izleyicilerini ve onların yüksek ülkülerini mahkum etmek isterler”.x


Hukukta Yenileşme


Mustafa Kemal, 1 Mart 1924’te Meclis’te, Hilafetin kaldırılması ve eğitim birliği konusunu ele alırken, hukuk alanında kesin ve kalıcı bir yenileşmenin zorunlu olduğunu dile getirdi ve şunları söyledi: “Adli yapılanmaya ve yenileşmeye verdiğimiz önemi, ne biçimde ifade etsek az kalır. Adliyemizde, her türlü etkiden cesaretle silkinerek, seri ilerlemelere atılmakta asla tereddüt etmememiz gerekir. Medeni hukukta, aile hukukunda izleyeceğimiz yol, ancak uygarlık yolu olacaktır. Hukukta, işi oluruna bırakmak (idare-i maslahat) ve hurafelere bağlılık, milletin uyanmasını engelleyen en ağır kâbustur. Türk milleti, üzerinde kâbus bulunduramaz”.1
Çalışmaları bu söylevle başlayan Medeni Kanun, kabul edildiği 17 Şubat 1926'ya dek, yaklaşık iki yıllık bir hazırlık dönemi geçirdi. 17 Aralık 1924'te kurulan ve hukukçulardan oluşan bir Ana Kurul ile 46 kişilik bir Yardımcı Kurul, 14 ay boyunca çalıştı.2  Ticaret hukuku Fransa, ceza hukuku İtalya, medeni hukuk İsviçre, borçlar ve icra hukuku Almanya ve İsviçre yasalarından yararlanılarak hazırlandı. 
Küçük değişikliklerle Türkiye’ye uyarlanan yasa, Avrupa’nın en yeni medeni hukukuydu ve İsviçre’de 1912’de uygulamaya sokulmuştu. Kadın-erkek eşitliğini sağlayan, resmi nikahı zorunlu hale getiren, küçük yaşta evlilik ve çokeşliliği yasaklayan, kadına çalışma hakkı tanıyan, tanıklık ve miras konularındaki kadın-erkek farkına son veren ve Patrikhane’nin din dışındaki yetkilerini kaldıran bir yasaydı.

Osmanlıda Durum

Osmanlı'nın son döneminde hukuk, altından kalkılması olanaksız bir karmaşa haline gelmişti. Değişik alanlarda çeşitli mahkemeler vardı. Konsolosluk Mahkemeleri, yabancılar arasındaki uyuşmazlıklara karar veriyor, bu kararlara Türk hükümeti karışamıyordu. Türk ve Avrupalı hakimlerden oluşan Karma Mahkemeler, Osmanlılarla yabancılar arasındaki hukuk ve ticaret davalarına bakıyordu. Yerli Mahkemeler, Osmanlılarla yabancılar arasındaki hukuk ve ticaret davalarına bakıyordu. Yerli Mahkemeler, ceza davalarında Osmanlıları ilgilendiren bir yan varsa yetkili oluyordu. Geleneksel Şer-î Mahkemeler, Müslümanlar arasındaki uyuşmazlıklara bakıyordu. 19.Yüzyıl sonlarında kurulan Nizamiye Mahkemeleri, Şer-î Mahkemelerle aynı alanda görev yapıyordu.
Karmaşa içindeki hukuk düzeni, her şeyden önce adalet kavramını ortadan kaldırmıştı. Mahkemeler sorun çözen değil, sorun yaratan yerler haline gelmişti. Halk, mahkemeye gitmek yerine, ya “işi oluruna bırakıyor” ya da “kendi sorununu kendisi çözüyordu”. Örneğin, anlaşmazlığa düşen iki tüccar, sorunu çözmek için, “eşit boyda birer mum yakıyor, hangi mum geç sönerse, o mumun temsil ettiği tüccarın haklı olduğuna” karar veriliyordu.3

Yabancılar ve Azınlıklar

Tanzimat uygulamaları, azınlıklara ve Avrupalılara hukukla birlikte birçok ayrıcalık vermişti. Bu ayrıcalıklar hukuk alanıyla sınırlı kalmıyor ve toplum yaşamının hemen her alanına yayılıyordu. Patrikler ve hahamlar; Ermeniler, Rumlar ve Musevilerin hukukla ilgili konularına karışıyor, din ve etnik ayrılığa dayanan okullar, hastaneler, bakımevleri açıyorlardı.
Hukuki ayrıcalık, kaçınılmaz olarak siyasi ayrıcalığa varmış ve azınlıklar elde ettikleri haklarla, Türklerden daha etkin bir konuma gelmişti. Evlilik, aile hukuku, ticari ilişkiler, miras gibi konularda, sorunlarını tümüyle kendileri çözüyordu. Yabancılar ve Müslüman olmayanlar, İslam hukukunun yasaklamasına karşın, Müslüman Osmanlı ülkesinde özgürce taşınmaz mal edinebiliyordu.4

Çürüyen Hukuk

İç hukukla ilgili uygulamalar, günün koşullarına uymayan, yaşama ve gerçeğe aykırı bir çürümüşlük içindeydi. Bir zamanlar dünyanın en gelişkin toplum düzenini gerçekleştiren Türk-İslam hukuku, ilerlemeye engel, tutucu bir kurum haline gelmişti. Dünyayla ticari ilişkiler gelişiyor, ama icra-iflas, kambiyo, çek, proforma fatura, banka faizi gibi işlemler, din gereği olduğu söylenerek yasaklanıyordu. Mal ya da hizmetleri sigorta etmek, “Allahın takdirine karşı gelmek” olarak yorumlanıyordu.5

Hukuk Kültürü

Günümüzden bin yıl önce 11. ve 12.yüzyılda Güney Orta Asya ve Ortadoğu’daki Türk-Müslüman toplumlarında, gelişkin bir pazar ekonomisi uygulanmış ve insanlık tarihinde ilk kez, depo edici (hazzan), ihracatçı (rakkad), komanditer ortak (mucahız), kâr ortaklığı (şırka), kambiyo uygulayan bankerlik (cabbaz ve sayrafî) gibi kavramlar ticari yaşama sokulmuştu.
Hanefi fıkıh bilginlerinden Şeybânî, “zorunluluk yasağı meşru kılar” diyerek, fâizin ekonomideki önemini ele almış, hile (hiyel) yoluyla faiz yasağının nasıl aşılacağını gösteren yorumlar yapmıştı. Ülkeler ve kentler arasında, “parayı nakit olarak göndermeye gerek kalmadan ödeme yapma” yöntemleri geliştirilmiş ve para yerine ödeme emri içeren belge (sakk) gönderme uygulaması başlatılmıştı. Sakk’lar tarihin gördüğü ilk çeklerdi.6

Gerileme ve Çöküş

Osmanlı İmparatorluğu’nun gerileme dönemine girip çöküşe doğru giderken, hukuk alanında da büyük bir bozulma yaşandı. Fıkıh kurallarının değişmezliği esasına dayanan tutucu yorumlarla hazırlanan yasalar, hakimlere yorum yapma ve olaylardan kanı edinme olanağı vermiyordu.
Aile hukuku, çağın çok gerisinde kalmıştı. Bir erkek, dilediği kadar kadınla evlenebiliyordu. Koca, 3 kez “boş ol” dediğinde karısını boşamış oluyordu. Çocuklarda evlenme için bir yaş sınırı konmamıştı. Yetişkin erkekler çok küçük çocuklarla, imam nikahıyla evlenebiliyor, kız çocuklarının evlenme yaşı kimi zaman 10-12 yaşa dek düşüyordu.

Medeni Kanun

Medeni Kanun’un gerekçe bölümünde, hukuksal yenileşmeyi gerekli kılan toplumsal koşullar anlatılıyor, yasanın hangi amaç ve anlayışla çıkarıldığı ortaya konuyordu. “Türk milletinin yazgısını Orta Çağ karar ve kurallarına bağlamak” ve “Türkiye Cumhuriyetinde toplum yaşamını, milli yasalardan yoksun bırakmak” kabul edilemez; böyle bir durum, “ne uygarlık gerekleriyle ne de Türk Devrimi’nin amaçlarıyla bağdaşır” deniyordu.
Devrim’in yenileşme anlayışı ise şu sözlerle dile getiriliyordu; “19.yüzyılda kabul edilen Mecelle’nin 1851 maddesinden, bugünkü gereksinimlere uyan ancak 300 maddesi vardır. Mecelle’nin kökü ve ana hatları dindir. Yasaları dine dayanan devletler, ülkenin ve milletin isteklerini yerine getiremezler. Çünkü, dinler değişmez kurallar ifade ederler. Dine bağlı yasalar, gelişen ve değişen yaşam karşısında, biçimsellikten ve ölü sözcüklerden fazla bir değer, bir anlam ifade edemezler. Değişmemek, dinler için bir zorunluluktur. Bu nedenle, dinlerin yalnızca bir inanç işi olarak kalması, çağdaş uygarlığın önemli özelliklerden biridir”.7

Yasanın Önemi

Medeni Kanun, din ve devlet işlerini birbirinden ayıran, Türkiye’nin hukukî yapısını bu amaç üzerine oturtan, önemli yasalardan biridir. “Yeni devlet yapısının laik niteliği”, hiçbir başka kanun gerekçesinde “bu denli açık ve kesin” ifade edilmemiştir. Yasa tasarısını kabul edip Meclis Genel Kurulu’na gönderen Adalet Komisyonu’nun başında, dönemin din bilginlerinden eski Şer’iye Vekili Hoca Mustafa Fevzi Efendi bulunuyordu ve tasarıya o da olumlu oy vermişti.8
Mecelle olarak bilinen “Mecelleî Ahkamı Adliye” adlı yasa, karmaşık hale gelen hukuk sorunlarına çözüm getirmek için hazırlanmış ve 1868’de yürürlüğe girmişti. Başında Cevdet Paşa’nın bulunduğu Mecelle Cemiyeti tarafından, 8 yılda hazırlanmıştı. Kaynağını fıkıh'tan, özellikle Hanefi fıkıhından alan bir yenileşme girişimiydi ama son derece yetersizdi.9
Medeni Kanun, Saltanatın kaldırılmasıyla başlayan yenileşme süreci; Hilafetin, Şer’iye ve Evkaf Vekaleti’nin kaldırılması, eğitim birliğinin sağlanması ve kıyafet değişimi gibi birçok aşamayı geçtikten sonra, hukuksal yenileşmeyle laiklik hedefine yönelmişti. Bu süreç, aynı zamanda bir uluslaşma süreciydi. Din, dil, mezhep ve etnik köken ayrılıklarının kaldırılarak, herkesin eşit olarak yararlandığı yurttaşlık haklarının geliştirilmesi, ulusal varlığı kültür birliği temelinde birleştiriyor ve ulus kavramı güçleniyordu.

DİPNOTLAR

x       “Kemalist Eğitimin Tarih Dersleri IV” Kaynak Y. 3.Bas., 2001, sf. 212-213

1              “Kemalist Eğitimin Tarih Dersleri IV” Kaynak Y., 3.B.,  sf. 210-211
2              a.g.e.  sf. 214-215
3              “Mustafa Kemal ve Uyanan Doğu” P.Gentizon, Bilgi Y., 2.B.,  sf. 172
4              a.g.e.  sf. 168 ve 173
5              “Mustafa Kemal ve Uyanan Doğu” P.Gentizon, Bilgi Y.,  sf. 172-167
6              “Yönetim gelenekleri ve Türkler” Metin Aydoğan 2.Cilt, Umay Yay., 4.Baskı, İzmir-2005, sf. 724
7              “Tek Adam” Ş.S.Aydemir, 3.Cilt, Remzi Yay., 8.Basım, İst.-1983, sf.254
8              a.g.e.  sf. 255-256
9              Büyük Larousse, Gelişim Yay., 13.Cilt, sf. 7901






Hiç yorum yok:

Yorum Gönder