8 Ekim 1912’de
başlayan ve utanç verici bir yenilgiyle sonuçlanan Balkan Savaşı’nda, günümüzde ders alınması gereken
birçok yön vardır. Balkan yenilgisinin nedeni, savaşı başlatan ülkelerin
güçlü olması değil, yarı-sömürge haline getirilen Osmanlı İmparatorluğu’nda devlet
yapısının içten çürümesiydi. Ordunun gereksinimleri karşılanmıyor, uzun yıllar yeniliklere
kapatılarak baskı altına alınıyordu. İktidarlarını korumayı tek siyasi ölçüt sayan
padişahlar, ordunun güçsüzleşmesi için hemen her şeyi yapmıştı. Paşalık dahil her
türlü rütbe, buyruklarla, saraya bağlı kişilere armağan olarak veriliyordu. Önemli
yerlere bunlar getiriliyor, yetenekli ve yurtsever subaylar etkin görevlerden uzak
tutuluyordu. Particilik ve düşünce farklılıkları, subaylar arasında ayrıcalıklara
yol açmış, orduda sıkı düzen diye bir şey kalmamıştı. Komutanların terfilerinde
yeterlilik (liyakat) değil, saraya bağlılık etkili oluyordu.
Balkan
devletlerinin en küçüğü Karadağ, gücünden ve konumundan beklenmeyen bir
tutumla, 8 Ekim 1912’de, Osmanlı İmparatorluğu’na karşı savaş açtığını duyurdu.
Bilinçli bir hazırlığın ürünü olan bu garip çıkış, gerçekte, Balkanlar’daki
Türk varlığına son vermeyi amaçlayan genel bir kalkışmanın başlangıç eylemiydi.
Yunanistan, Sırbistan, Bulgaristan ve Karadağ, aralarında anlaşmışlar; Osmanlı
Devleti’ne karşı, birlikte davranma kararı almışlardı.
Karadağ’dan on gün sonra Yunanistan ve Bulgaristan, on
iki gün sonra da Sırbistan savaşa katıldı. Trablusgarp’da, topraklarını açıktan
savunamayacak kadar silik bir görünüm veren Hükümet, büyüğü ve küçüğüyle tüm
düşmanlarının yüreklenmesine yol açmış, herkes payına düşeni almak için zamanın
geldiğine inanmıştı. Anlaşmazlıklar ertelenecek, uğrunda yüz yıldır mücadele
edilen topraklar için harekete geçilecekti. Sekiz ay süren Birinci Balkan
Savaşı, böyle başladı ve Türk tarihinde benzeri olmayan büyük bir bozgun,
acılarla dolu, kara bir sayfa yaratarak son buldu.
Utanç
Verici Yenilgi
Balkan
devletlerinin ortak hareket ettiği Birinci Balkan Savaşı’nda (1912), Osmanlı Ordusu o denli
çabuk ve kolay yenilmişti ki; sonuç, yalnızca Türkiye ya da Balkan devletlerini
değil, Avrupalı büyükler ve Rusya dahil, tüm dünyayı şaşırtmıştı. Yüzyıllar
boyu eyalet olarak korunan küçük devletçikler, İmparatorluk Ordusu’nu bir anda
ve inanılması güç bir kesinlikle yenmişti.
Asker sayısı az
olmayan Osmanlı Ordusu, “sanki birbirleriyle bağlantısı olmayan insanlardan
oluşan bir yığıntı gibi, gizemli bir üflemeyle birdenbire havaya savrulmuş”;
Rumeli’deki Türk birlikleri,
“aydınlatılması güç bir genel uyuşukluğun, uyanılmayan bir uykunun sersemliği
içinde”1 dağılıp gitmişti.
Türk
askerlerinin savaşkanlığı bu değildi. Nitekim, genç kuşak subayların orduda
etkili olmaya başlayıp siyasetin ordu üzerindeki etkisi azalınca durum çabuk
değişti. Balkan Savaşı’nda neredeyse kendiliğinden dağılan ordu, birkaç
yıl sonra Çanakkale başta olmak üzere Galiçya’dan Yemen’e dek, on ayrı cephede
büyük direnç gösterdi, başarıyla savaştı.
Balkan Savaşları’na katılmış olan tarih araştırmacısı
General Fahri Belen (1892-1975), Türkiye için “bir felaket” olarak
nitelediği Balkan yenilgisinin, Türk ordusuna değil “kokuşmuş Osmanlı
anlayışına” ait olduğunu söyler ve şu yorumu yapar: “Balkan
Savaşlarında, Türklerin savaş gücünü artık tümden yitirdiği sanıldı. Oysa
savaşta yenilen Türk askeri değil, kokuşmuş Osmanlı anlayışı ve bu anlayışı
sürdüren yöneticilerdi. Nitekim, yeni yetişen genç kuşak, ilerdeki savaşlarda,
özellikle İstiklal Savaşı’nda, Türkler’in savaş gücünü yitirmediğini tüm
dünyaya gösterecekti”.2
Yenilginin
Nedenleri
Balkan Savaşı çıktığında, ekonomik çöküşle bütünleşen siyasi çözülme, kesin ve
uzlaşmaz ayrılıklar durumuna gelerek, ülkenin her yanına yayılmıştı. Dış
karışma ve azınlıkların bir türlü bitmeyen ayrılıkçı istekleri, ittihatçı-itilafçı
çatışmasıyla iç içe geçerek, toplum yaşamını ayakta tutan hemen tüm değerleri,
özellikle yönetim işleyişini, adeta yok etmişti. Osmanlı toplumu, birbirlerinin
varlığına katlanamayan, yüzlerini bile görmek istemeyen insanların oluşturduğu,
belki de onlarca parçaya ayrılmıştı.
Ayrılıklar yalnızca;
Türk-Rum ve Ermeni, Türk-Arap, Kürt-Ermeni ya da Müslüman-Hıristiyan
çelişkilerinden oluşmuyordu. Müslümanla Müslüman, Türk’le Türk arasında da
derinleşip yayılmıştı. Düşmanlık durumuna gelen siyasi bölünme, gülmece konusu
olacak ayrılıklara varmıştı. Mezarlık yanından geçenler, “okudukları
fatiha’nın” politik rakipleri için geçerli olmamasını dileyip, “ben
duamı ittihatçıların ruhuna gönderiyorum” diyebiliyordu.3
Particilik ve
düşünce farklılıkları, subaylar arasında ayrıcalıklara yol açmış, orduda sıkıdüzen
diye bir şey kalmamıştı. Orduda, alaylı denilen
okuma yazma bilmez ‘subaylar’, hatta paşalar
vardı. Önemli yerlere bunlar getiriliyor, yetenekli ve yurtsever subaylar etkin
görevlerden uzak tutuluyordu. Komutanların terfilerinde yeterlilik (liyakat)
değil, dış karışmalar etkili oluyordu. Ordu atamalarında padişaha yön veren
sadrazamlar, kendilerini o yere getirten yabancı büyükelçilerin yönlendirmesi
altındaydılar. Örneğin “Sadrazam Reşit Paşa İngilizler’in, Ali Paşa
Fransızlar’ın, Mahmut Nedim Paşa Ruslar’ın adamıydı”.4 Enver
Paşa ve ittihatçı önderler ise Almanların etkisi altında, onların isteği
yönünde siyaset yapıyorlardı.
Balkan savaşları sırasında cepheleri dolaşan Fransız
gazeteci Stephane Losannes’ın saptamaları, Türk ordusunun o günlerde ne
durumda olduğunu gösteren çarpıcı örneklerdir: “Lüleburgaz savaşı dört
günden beri aralıksız sürüyordu. Türk Ordusu’nun Başkomutanı Abdullah Paşa,
genel karargahı olan Sakız köyünde küçük bir evde kapanmış kalmıştı. Daily
Telegraph gazetesinin savaş muhabiri Smith Bartlet kendisini orada rastlantı
olarak buldu. Başkomutan açlıktan ölüyordu. Emir subayları, evin fakir
bahçesindeki toprakları adeta tırnaklarıyla kazarak bir iki mısır kökü
çıkarmaya çalışıyorlardı. Bu kökleri, bir parça unla bulamaç gibi
pişiriyorlardı. İşte, 175 bin kişilik orduya kumanda eden zatın bütün yiyeceği
buydu”.5
Yenilginin
Götürdükleri
Balkan
Savaşları, kimsenin aklına bile gelmeyen ve Rumeli Türkleri’ni perişan eden
büyük yitiklerle sonuçlandı. Girit, Yunanistan’a bağlandı (1908). Osmanlı
Devleti, yüz milyon mark karşılığında, Doğu Rumeli’den tümüyle çekildi.6
Avusturya-Macaristan
İmparatorluğu, Bosna-Hersek’i kendisine bağladı (1908).7 Ege’de Oniki
ada elden çıktı.8 Selanik, Yunanlılar tarafından işgal edildi
(1912).
Makedonya ve kıyı şeridinin tümü Yunanistan’a verildi,
Osmanlı İmparatorluğu Meriç’e dek çekildi.9 Bulgar Ordusu
İstanbul’un dibine, Çatalca’ya dek ilerledi.10
Selanik
Yitiriliyor
Mustafa Kemal Balkan Savaşı’nı haber alınca Trablusgarp’tan ayrıldı ve savaşa
katılmak üzere yola çıktı. Romanya üzerinden İstanbul’a giderken yolda aldığı
haberlere ve Ordunun bu kadar kolay yenilmesine inanamıyordu. Trakya
Türkleri’nin yaşadığı acılara, büyük toprak yitiklerine, özellikle de
Selanik’in yitirilmesine çok üzüldü. Doğduğu yer olan 538 yıllık ata
yadigarı bu güzel kent, birkaç hafta içinde elden çıkmıştı. Bu olayı,
yaşadığı sürece, onarılmaz bir acı olarak içinde taşıyacaktır.
Bugünün İzmir’i
kadar Türk olan Selanik’in yitirilmesi, onun gibi, halk ve aydınlar için de,
katlanılması olanaksız gerçek bir felaketti. Toplumu birleştiren ortak
acı, herkesi etkiliyor, ancak sonuç değişmiyordu. Yaygın olan davranış biçimi,
her zaman olduğu gibi; üzüntü, yakınma ve karamsarlıktı. Kimse bir şey
yapmıyor, ne yapılması gerektiği bilinmiyordu.
Türk toplumu, ordunun acı yenilgisiyle sanki donup
kalmış, Selanik’le birlikte sanki devinim ve direnç gücünü de yitirmişti. Atatürk’ün
çocukluk ve Harp Okulu’ndan sınıf arkadaşı olan Salih Bozok (1881-1941).
Selanik’in yitirilmesine yol açan koşulları, anılarında şöyle anlatır: “1909-1910
yıllarında Selanik’te, benzerlerinden üstün bir yaşam ve canlılık hüküm
sürüyordu. Meşrutiyet’i izleyen o günlerde Selanik’i yad ellere bırakmak,
hiçbir Türk vatanseverinin hayaline sığacak şey değildi. Meşrutiyet devrimi,
halkın heyecanı içinde gerçekleştirilmişti. Ancak, devrimi izleyen günlerdeki
hırs, kin ve bağnazlık ateşi, ülkeyi çöküntüye götürüyordu. Kimse gelmekte olan
tehlikeyi görmüyordu. Tehlikenin farkında olanlarsa, suçlulara özgü bir
kayıtsızlık içinde, olayları yalnızca izliyordu. Yurttaşlar arasında karşılıklı
güven kalmamıştı. Halkın hükümete güveni, hükümetin de halka saygısı yok
olmuştu. Ortalığı, genel bir umutsuzluk kavramıştı. Hiç kimse politikacılardan
artık bir şey beklemiyordu. Halkın umudu, kendisine ‘Meşrutiyet’in koruyucusu’
ünvanı verilen ordudaydı. Acaba, vatanın bu acı durumu karşısında, ordu nasıl
bir durum alacak, nasıl bir yol izleyecekti? Ne yazık ki, büyük komutanlarda
heyecan, faaliyet ve ateş adına hiçbir şey yoktu. Hepsi karamsar ve işi oluruna
bırakmış olayları bekliyordu”.11
Acı
ve Öfke
Mustafa Kemal, Kasım 1912 sonunda İstanbul’a geldiğinde duyduğu ama pek inanmadığı
olayların ayrıntılarını öğrenip, sonuçlarını gözleriyle görünce sarsıldı ve
derin bir acı duydu.
İstanbul’da
büyük bir karmaşa yaşanıyordu. Türk ordusu hemen tüm sınır boyunca yenilmişti.
Kuzey’den inen Sırplar, hiçbir ciddi direnmeyle karşılaşmadan ilerlemişler,
Durozza ve Manastır’ı almışlardı. Güneyden saldıran Yunanlılar, Selanik’i işgal
etmişti (8 Kasım 1912). Bulgarlar, İstanbul’a 20 kilometre uzaklıktaki
Çatalcaya dek gelmişlerdi.12 “Binlerce Selanikli Müslüman cami
avlularına yığılmış, perişan, aç, sefil bir durumda, kışın insafsız soğuğunda
ölüp gidiyordu”.13 Ülkenin her yeri, göçmen kamplarıyla
dolmuştu. Kamplara yiyecek yardımı yapılamıyordu. Güçten düşmüş binlerce insan,
“kolera ve tifüsten ya da açlık ve soğuktan” kırılıyordu.14
Büyük bir kaygıyla
annesinden ve ailesinden haber almaya çalışıyordu. “Hasta ve yaralılarla
dolu” hastaneleri, cami avlularını ve evleri dolaştı. Selanik’ten gelen
göçmenlerle konuştu. Çok kötü şeyler duyuyordu. Kentin büyük bir vahşet ve
yağma yaşadığını söylediler. “Yunanlılar yakaladıkları bütün Türkleri
öldürmüş, çevredeki köy ve kasabaların tümünü yakıp yağmalamışlardı”15
Sonunda annesini, kızkardeşini ve onlarla birlikte gelen Fikriye’yi bir
mülteci kampında buldu.16
Hemen hepsi hastaydı. Annesinin gözleri iyi görmüyordu.
Selanik’ten kaçışları sırasında çok acı çekmişlerdi. Bir ev kiralayarak onları
İstanbul’a getirdi. Annesindeki ani yaşlanmaya, bedensel ve ruhsal çöküşe
inanamıyordu. “Bütün gün divana bağdaş kurup oturuyor, öne arkaya sallanarak
Allah’a dua ediyordu. Selanik kafir Yunan’ın elindeydi; akrabaları
katledilmişti; evini ve sahip olduğu her şeyini yitirmişti: Tam anlamıyla
mahvolmuştu”.17
Çanakkale’de İlk Görev
Mustafa Kemal, Balkan Savaşı sürerken Gelibolu’daki Kolordu’nun Harekat
Dairesi Başkanlığı’na atandı. Olası Bulgar saldırısına karşı Çanakkale
Boğazı’nı onlar koruyacaktı. Atandığı Gelibolu-Bolayır hattı o aşamada ana
çatışma alanı değildi ama önemli bir savunma cephesiydi.
Gelibolu’da, savaşı
dikkatlice izledi, edindiği bilgilere dayanarak somuta yönelik sonuçlar
çıkardı. Vardığı sonuçları, öneri içeren bir rapor haline getirerek, Başkomutanlığa
ve Savunma Bakanlığı’na gönderdi. Raporda; “Edirne düşmeden saldırıya
geçilmesi” isteniyordu.18
Rütbe aşımı olarak değerlendirilen rapor önemsenip
değerlendirilmedi. Ancak, Edirne yitirilince saptama ve önerilerin doğruluğu
anlaşıldı.19 Öngörülerinin doğru çıkması nedeniyle olacak,
haklarında bir işlem yapılmadığı gibi İttihat ve Terakki’nin önde gelen ismi Talat
Bey Bolayır’a geldi, rapor sahipleriyle görüştü. Bolayır Kolordusu, 15
Temmuz’da Keşan’ı, 17 Temmuz’da Enez ve İpsala’yı, 18 Temmuz’da Uzunköprü’yü ve
21 Temmuz’da Karaağaç ve Dimetoka’yı kurtararak Edirne’ye girdi.20
Kolordu’nun başarılarına karşın, raporcu binbaşılardan Fethi
büyükelçi, Mustafa Kemal, askeri danışman (ateşemiliter) olarak 27 Ekim
1913’te Sofya’ya atanıp İstanbul’dan uzaklaştırıldı.
DİPNOTLAR
1 “Tek Adam”
Ş.S.Aydemir, I.Cilt, Remzi Kit.,
9.Bas. İst.-1983, sf.170
2 “20.Yüzyıl
Tarihi” Arkın Kit., Sayı 16,
İst.-1970, sf.313
3 “Devrim
Hareketleri İçinde Atatürk ve Atatürkçülük” Prof.Tarık Zafer Tunaya, Arba Yay., 3.Bas., İst.-1994, sf.21
4 “Osmanlı
Tarihi” Prof.Enver Ziya
Karal; ak, Vural Savaş, “Militan
Atatürkçülük” Bilgi Yay., 2001, sf.90
5 "Tek Adam”
Ş.S.Aydemir, I.Cilt, Remzi Kit,
9.Bas., İst.-1983, sf.170-171
6 Büyük Larousse,
Gelişim Yayınları, 4.Cilt, sf.1991-1992
7 “Jön Türkler ve
Araplar” Hasan Kayalı, Tar.Vak.Yurt
Yay. 1998, sf.61
8 “Jön Türkler
Modernizmi ve Alman Ruhu”, Mustafa Gencer, İletişim Yay., sf.57
9 “Tek Adam”
Ş.S.Aydemir, I.Cilt, Remzi Kit.,
9.Bas., İst.-1983, sf.168
10 a.g.e. sf.168
11 “Yaveri
Atatürk’ü Anlatıyor” Salih Bozok, Haz. Can Dündar, Doğan Kitap, İst.-2001, sf.17-18
12 “Mustafa Kemal”
Benoit Mechin, Bilgi Yay., Ankara
1997, sf.96
13 “Atatürk” Lord
Kinross, Altın Kitaplar Yay.,
12.Bas., İst.-1994, sf.77
14 “Bozkurt”
H.C.Armstrong, Arba Yay.,
İstanbul-1996, sf.31
15 a.g.e. sf.31
16 a.g.e. sf.31
17 a.g.e. sf.31
18 “Atatürk’ün
Bütün Eserleri” Kaynak Yay., 1.Cilt,
İst.-1998, sf.149
19 a.g.e. sf.177
20 “Kaynakçalı
Atatürk Günlüğü” Prof.U.
Kocatürk, T.İş Ban Yay., sf.20
Çalışma için tebrik ederim, faydalandım.
YanıtlaSil
YanıtlaSilMerhaba, Malatya Web Tasarım Olarak takip ediyorum blogunuzu gerçekten harika paylaşımlar yapıyorsunuz.
Malatya Malatya Web ve Malatya Google Seo Hizmetleri.
Teşekkürler Sevgili Yusuf, teşekkürler Malatya Web.
YanıtlaSilraporcu binbaşılardan Fethi büyükelçi, Mustafa Kemal, askeri danışman (ateşemiliter) olarak 27 Ekim 1913’te Sofya’ya atanıp İstanbul’dan uzaklaştırıldı.
YanıtlaSilGerçekten düzgün olan herşey bu ülkede layığını biliyor. :) teşekkürler Metin hocam.