Ülkenin içinde
bulunduğu ve giderek ağırlaşan sorunlardan kaygı duyanlar, aynı soruyu soruyor
ve yanıt arıyor: ‘Ülkenin durumu iyi
değil, ne yapılmalı’. Tartışmalarda, üç eğilim öne çıkıyor. Bir kesim; askeri
işgal olmasa da siyasi ve ekonomik işgalin olduğunu, koşulların 1919
koşullarına benzediğini söylüyor. Ulus bütünlüğünü amaç edinen bir anlayışla;
toplumun her kesimini içine alan bir örgütlenmenin gerekli olduğunu ileri
sürüyor. Onlara göre, Kurtuluş Savaşı öncesinde olduğu gibi; yerel örgütler kurulmalı, kurulu olanlar
birleştirilmeli ve ilerde kurulacak ulusal partinin kadrosunu oluşturacak halk
önderleri yetiştirilmelidir... İkinci eğilim, varolan siyasi partilere
girip çalışılmalı, bu partiler ülkenin ve halkın çıkarlarını savunan partiler
haline getirmelidir diyor... Üçüncü eğilim ise; yeni bir parti kurarak, halkın
karşısına oy vereceği yıpranmamış bir parti seçeneğiyle çıkmanın doğru olduğunu
kabul ediyor.
Yol Ayrımı
Türk
toplumu, değişim sancıları yaşıyor ve hızla bir yol ayrımına yaklaşıyor. Bir
yanda, dış yönlendirmelerle ulus devlet işleyişini kabile ilişkilerine
dönüştürmeye yönelen egemen siyaset; öbür yanda, Cumhuriyet kazanımlarını
yitirmek istemeyen, birlikten yana ulusal bağımsızlıkçılar. Bir yanda
emperyalizm ve işbirlikçiler, öbür yanda Türk halkı ve yurtseverler. Uzlaşmaz
çelişki içeren bu karşıtlığın, çatışmayla sonuçlanması, çelişkinin niteliğinden
kaynaklanan toplumsal bir gerçeklik durumunda.
Kötüye
gidiş, sürerken, gidişe karşı
çıkan bağımsızlıkçı tepki de ortaya çıkmaya başlıyor. Özgürlükçü düşünceler
filizleniyor, toplumsal direnç canlanıyor. Baskıdan ve bağımlılıktan kurtulmayı
amaçlayan sorgulama ve tartışma yayılıyor. Ulusçu-ümmetçi, yurtsever-işbirlikçi
ya da çıkarcı-toplumcu çelişkileri, yüz yıl sonra yeniden kritik sorunlar
olarak Türk halkının karşısına dikiliyor.
Bozulan Denge
Cumhuriyetle
kurulan toplumsal denge bozulmuş; iyiyle kötü, olumluyla olumsuz, erdemle
ihanet birbirine karışmış durumda. Belki de dünyanın hiçbir ülkesinde
görülmeyen duygu ve düşünce karmaşası, bugün Türkiye’de yaşanıyor.
Halkın
önemli bir bölümü, içgüdülerle yaşamını sürdüren canlı varlıklar gibi; yönsüz
ve yönelimsiz bir edilgenlik içinde, kendini doğal akışa bırakmış durumda.
Kimin ne söylediği, ne yaptığı, yapılanların ne anlama geldiği ve geleceğin
neler getireceğiyle ilgilenmiyor. Bir bölümü, yaşamdan umudunu kesmiş,
günlerini öbür dünyaya hazırlanmakla geçiriyor.
El
yordamıyla da olsa durumun farkına varıp gelecekten kaygı duymaya başlayanlar,
olayları anlamaya çalışıyor. Ancak, yapılması gereken henüz bilince çıkarmış
değil. Oldukça geniş bir kesimi oluşturuyorlar ama birbiriyle çelişen farklı görüşleri
temsil ediyorlar. Egemen siyasete tepki duyuluyor ama birliğe yönelen yurtsever
cephe henüz kurulabilmiş değil.
Tartışmalar
Düşünsel
karmaşa sürse de, geleceğe yön vermeye aday bir siyasi tartışma gelişiyor.
Ülkenin İçinde bulunduğu ve giderek ağırlaşan sorunlardan kaygı duyanlar, aynı
soruyu soruyor ve yanıt arıyor: Ülkenin durumu iyi değil, ne yapmalıyız...
Somuta
yönelik iyi niyetli arayışlar içinde üç eğilim öne çıkıyor. Bir kesim, Kurtuluş
Savaşı öncesinde olduğu gibi; ‘yerel örgütler kurulmalı, kurulu olanlar
birleştirilmeli ve ilerde kurulacak ulusal partinin kadrosunu oluşturacak halk
önderleri yetiştirilmelidir’ diyor. İkinci eğilim, ‘var olan
siyasi partilere girip çalışmayı’, üçüncü grup ise ‘yeni bir parti kurmayı’ öneriyor.
Partili Yaşam ve
Partiler
Kurulu
partilerde çalışma ve yeni parti kurma düşüncesine karşı çıkanlar, bu tür
girişimlerin Türkiye’de 70 yıldır yapıldığı ve ülkenin sürekli kötüye gittiğini
söylüyor. Onlara göre, bu öneriler olumsuz sonuçlarıyla ve yaşanmış gerçekler
olarak ortada duruyor. Türkiye’nin, 1946’dan sonraki 73 yılı; kurulan, iktidar
olan, kapanan, yeniden kurulan partilerle geçti. Bu süre içinde, Türkiye;
kendine güvenen güçlü ve bağımsız bir ülke durumundan; gizli işgal altında
dağılma sorunları yaşayan, güçsüz ve dirençsiz bir ülke durumuna geldi. Bunun
sorumlusu, çok partili adı verilen kurgulanmış siyasi düzen ve bu
düzenin ürünü siyasi partilerdir.
Türkiye’de
bugün, yasallık kazanmış yüze yakın siyasi parti var. Bunlardan dördü hariç
hiçbirinin Meclis’te temsil edilme şansı yok. 73 yıllık olumsuz sürecin
kalıntısı olan baraj geçen dört parti, Seçim ve Siyasi Partiler Yasası’nın
kendilerine verdiği ayrıcalıklara dayanarak, değiştirilmesi neredeyse olanaksız
bir siyasi tekel oluşturmuştur. Hazineden büyük rakamlı parasal yardım alıyorlar.
Medya, farklı oranlarda olsa da onların haberlerini veriyor. Tümü, ABD ve
AB’nin önceliklerine göre hareket ederek, dış istemlere uygun hareket
ediyorlar.
1919’u Kavramak
Günümüz
Türkiye’si ile 1919 Türkiye’si kuşkusuz aynı değil, olamaz da. Yaşamın sonsuz
akışı içinde; hiçbir olay, olgu ve süreç aynı değildir. Yaşanan an, tek bir
andır. Yinelenemez, geri döndürülemez, durdurulamaz. Değişmeyen tek şey,
değişimin kendisidir.
Doğanın
temel kuralını oluşturan bu gerçek, geçmişle benzerliklerin yaşanmayacağı
anlamına kuşkusuz gelmiyor. Toplum biçimini belirleyen dönemler son bulmadan, dönem
içindeki ilişkilerin niteliği değişmiyor. Değişim, biçimde ve yoğunluk
farklılığında oluyor. Örneğin, emperyalizm ortadan kalkmadan,
emperyalist ilişkiler yani pazar çatışması yok olmuyor. 20.yüzyıl başındaki ekonomik
çatışma, 21.yüzyıl başında da sürüyor. 20.yüzyıl başında emperyalizmi yenilgiye
uğratan Kemalizm, bu nedenle güncelliğini koruyor. Mücadele tarzı ve örgütlenme
biçimi, geçerliliğini bu nedenle sürdürüyor.
1919’dan Ders Çıkarmak
1919
koşulları, günümüz koşullarıyla karşılaştırıldığında, önemli benzerlikler ve
farklılıklar vardır. Benzerlik özde, farklılık biçimdedir. Ulusal mücadele
açısından, daha güç ve daha kolay yanlar vardır. Bir bütün halinde
değerlendirip bugüne yönelik yararlanabilir sonuç çıkarmak, bilinç ve kültürel
olgunluk gerektiren tarihten ders alma
sorunudur.
1919’da
savaş yorgunu Türk halkı, hasta ve yoksuldur. Genç erkek nüfus neredeyse
kalmamıştır. Anadolu ‘yetimler ve dullar ülkesi’ durumuna
gelmiştir. Yoksunluklara karşın halk, Kurtuluş Savaşı’na katılma iradesini
göstermiş ve tarihten gelen yurt savunma güdüsünü devreye sokmuştur.
Türkiye
bugün, çoğunluğu genç olmak üzere 80 milyonluk nüfusa sahiptir. Hastalık ve
yoksulluk konusunda daha iyi konumdadır. Ancak, yurt savunması konusundaki
duyarlılık düzey yitirmiştir. Bilgisizlik ve kültürel aşınma yaygındır.
Askeri İşgal ve PKK
Terörü
1919’da
ülke askeri işgal altındaydı. Müttefikler, Türkiye’yi nüfuz bölgelerine
ayırmış, bu bölgelere asker çıkarmıştı. Yunan Ordusu İzmir’e girmiş bölgeye
yayılıyordu. Türk halkının ihanetleri nedeniyle nefret ettiği Rum ve Ermeni
çeteleri katliam yapıyordu.
Emperyalist
ülkeler bugün, Kürtleri kışkırtıyor ve eğitip donattığı PKK-PYD gibi taşeron
örgütleri, Türkiye’nin üzerine sürüyor. 1919’da Yunan’a yaptırdığı silahlı
karışmayı, bugün Kürt örgütlere yaptırıyor. Dün, yabancı unsur olarak
Yunanlıları, yerel unsur olarak Anadolu Rumları ve Ermenilerini kullanırken;
bugün yabancılaştırdığı PKK’yı ve Arapçılığı kullanıyor.
İstanbul Hükümeti ve
AKP
1919’da,
İstanbul hükümeti ve Padişah, işgalcilerle uzlaşarak onların isteklerini yerine
getiriyordu. Saltanat ve Hilafet’in, geniş ve gerici bir kitle tabanı vardı.
Para ve din kışkırtmasıyla ayaklanmalar çıkarılıyor, Kuvayı milliyeciler
yakalanıp ya tutuklanıyor ya da öldürtülüyordu. Mezhepçilik egemen siyaset,
ihanet meşruiyet aracı olmuştu.
Bugünkü
hükümetler de müttefik saydıkları emperyalizmle uzlaşıyor, onların
isteği yönünde uygulamalar yapıyor. Kamu mallarını elden çıkarıyor, yabancılara
toprak, banka ve şirket satıyor, eğitimi gericileştiriyor. Demokratik girişimlerin
her türünü, şiddet kullanarak bastırıyor. Yurtseverleri hapsediyor; hukuk
tanımaz bir tutum izliyor.
Ordusuzluk ve TSK
1919’da,
az sayıdaki ordu artığından başka, ulusal savaşımda yer alacak silahlı güç yani
ordu yoktu. İstanbul Hükümeti, kalan birlikleri, yabancıların isteği üzerine
terhis ediyor, silahlarını işgalcilere teslim ediyordu. İttihatçı adını
taktıkları yurtsever subaylar, Malta’daki kalelerde hapsediyordu. Anadolu’da,
halkı örgütlemeye çalışan yurtsever subaylar, tutuklanıyor hatta öldürülüyordu.
Bugün,
1919’dan farklı olarak ordu var, üstelik güçlü bir ordu var. Ancak, bugünkü
hükümetler, işgal günlerindeki İstanbul hükümeti gibi, orduya olumlu bir gözle
bakmıyor. Onun etkisini kırmak için, küresel merkezlerin istemi yönünde yasalar
çıkarıyor; yasal ya da yasadışı uygulamalar yapıyor. Üst düzey subaylar
tutuklanıyor. Bunlar, Malta’daki değil ama Silivri’de hapsediliyor. Askerlik
paralı hale getiriliyor, Genel Kurmay’ın yetki alanı daraltılıyor, Jandarma İç
İşleri Bakanlığına bağlanıyor.
Emperyalist Çatlak ve
Küresel Birlik
Emperyalist
devletler; 1919’da, 4 yıllık savaşın yorgunluğu içinde, birlikte hareket edemez
durumdaydı. Almanya yenilmiş, Rusya çökmüştü. İngiliz ve Fransız ordusu,
Anadolu içlerine uzanacak bir savaşı yürütecek durumda değildi. Bu durum,
Kurtuluş Savaşı için önemli bir fırsat yaratıyordu.
Emperyalizm
bugün, azgelişmiş ülkelere karşı birlikte hareket ediyor. Kara savaşı yürütecek
asker bulmada zorlanıyor ama ileri teknoloji kullanarak, havadan saldırıyor;
kentleri bombalıyor. Birbirleriyle savaşmıyor,
güçlerini birleştirerek yoksul ülkelere saldırıyor.
Sovyetler Birliği ve
Bugünkü Rusya
1919’da
Rusya, emperyalizmle çelişkisi olan müttefik bir ülkeydi. Kurtuluş Savaşı’nı
desteklemiş, Ankara’yı tanımış, silah ve para yardımı yapmıştı. Güvenilir bir
dost ülke durumundaydı.
Rusya’nın,
farklı biçimde olsa da, bugün de Batı’yla çelişkisi var. Ancak, bugün Sovyetler
Birliği gibi Türkiye’nin müttefiki değil. Türk Hükümeti, uyguladığı yanlış
politikalarla, uçak düşürme olayında olduğu gibi, Rusya’yla her an düşman ülke
konumuna getirebilir.
Örgütsel Tartışmalar
ve Mustafa Kemalsizlik
1919’da,
ülkenin içinde bulunduğu konumdan kaygı duyan yurtseverler, ülkenin her yerinde
toplantılar düzenliyor, yapılması gerekeni tartışıyordu. Büyüklü küçüklü birçok
ulusçu küme; çıkış yolu arıyor, yerel örgütler kuruyordu. Ancak, bu örgütler
bugünkü gibi biraraya gelemiyor, mücadeleye yön verecek merkezi bir örgüt
yaratılamıyordu. Tutulacak yolun bilinmezliği içinde, her şeyi göze alan Mustafa
Kemal ortaya çıkıyor, kurulu örgütleri birleştirip yeni örgütler kurarak
mücadeleye atılıyordu.
Ülkenin
içinde bulunduğu koşullardan rahatsız olan yurtseverler, benzer kaygılarla
bugün de biraraya gelmeye başlıyor; ülkenin her yerinde ne yapılması gerektiği tartışılıyor.
Düşünceler karışık, gidilecek yol belirsiz. Eyleme dönüşen bir girişim henüz
ortaya çıkmış değil ve Mustafa Kemal bugün yok.
Yaşamın Gerçekliği
“Ne
Yapmalı” sorusuna verilecek sağlıklı yanıt; kuşkusuz, yakın
tarihimizde yaşadığımız ve benzer koşulları içeren 1919 koşullarının inceleme
ve irdelemesiyle ortaya çıkacaktır. Yalnızca ülkemizin değil, dünyanın bugünkü
durumu, 20.yüzyılın başlarındaki durumuyla büyük bir benzerlik içindedir.
Üretim
ilişkilerinde, dünya pazarlarının paylaşımında ve bu paylaşımın yarattığı
gerilimlerde niteliksel bir fark yok. Emperyalizmin saldırganlığı sürüyor. Ulusal
bağımsızlık, azgelişmiş ülkelerin yine başat sorunu. Türkiye, bağımsızlığını ve
ulusal egemenliğini yitirerek Osmanlı’ya geri dönmüş durumda. Birşeyler
yapılmazsa, ulus devlet varlığının sürdürülemeyeceği görülüyor.
Yapılması
gerekenin örgütlenmek olduğu açık. Açık olmayan örgütlenmenin biçimi ve
mücadele tarzı. Uygulanabilir bir yöntemin bulunup uygulanmasında, karara yön
verecek birikim, 1919 koşullarında bulunuyor. 1919’dan ders alıp yararlanabilir
sonuçlar çıkarılması gerekiyor. Bu durum, geçmişe bağlılığın yol açtığı bir
istem değil, yaşamın dayattığı nesnel bir gerçekliliktir. Ulusal varlığın
korunmasına yönelen yurtseverler, 1919’u incelemek ve girişecekleri mücadelede
kendilerine yön verecek sonuçlar çıkarmak zorundadırlar.
Demokratik yöntemle geldiğimiz yol ortadadır. Tümüyle işgal edilmiş bir ülke ve bir hain güruhu. Yapılacak tek iş kurucu meclis+emekli olanlar da dahil Kemalist askerleri göreve getirmek, Avrasya ile işbirliği..
YanıtlaSilGeldiğimiz yol, zaten demokrasiyi 'adam gibi' işletememizdendir!
SilTebrikler
YanıtlaSil