İstanbul , 3,5
yıllık Kurtuluş Savaşı’ndan sonra 6 Ekim 1923 günü Şükrü Naili Paşa komutasındaki 3.Kolordu’nun kente girmesiyle işgalden kurtarıldı. Birkaç yıl
öncesinde düşlere bile giremeyen ve Anadolu’daki halk savaşıyla sağlanan bu
başarı, Türk ulusu için kuşkusuz büyük bir olaydı. Ancak, bu olayın İstanbul
için, kurtuluşun ötesinde tarihsel ve kültürel bir başka boyuta vardı.
İstanbul, çürüyen bir düzenin başkentiydi ve yüzlerce yıl süren bozulmaların birikimini
taşıyordu; yozlaşma ve yabancılaşmanın merkezi olmuştu. Askeri kurtuluştan
sonra kültürel kurtuluşunu da sağlayarak, ulusal iradenin merkezi olan Ankara’yla
bütünleşecek miydi?
Varsıl Kent
İşgal sırasında İstanbul’da; hepsi Türk olmayan 560 bin Müslüman, 385
bin Rum, 118 bin Ermeni, 45 bin Yahudi ve 92 bin Levanten olmak üzere, 1 milyon
200 bin kişi yaşıyordu.1 16.Yüzyıldan beri dünyanın en varsıl
merkezlerinden biri olan bu büyük kente, 400 yıl içinde; İspanyol
engizisyonundan kaçan Yahudiler, Kafkaslar’da çobanlık yapan Ermeniler,
Yunanistanlı işsiz Rumlar, Araplar, Arnavutlar ve Tatarlar gelmişti.
“Genişleyen
İmparatorluğun sunduğu nimetlerden”2 yararlanan Hristiyanlar, Yahudiler ve Türk olmayan Müslümanlar
olağanüstü varsıllaşmıştı. İstanbul’un son üç yüz yılındaki net ayrım,
Türklerle ötekileri arasında uçuruma dönüşen gelir farklılığıydı. Buna;
Müslüman-Hıristiyan, Türk-Rum, Türk-Ermeni siyasi çatışması ve işgalden sonra
Müslümanlar arası ayrım eklenmiş ve Türkler; vatansever, vatan hainleri olarak
bölünmüştü.3
Devşirme
Kalıntısı İşbirlikçiler
Doğrudan ya da dolaylı işgali savunan gazeteciler, din adamı görünümlü
çıkarcılar, dünyayı ve yaşamı tanımayan bilgisiz ve şaşkın saray soyluları,
kurtuluşu yabancı yönetiminde gören mandacılar, para için herşeyi yapan
devşirme kalıntıları, vatan hainleri cephesinin unsurlarıydılar. Bunlar,
Boğaz’ın iki yakasındaki yalılarında, saray ya da yazlıklarında, sürdürmeye
alışık oldukları gösterişli yaşamı yitirmemek ve işgali fırsat bilip daha çok
geliştirmek için herşeyi yapmaya hazırdılar.
Yaşamsal gereksinimlerini karşılayamayan ve sayıları giderek artan birçok
insan, kişisel kurtuluşlarını işgalcilerle uzlaşmada arıyordu. Yabancıların yanında
ya da iş yaşamını elinde tutan azınlıklara ait işyerlerinde iş bulabilmek için,
feslerini çıkarıp Türk olmadığını ileri süren4 insanlar ortaya
çıkıyordu. Onursuzluk, özellikle üst düzey yöneticilerde o düzeye varmıştı ki,
örneğin Harbiye Nazırı Ferit Paşa, bir Fransız temsilcisine, zaten çok
azı dağıtılmamış olan Türk Ordusu’nu kastederek, “şu ordudan da bir kurtulsak”diyebilmişti.5
Yozlaşma ve yabancılaşma’nın kaynağı, dün olduğu gibi bugün de İstanbul’daki
işbirlikçi anlayıştı. Dün Saray’ın sürdürdüğü politikalar, bugün üstelik Atatürk’ün
kurduğu Ankara’yı da yedeğine alarak, yabancılarla bütünleşen para ve güç
sahipleri tarafından yürütülüyordu. İstanbul yine; Anadolu’nun varsıllığını
sömüren, bunu hor gördüğü halkı kullanarak yapan ve elde ettiği sınırsız
serveti yabancılarla paylaşıp dışarı taşıyan bir dükalıktır.
Ekonomiyi, siyaseti,
eğitimi o belirler. Elinde, bunu yapabilecek olanaklar her zaman vardır. Doğruyu
yanlış, yanlışı doğru göstermede çok ustadır. ‘İstanbul’un surları kafalarda hala çok güçlüdür’ ve ‘kapıları Türk kimliğine kapalıdır’.6
Dili, dini, kültürü, ahlak anlayışı ve beğenileri tümüyle dış etkiye
açıktır. Çıkar söz konusu olduğunda, her yöne dönebilir. Duruma uyma, kendini
gizleme yeteneği son derece gelişkindir. İlişkiler düzeyi, belki de dünyanın
hiçbir yerinde görülmeyecek denli yoz ve ilkeldir.
Atatürk ve İstanbul
Atatürk İstanbul’un tarihten gelen
karmaşık yapısını bilir. Kurduğu yeni devletin başkentini tüm olanaksızlıklara
karşın, Anadolu’nun ortasına Ankara’ya aldı. Bu bir kaçış değil, kendi
deyimiyle “İstanbul’u bir ibret dersi manzarası olarak karşısına alıp,
uzakta ona hakim bir noktada durmaktı.”
1927 yılına dek
İstanbul’a gelmedi. Bu kent, Cumhuriyet’in ilanı başta olmak üzere Ankara’nın
tüm yenilik atılımlarına karşı çıkışın merkeziydi. 26 Temmuz 1924’te, Bizans olarak
tanımladığı İstanbul’da geçerli olan ilişkiler ağından ‘pislik’ diye söz eder ve Yakup Kadri’ye (Karaosmanoğlu)
şunları yazar: “İstanbul, karışık yapısını adeta kaçınılmaz bir yargı gibi
her zaman korumuştur. Değişen; yalnızca devirler, zaman ve biçimdir. Onun için
yeni zamanlarda İstanbul’un gerçek yüzü, içinde yaşayanlara ümitsizlik veren
bir karmaşa olmuştur. Ümitsizlik onun içindedir ve bu doğaldır... İstanbul’u
bir ibret dersi manzarası olarak karşısına alıp, uzakta, ona hakim bir noktada
duranlar ve onu incelemeyi sürdürenler için ümitsizlik var olamaz... Bir takım
hizipler, ufukları aydınlık, (bugün için y.n.) karanlıklar içindeki bir
çevrede, sinsi çıkarlar peşinde dolaşır. Satılmışların elindeki basın, durmadan
kötülükler saçmaktadır. Bizans’ın gereği budur, ‘Bizans’ budur. Güzel kalpli
kardeşim Yakup Kadri Bey! İçinde bulunduğun ‘Bizans’ havasını zorlukla
soluduğunu söylüyorsun. Bu çok doğaldır. O havanın, üzerinde bulunduğu yerin
coğrafya ve topografyası nedeniyle en temiz, en saf, en ferah olması gerekirdi;
ancak bunun tam tersi, senin solumada zahmet çektiğin bir yapıdadır. O hava,
gerçek maddesi oksijen ve hidrojen ile kalmış olsaydı, soluyanlara acı değil,
güç verirdi. Yazık ki, o havaya asırların her türlü pisliği karışmıştır. Henüz
yaşına basmayan Cumhuriyeti; kaç yüz, siz söyleyin kaç bin yıllık yönetim
pisliğinin merkezi olan ve yüzeyde kalmayıp kaç bin yıllık derinliğe sinen
pisliklerle iç içe yaşayan, bu yaşamı doğal hale getiren Bizans’la yönetmek (mümkün
müdür? y.n.).Bizans’ın niteliğini değiştirmek için yapmaya mecbur olduğumuz
işin önemi, büyüklük ve güçlüğünü düşünmek; herhangi bir sorun için herhangi
bir karar vermeye harcadığımız emek, zaman ve çaba kadar değerli (değil
y.n.) midir? Aziz Kardeş! Cumhuriyet Bizans’ı adam
edecektir. Cumhuriyet; pisliği, yalancılığı ve ahlaksızlığı huy edinmiş olması
nedeniyle doğallığını, gerçek rengini ve paha biçilmez değerini yitiren
Bizans’ı kesinlikle adam edecektir; doğallığına ve temiz haline döndürecektir.
Bunu yapmak için uygulanacak yöntem, pisliklerle dolmuş toprakları derinden
kazıyarak havaya uçurmak ve sularının temizlemesi için Karadeniz’i bütün
dalgalarıyla birlikte Boğaziçi’ne akıtıp taşırmaktır”.7
‘İstanbul’ Anadolu’ya Nasıl Baktı
Osmanlı belgeliklerinde (arşivlerinde)
İstanbul’un Anadolu’ya nasıl baktığını, bu bakışa uygun ne tür uygulamalar
yapıldığını gösteren, bir bölümü yayımlanmış, pek çok belge vardır. Osman
Nuri’nin Mecelle-i Umur-ı Belediye adlı kitabında yer alan bir
padişah fermanı, çok ilginçtir ve “İstanbul-Anadolu” ilişkisini açık
biçimde ortaya koymaktadır.
Anadolu’yu adeta
tehdid eden ve valilere gönderilen vergi fermanında şunlar söylenmektedir: “İslamiyetin
başkenti olarak korunan İstanbul’da (makarr-ı
hilafet-i İslamiye olan mahmiye-i İstanbul) yaşayanların, sıkıntı çekmemesi,
rahat ve bolluk içinde yaşaması (taayyüşleriyle rahat ve refahiyetleri
mezahime-i nastan himayet) gerekir. Taşra vilayetlerinin bayındır ve
şenlikli (mamur ve abadan) olması dahi buna bağlıdır. Gönderilen evrakta
yer alan buyruklarımızın yerine getirilmesi (evamir-i aliyyemle varide olan
teklifatın edası), herkes için barış ve bolluk (herkeste suhulet ve vüs’at) fırsatı
olacaktır”.8 Muhittin Birgen, “Anadolu’nun
sömürülmesini” hiçbir şeyin bu ferman kadar ortaya koyamayacağını
belirterek şunları söyler: “Anadolu’nun görevi çalışıp çabalayarak vergi
vermek, İstanbullu’nun görevi de bunları afiyetle yemektir; genelge bunun çok
açık bir belgesidir”.9
Günümüz
“İstanbul”u ve Devşirmeler
Kapıkulu-Devşirme anlayışı, Atatürk döneminde, duruma ayak
uyduran bir biçime girmekte geç kalmadı. Hırsını ve tepkisini içinde saklayarak
hemen Atatürkçü ve Cumhuriyetçi oldu! İşgal döneminde, Ankara’nın başarısız
olması için elinden geleni yapmış, geleneksel davranışını göstererek yabancılarla
bütünleşmişti. Bunlar, Atatürk ölene dek, karşıtlıklarını sessizce
yürüttüler ve bir şey yapamadılar. Bir bölümü yurt dışına kaçmış ya da
çıkarılmıştı. Yüzyıllardan beri, Anadolu’ya karşı ilk kez bu denli açık bir
yenilgiye uğruyorlardı.
Atatürk’ten, özellikle de 1945’ten sonra, yabancı etkisinin Türkiye’de
artmasıyla birlikte yeniden ortaya çıktılar. Dini siyasetin aracı yaptılar,
saltanat ve hilafet kalıntıları olarak gizli ya da açık örgütlendiler. Dün, karaborsa
ticaretiyle önemli servetler edinerek, savaş zengini oldular, bugün aynı
işi devlet olanaklarıyla yapıyorlar. Uluslararası sermayeyle bütünleştiler ve
Cumhuriyet düzenini ortadan kaldırdılar. Yeniden ülkenin ‘egemeni’
oldular. Bugün, ulusal varlık üzerindeki en büyük tehlike durumundadırlar. Türk
ordusu 6 Ekim 1922’de İstanbul’u kurtardı ancak İstanbul bugün eski anlayışına
geri döndü.
DİPNOTLAR
1 “İşgal Altında İstanbul”
Bilge Criss, İletişim Yay., 3.Bas., 2000, sf.39
2 a.g.e. sf.39
3 “Çankaya” Falih Rıfkı
Atay, Sena Mat., İstanbul-1980, sf.137
4 “Atatürk” Lord Kinros,
Altın Kitaplar Yay., 12.Bas., İst.-1994, sf.169
5 “Tek Adam” Ş.S.Aydemir,
I.Cilt, Remzi Kit., 9.Bas., İst.-1983, sf.366
6 “Düzenin Yabancılaşması” Prof.
İdris Küçükömer, Ant Yay., 1969,
sf.179
7 “Zaman İçinde Bir
Yolculuk” Attila İlhan, TRT/2 7.Kasım 2003 ve “Tek Adam” Ş.S.Aydemir,
Remzi Kitapevi, 8.Baskı, İstanbul-1983, 3.Cilt, sf.293
8 “Mecelle-i Umar-ı
Belediye” Osman Nuri, 1922, 1.Cilt, sf. 355; ak. Prof. Z.Arıkan “Tarihimiz
ve Cumhuriyet” Tarih Vakfı Yurt Yay., 1997, sf.181
9 “Kapıkulu, İstanbul,
Anadolu” Muhittin Birgen; ak. Prof. Zeki Arıkan
“Tarihimiz ve Cumhuriyet” Tarih Vakfı Yurt Yay., 1997, sf.181
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder