Büyük Millet Meclisi, 623 yıllık Osmanlı Saltanatına, 1
Kasım 1922’de son verdi ve Vahdettin sıradan bir yurttaş haline geldi.
Ulus vicdanını rahatsız eden ağır suçlar işlemişti. Anadolu’da ordu
yoksulluk içinde savaşırken; kadınlar, yaşlılar, çocuklar ölüm dahil her türlü
eziyeti göze alıp ateş hatlarına silah götürürken; İstanbul’da, ‘en sıradan
hamal bile özgürlüğün temeline bir taş koymak için yaşamını tehlikeye atmaktan
çekinmezken’; o tüm ulusun kutsal saydığı bu savaşa katılmamış, tam tersi
her türlü karanlık oyun içinde düşmanla işbirliği yapmıştı. Tüm ulus,
bağımsızlığı için ‘kendini feda ederken’, o ülkeyi işgal edenlerle
anlaşmıştı. Kendi ulusunun başarısını değil, onu yok etmeye gelenlerin
başarısını diliyordu. Düzenlediği iç isyanlarla kardeş kanı akıtmış, Kurtuluş
Savaşı önderlerini idama mahkum etmişti.
Kaçış
17 Kasım sabahı saat 6’da, ortalık
henüz tam ağarmamışken, Vahdettin başta olmak üzere küçük topluluk Tören
Köşkünden ayrıldı. Dışarda, üzerinde kızılhaç işareti bulunan iki otomobil
ve çevresinde İngiliz subay ve erleri bekliyordu. Vahdettin öndeki araca
bindi, bir askeri birlik otomobilleri izledi. Bardaktan boşanırcasına yağmur
yağıyordu. İngilizler yoğun yağmura karşın, gidilen yol boyunca, sözümona ‘yürüyüş
ve silahlı talim için’ sıralanmışlardı.
Son Osmanlı Hükümdarı, ülkeden kaçmak
için İngiliz İşgal Güçlerine sığınmış, General Sir Charles Harrington ve
kurmaylarının gazetimi altında Malaya zırhlısına gidiyordu. Bu gidiş,
egemenlik gücünü yitirmiş yeteneksiz bir hükümdarın, yalnızca can kaygısıyla
giriştiği kişisel bir eylem değil, onunla birlikte ve kuşkusuz daha önemli
olarak; Avrupa’yı 500 yıl etkisi altına alarak dünya siyasetine yön vermiş
büyük bir imparatorluğun çöküşünü noktalayan dramatik bir tarih olayıydı.
Osmanlı ülkesinin hükümdarı, dünya Müslümanlarının dini önderi,
Hıristiyan bir devlete sığınarak ülkesinden kaçıyordu. Böyle bir durum, 1400
yıllık İslam tarihinde ilk kez oluyor; “Peygamber’in temsilcisi gâvurlara
sığınıyordu”.1
Atatürk
Nutuk’ta ondan, “canını kendi milleti
içinde tehlikede görerek, bir yabancının himayesine giren” ve bu
davranışıyla “onuru yüksek soylu bir milleti utançlı duruma düşüren alçak”
diye söz edecektir.2 Kaçış olayı için şunları söylemişti: “Vahdettin
gibi hürriyet ve yaşamını milleti içinde tehlikede görecek kadar adi bir
mahlûkun, bir dakika bile olsa, bir milletin başında olduğunu düşünmek ne
hazindir. Şuna sevinebiliriz ki bu alçak, soyundan gelen saltanat makamından,
millet tarafından atıldıktan sonra, adiliğini (denaet) tamamlamış bulunuyor...
Biz Türkler, bütün tarihimiz boyunca, özgürlüğe ve bağımsızlığa simge olmuş bir
milletiz. Değersiz yaşamlarını iki buçuk gün daha, alçakçasına sürükleyebilmek
için her türlü düşkünlüğü gösteren halifeler oyununu da ortadan
kaldırabileceğimizi gösterdik”.3
Karşıtçılar Cephesi
Vahdettin’in kaçışına dek yaşanan olaylar, Mustafa
Kemal için, sıkıntılar ve kimi zaman tehlikelerle örülmüş bir dizi
gelişmeyi içeriyordu. Padişah’ın Kurtuluş Savaşı’na karşı yürüttüğü
politikaya karşın, çıkarları saltanatın sürdürülmesine bağlı, sayısı az etkisi
çok tutucular cephesi, düzeysiz karşıtçılıklarını, ‘altı yüz yıllık
saltanatın korunması’ üzerine oturtmuştu. Saltanata bağlılık geleneklere
bağlılıkla bir tutuluyor, bu tutum başarıyla siyasi yaymaca (propaganda)
aracı durumuna getiriliyordu. Saltanatın kaldırılmasına karşı çıkan, tutucu
kitlenin genişliği tam olarak bilinmiyor, gerçek gücü saptanamıyordu.
Kurtuluş Savaşı’na katılan ve ordudaki üst düzey görevleri
süren kimi komutanlar, geleceğini duyumsadıkları (hissettikleri) devrimci
atılımlardan korkmuş, ilk girişim olarak saltanatın kaldırılmasına onay vermek
istemiyordu. Devlet kurumlarında, Meclis içinde ve yaygın örgüt ağına sahip
tarikat çevrelerinde, güçlü bir karşıtçılık vardı.
Silah Arkadaşları
Karşı Çıkıyor
Böyle bir ortamda, Başbakan Rauf (Orbay)
Bey, 12 Ekim 1922’de Refet (Bele) Paşa, Ali Fuat (Cebesoy)
Paşa ve Mustafa Kemal Paşa’yı, Refet Paşa’nın Keçiören’deki
evinde bir toplantıya çağırdı. Rauf Bey toplantıda; Meclis’in, ‘Saltanatın
ve belki de Hilafetin’ ortadan kaldırılacağı söylentisi nedeniyle kaygı ve
üzüntü içinde bulunduklarını, ‘gelecekte yapılacaklardan kuşku duyduklarını’,
bu nedenle kamuoyuna bu tür söylentilerin doğru olmadığını bildiren bir
açıklama yapılması gerektiğini söyledi.4
Mustafa Kemal, bu sözler üzerine, Kurtuluş
Savaş’ındaki bu en yakın üç arkadaşına, ayrı ayrı, padişahlık ve halifelik
konusundaki düşüncelerini sordu. Aldığı yanıtlar, daha işin başında
karşılaşacağı güçlüklerin çetinliğini ortaya koyuyordu. Rauf Bey soruya
şu yanıtı verdi: “Ben saltanat makamına ve hilafete duyunç ve duygu
bakımından bağlıyım. Çünkü benim babam padişahın ekmeğiyle yetişmiş, Osmanlı
Devletinin ileri gelen adamları arasına geçmiştir. Benim kanımda o ekmeğin
kırıntıları vardır. Ben nankör değilim ve olamam, Padişaha bağlı kalmak
borcumdur. Halifeye bağlılık ise terbiyem gereğidir”.5
Mustafa
Kemal, kendine en yakın
gördüğü komutanlardan böyle bir tutum beklemiyordu. Vahdettin, kendisi
gibi bu üç savaş arkadaşını da idama mahkum ettirmiş, Rauf Bey’in
Malta’ya sürülmesine onay vermişti. Refet ve Ali Fuat Paşalar,
Padişaha bağlı iç ayaklanmaların yükünü çekmiş komutanlardı.
Bilinç ve Kararlılık
TBMM, 20 Ocak 1921’de kabul ettiği
Anayasa’da “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir. Yönetim biçimi, halkın,
kendi geleceğini bizzat ve eylemsel olarak yönetmesi esasına dayanır”
diyerek6, Saltanatı yönetim düzeni dışına zaten çıkarmıştı. Bütün
bunlara karşın, en yakınında bulunan insanlar şimdi, Padişahı koruyan bir tutum
içine giriyordu.
Bu durum, zafer sonrasında
bilinçsizlik nedeniyle ve bir kesimde yaygın olan, geleceğe yönelik
amaçsızlığın doğal sonucuydu. Ne yaptığını ve neler yapacağını bilen yalnızca
oydu. Batı’yla birliktelik isteyen mandacılar, eski düzeni aynısıyla korumak
isteyen tutucular, geçmişten gelen alışkanlıklarını aşamayan komutanlar ve
yaşadığı koşulları kavrayamayan ‘aydınlar’ ortalıkta dolaşıyor, ne
anlama geldiğini tam olarak kendilerinin de bilmediği öneriler yapıyor,
görüşler ileri sürüyordu.
Mustafa Kemal’e, padişah ve halife olmasını
önerenler bile vardı. Kurtuluş Savaşı’nın sağladığı amaç birliği,
savaşın bitmesiyle bir anda dağılmış, belirsizliklerle dolu, karışık bir siyasi
ortam oluşmuştu. Halkın sevinciyle, yönetimi ele geçirme hırsı peşindeki
çıkarcıların hesapları iç içe girmişti.
Saltanat ve Hilafeti kaldırmaya çok
önce karar vermişti. Uzun süre kendinde saklı tuttuğu bu kararını, örneğin Mahzar
Müfit’e (Kansu) Erzurum
Kongresi’nin son günü (7 Ağustos 1919) açıklamış, üstelik kimseye göstermemesi
koşuluyla not ettirmişti.7
Meclis’te yaptığı pek çok konuşmada,
egemenliğin yalnızca ulusa ait olduğunu, hiçbir güçle paylaşılmayacağını
kerelerce yinelemişti. Halk yönetimindeki kalıcılığın, bu iki kurumun
kaldırılmasıyla başarılabileceğini biliyor bu işe girişmek için uygun zamanın
gelmesini bekliyordu.
Zafer sonrasında oluşan ve
bilinmezliklerle yüklü, duyarlı bir denge ya da sessiz bir
dengesizlik yaşanıyordu. Halkın kendisine duyduğu güven ve sevgiden başka
hiçbir şeyden emin değildi. Girişeceği atılımlarda, halk dışında kimlerden ne
kadar destek alacağı, örgütlü karşıtçılığın gücü ve etkisinin ne olacağı
bilinmiyordu.
Eylemde Ustalık
Saltanatı kaldırmak için, önünde iki
taktiksel seçenek vardı. “Ya uygun koşulların oluşmasını bekleyecek, ya da
koşulları kendisi yaratacaktı”.8 Genel tutumuna uygun olarak,
her iki seçeneği birlikte kullandı ve olayların da yardımıyla ‘harekete
geçeceği koşulları’ umduğundan önce elde etti. Bu olanağı ona, ilginçtir,
yıllarca savaşım verdiği İngilizlerin siyasi öngörüsüzlüğü verdi.
İngiltere, 16 Ekim 1922’de Vahdettin’e
bir yazı göndererek, barış koşullarını görüşmek üzere Lozan’a bir kurul
göndermesini ve yaptıkları çağrıyı Ankara’daki Meclis’e iletmesini istedi.
Çağrının biçim ve içeriği, Saltanatın
korunmasını isteyen İngilizler için, Armstrong’un söylemiyle; ‘düşüncesizce
yapılmış vahim bir hataydı’9 ve bu girişim; “tam zamanında
yapılmış bir beceriksizlik, ustaca yararlanılacak bir davet ve monarşiye karşı
onu devirmek için kullanılacak bir silahtı”.10
İngiltere yaptığı resmi davetle, Vahdettin’i
hala Türkiye’nin meşru temsilcisi olarak görüyor, zafer kazanmış Ankara’ya ona
bağlı birim gibi davranıyordu. Bu davranış, ülkede ve Meclis’te büyük bir
öfkenin doğmasına yol açtı. Siyasi hava bir anda değişti. Vahdettin,
İngilizler ve Yunanlılar’ın yanında yer alan bir vatan hainiydi; o ve ona çağrı
yapan Lloyd Geoerge, Türk ulusunun düşmanıydı; TBMM, Türkiye’nin tek
meşru temsilcisiydi... Artık bunlar konuşuluyordu.
Padişahçılar sokağa çıkamaz olmuştu.
Meclis hemen toplanmış, milletvekilleri Vahdettin karşıtı ateşli
konuşmalar yapıyordu. “İstanbul Hükümeti de kim oluyordu. Modası geçmiş
yaşlı budala Sadrazam Tevfik Paşa, çağrıyı imzalama yetkisini kimden almıştı?
Bunlar Türkiye’yi kurtarmak için ne yapmıştı?”11 İstanbul’da, “hükümet
adını ve kimliğini takınan kişilerin” Türkiye’yi temsil etmek bir yana, “Vatan
Hainliği Yasası’na göre cezalandırılması” gerekiyordu.12
Meclis’e böyle önergeler veriliyordu.
Uygun zaman gelmişti ve hemen eyleme
geçmek gerekiyordu. Birşey yapılmazsa, kendiliğinden oluşan olumlu hava
dağılabilir ve girişim en azından bir süre, yapılamaz duruma gelebilirdi.
Saltanatın kaldırılmasını başarmak, oluşan uygun havaya karşın hala çekinceli
ve güç bir işti. Yapılacak değişiklik, yönetim sorunuyla sınırlı kalmayan ve
padişahın aynı zamanda halife olması nedeniyle dinsel boyutu olan duyarlı bir
konuydu.
Saltanat, Hilafetten
Ayrılıp Kaldırılıyor
30 Ekim’de Meclis Başkanlığı’na, 80
imzalı bir önerge verildi. Onun da imzaladığı önergede, “Osmanlı
İmparatorluğu’nun artık yıkıldığı, yeni bir Türk devletinin doğduğu, Anayasal
düzen ile egemenlik haklarının ulusa ait olduğu” söyleniyor13,
bunun kabul edilmesi isteniyordu. Mustafa
Kemal ertesi gün, 31 Ekim’de, Müdafaa-i Hukuk Grubu’nda konuştu ve Saltanatla Hilafetin
birbirinden ayrılmasını istedi, isteğinin hukuksal ve dinsel dayanaklarını
açıkladı. Bir gün içinde ard arda gelen kararlar, karşıtçıları hazırlıksız
yakalamış, ortak bir karar oluşturmalarına fırsat vermemişti. Önergeler,
birleştirilerek birlikte görüşme isteğiyle; Anayasa, Din İşleri ve Adalet
Komisyonlarına gönderildi.
Bir gün sonra, 1 Kasım 1922’de,
Meclis’te; yönetim biçimleriyle din ilişkilerini ele alan, geniş kapsamlı
etkili bir konuşma yaptı ve komisyonların toplantı durumunda olduğu salona
geçti. Üyeler sonuç vermeyeceği açıkça belli olan kısır tartışmalarla, karar
vermeyi bilerek uzatıyordu. Tartışmaları, uzunca bir süre izledi. Daha sonra
söz aldı ve ‘önündeki sıranın üzerine çıkarak’ ünlü konuşmasını yaptı: “Egemenlik
ve Saltanat, hiç kimse tarafından hiç kimseye, bilim gereğidir diye görüşmeyle,
tartışmayla verilmez. Egemenlik ve saltanat; kuvvetle, kudretle ve zorla
alınır. Osmanoğulları, Türk ulusunun egemenlik ve saltanatına zorla el
koymuşlar; bu zorbalığı (tasallutu), altı yüzyıldan beri sürdürmüşlerdir. Şimdi
de, Türk ulusu bu saldırganlara, artık yeter diyerek ve bunlara karşı
ayaklanarak egemenlik ve saltanatını, eylemsel olarak eline almış
bulunuyor. Bu bir olup bittidir (emr-i vaki). Sözkonusu olan, ulusa
saltanatını bırakacak mıyız, bırakmayacak mıyız değildir. Sorun, zaten
gerçekleşmiş bir olayı açıklamaktan ibarettir. Bu, kesinlikle yapılacaktır.
Burada toplananlar, Meclis ve herkes sorunu doğal bulursa, sanırım iyi
olacaktır. Aksi durumda, yine gerçek, yöntemine göre ifade olunacaktır ancak
belki bir takım kafalar kesilecektir. İşin bilimsel yönüne gelince, hoca
efendilerin merak ve endişe etmelerine gerek yoktur. Bu konuda bilimsel
açıklamalarda bulunabilirim”.14
Komisyon üyelerinin hemen tümü konuşmadan
etkilenmişti. Eksikliklerini gördüler ve bunu açıkça dile getirdiler. Ankara
Milletvekili Hoca Mustafa Efendi, ‘affedersiniz efendim; biz sorunu
başka bakımdan (nokta-i nazardan) ele almıştık; açıklamalarınızla
aydınlandık’ dedi ve konu Karma Komisyonca bir çözüme
bağlandı.
Aynı gün Meclis Genel Kurulu’na
getirilen tasarı oybirliğiyle kabul edildi. Yalnızca bir kişinin “ben
karşıyım” sesi, “oylamaya geçilmiştir söz yok” sesleri içinde
kayboldu ve Büyük Millet Meclisi, 623 yıllık Osmanlı Saltanatına, 1 Kasım
1922’de son verdi.
DİPNOTLAR
1 “Mustafa
Kemal ve Uyanan Doğu” Paul Gentizon, Bilgi Yay.,
2.Basım, Ank.-1994, sf.37-38
2 “Atatürk”
Lord Kinross, Altın Kit., 12.Baskı, İst.-1994, sf.
414
3 “Nutuk”
Mustafa Kemal Atatürk, II.Cilt, TTK, 4.Baskı-1999, sf. 924
4 a.g.e., II.Cilt, sf.924
5 “Mustafa
Kemal ve Uyanan Doğu” Paul Gentizon, Bilgi Yay.,
2.Baskı, Ank.-1994, sf.20
6 a.g.e. sf.20
7 Journal des Debats (Paris), 19.11.1922; ak. Bilal
Şimşir, “Dış Basında Laik Cumhuriyetin Doğuşu” Bilgi Yay., Ank.-1999, sf.55
8 “Nutuk”
M.K.Atatürk, II.Cilt, TTK, 4.Baskı-1999, sf.911
9 a.g.e. sf.913
10 “Tek
Adam” Ş.S.Aydemir, 3.Cilt, Remzi Kit., 8.Baskı,
İst.-1983, sf.49
11 “Tek
Adam” Ş.S.Aydemir, 3.Cilt, Remzi Kit., 8.Baskı,
İst.-1983, sf.49
12 a.g.e. sf.49
13 “Çankaya”
F.R.Atay, Bateş A.Ş., İstanbul-1980, sf.314
14 “Erzurum’dan
Ölümüne Kadar Atatürk’le Beraber” Mazhar Müfit Kansu,
1.Cilt, TTK Yay., 3.Baskı, Ank.-1988, sf.127-128
15 “Bozkurt”
H.C.Armstrong, Arba Yay., İst.-1996, sf.157
16 a.g.e. sf.157
17 “Mustafa
Kemal” Prof.Paul Dumont, Kültür Bak.Yay., Ank.-1994, sf.99
18 “Bozkurt”
H.C.Armstrong, Arba Yay., İst.-1996, sf.157
19 “Nutuk”
M.K.Atatürk, II.Cilt, TTK, 4.Baskı, Ank.-1999,
sf.919
20 “Tek
Adam” Ş.S.Aydemir, 3.Cilt, Remzi Kit., 8.Baskı,
İst.-1983, sf.56
21 “Nutuk”
M.K.Atatürk, II.Cilt, TTK, 4.Baskı, Ank.-1999,
sf.921
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder