Atatürk, 29 Ekim 1933 günü şunları söylemişti; “İdeal ele geçince, ideal olmaktan çıkar,
yaşanır bir şey olur... Bazı şeyler, kanunla, emirle, milletçe omuz omuza
boğuştuğunuz halde düzelmezler. Adam fesi atar, şapkayı giyer ama alnında fesin
izi vardır. Siz sarıkla gezmeyi yasaklarsınız, kimse sarıkla dolaşmaz. Ama bazı
insanlardaki görünmeyen sarıkları yok edemezsiniz. Çünkü onlar zihniyetin
içindedir. Zihniyet binlerce yılın birikimidir. O birikimi bir anda yok
edemezsiniz, onunla boğuşursunuz. Yeni bir zihniyet, yeni bir ahlak
yerleştirinceye kadar boğuşursunuz ve sonunda başarılı olursunuz. Önemli olan
boğuşmaktan yorulmamak, umutsuzluğa düşmemektir. Milletler böyle ilerler.
Yorulan, umutsuzluğa kapılan yenilir. Biz biliyoruz ki, inandığımız şey
doğrudur, yenidir, ileridir. Öyleyse; eskiyi, geriyi, işe yaramazı mutlaka
yeneceğiz demektir. Çünkü ilerlemenin başka çaresi yoktur. Yaşamak kanunu
budur”.x
Şapka
Devrimi
TBMM,
25 Kasım 1925’te, 671 sayılı ‘Şapka İktisası Hakkında Kanun’u kabul etti.
Üç maddelik bu yasa, şapka giyilmesini meclis üyeleri ve kamu görevlileri için zorunlu
kılıyor, öbür erkek nüfus için ‘Türk halkının genel serpuşu şapkadır’ diyerek
karşıt davranışları konusunu hükümetin yetkisine bırakıyordu. İki hafta sonra, 15
Aralık’ta Ceza Yasası’nda yapılan bir değişiklikle, din görevlileri için bir
düzenleme getiriliyor ve sarık ancak cami ve mescitlerde görevli
kişilerce giyilebilen bir baş giysisi haline getiriliyordu.1
Yasayı ve bu yöndeki
uygulamaları, kimi kesimler ‘şapka devrimi’ olarak tanımladı. Bir kesim,
‘şapkanın da devrimimi olur’ diyerek bu tanımlamayla alay etti. Oysa, bu
konu baş giysisi sorunu olarak, Türk toplumunu yüzlerce yıl meşgul etmiş,
ayaklanmalara varan çatışmaların nedeni olmuştu. Erkeğin baş giysisi, kadının
örtünmesi gibi yenilikçi girişimlere karşı çıkmanın aracı yapılmış, dinci tutuculuğun
simgesi olmuştu.
Osmanlı’da
Baş Giysisi
Baş
giysisi konusunun Osmanlı toplumunda nasıl ele alındığı bilinmeden, ‘Şapka
Devrimi’ olarak tanımlanan girişimin gerçek boyutuyla kavranamaz. Baş
giysisi, yalnızca Türkiye’de değil İslam dünyasının tümünde, sanılandan ve
bilinenden daha önemli bir sorun olmuştur. Baş giysisi, Müslümanlar için din
inancıyla bağlantılı, siyasi boyutu olan toplumsal bir olaydı.
Baş
giysisi, Osmanlı İmparatorluğu’nda yalnızca giyenin ırkını, dinini, mezhebini
değil, mesleğini, sınıfını ve görevini de ortaya koyan bir simgeydi. Toplumsal
ilişiklerde önemli yere sahipti. Yalnızca kadınlar değil erkekler de toplum
içine başı açık çıkamazdı. İnanç biçimiyle bütünleştirilmişti ve tartışılmaz
kurallara bağlıydı.
Padişahın uyruğu olan
her birey, ‘toplumsal geleneklere uygun’ bir başlık giymek zorundaydı.
Başlığın biçim ve rengini ‘inceden inceye belirleyip’ giyilmesini
sağlamak, yerine getirilmesi gereken bir din ve devlet görevi olmuştu.2
Karmaşa
İlk Osmanlı Hükümdarları başlarına yalnızca bal renginde, alt kısmına tülbentten sarık sarılan bir takke giyerdi. Saraya yakın çevreler, külâh adı verilen sivri uçlu başlıklar; Türkmen halk, basit keçe başlıklar kullanırdı.
Her meslek ve toplumsal kesim için ayrı baş giysisi belirlenmişti. Zanaatkarlar, memurlar, dervişler, hekimler, yabancı okul öğrencileri, ozanlar, kadılar, su taşıyıcılar, hamallar, kayıkçılar... ayrı ayrı baş giysisi giyerler, kimin hangi meslekten olduğu, baş giysilerinden anlaşılırdı.
Başlıklardaki renk farkları, Müslümanlarla öbür dinlerden olan uyrukları birbirinden ayırt etmeye yarardı. Hıristiyan ve Musevilere yeşilin her tonu yasaktı; bunların baş giysileri genellikle siyahtı.3
Müslümanlar baş giysisine o denli önem verirlerdi ki, Müslüman mezarlıklarında erkeklerin mezar taşına ölenin mesleğini gösteren baş giysisi işlenirdi. Bu nedenle, hangi ölünün erkek, hangilerinin kadın olduğu ve erkeklerin mesleklerinin ne olduğu mezar taşından anlaşılırdı.
Padişahların
baş giysileri, İmparatorluk güçlendikçe gösterişli bir duruma geldi. Taç
biçiminde değerli taşlarla süslü, sorguçlu kavuk’u ilk kez, 1520’de I.Selim (Yavuz) giydi. Kavuk, bir baş giysisi olduğu kadar,
gösterişli süsleriyle, Padişahın yüksek konumunun ve devlet gücünün bir
göstergesiydi. Batı’daki kral taçlarına karşılık geliyordu.
Kavuk’un
kullanılmasıyla birlikte padişahın kendine bağlı saray subayları arasında, kılıç
taşıyıcılar ve arkalıksız sandalye taşıyıcılar’dan sonra, bir de, selamlık törenlerine üçayaklı ahşap bir
sehpayla kavuk götüren, “kavuk taşıyıcılar” ortaya çıkmıştı.4
Ayaklanmalar
Yenilikçi
Padişah II.Mahmut, kavuğu kaldırarak baş giysisi konusunda yeni
bir düzenleme getirdiğinde, önyargılarla dolu şiddetli bir karşı koyuşla
karşılaştı. Hiç kimse, kavuğu çıkarıp fes’i giymek istemedi.
Tutucular için kavuk ve sarık, ‘Peygamber’den beri gelen’ bir simgeydi.
Yobaz
hocalar, ’sarığımız kefenimizin bir parçasıdır, biz fes giymeyiz’
diyerek, halkı ayaklanmaya çağırdılar. Arnavutluk, Makedonya, Bosna ve
Bağdat’ta ayaklanmalar çıktı. İstanbul’daki ayaklanmada, II.Mahmut ‘Gavur
Padişah’ denilerek taşlandı. Beyoğlu’nda on bin ev yakıldı.
1829’da
‘kavuğu çıkarmayız, fes giymeyiz’ diyenler, yüz yıl sonra 1925’te, ‘fesi
çıkarmayız, şapka giymeyiz’ diye, aynı gerici tepkiyi gösterdiler.5
‘II.Mahmut’un
fesinden, Atatürk’ün şapkasına dek’ geçen yüz yılda bir
iki küçük yenileşme girişiminde daha bulunulmuş, bu girişimler de benzer
tepkilerle karşılaşmıştı. II.Abdülhamit, 1903’te süvari ve topçu
birliklerine kalpak giydirdi ancak ulemadan ‘fes, din ve iman göstergesidir’
diye tepki gördü. Enver Paşa, I.Dünya Savaşı’nda özellikle çöl bölgelerinde
savaşan askerler için, güneşi biraz önleyen kabalak adı verilen bir baş
giysisi geliştirdi, bu girişim de tepki gördü.6
Şapka,
20.yüzyıl başında değil giymek, ağıza alınması bile hoş karşılanmayan bir küfür
sözcüğü olarak kullanılıyordu. “Müslümanlar Hıristiyanların iyisine
makbul kefere, kötüsüne gavur, en beterine şapkalı gavur“ derdi.7
Yasallaşma
Atatürk’ün
şapkayı tanıttığı Ağustostaki Kastamonu gezisinden Kasım sonuna dek geçen üç ay
içinde, baş giysisi konusunda yasal bir zorunluluk getirilmedi. Bu süre içinde,
halkın büyük bölümü onun şapka önerisini benimsenmişti. Yapılacak yasal
düzenleme, önemli oranda kabul gören uygulamayı, Meclis’in onaylamasından başka
bir şey değildi.
25 Kasım 1925’te, 671
sayılı ‘Şapka İktisası Hakkında Kanun’ kabul edildi. Yasa, şapka
giyilmesini, meclis üyeleri ve kamu görevlileri başta olmak üzere, tüm erkek
nüfus için zorunlu kılıyordu. 15 Aralık’ta Ceza Yasasında yapılan değişiklikle,
din görevlileri için bir düzenleme yapıldı ve sarık, ancak ‘cami ve
mescitlerde görevli kişilerce giyilebilen bir baş giysisi haline getirildi’.8
İslam Dünyası ve Yerel
Tepki
İslam
dünyası, Türkiye’deki köklü baş giysisi değişimini, genellikle sakin karşıladı.
Mekke’de toplanan bir İslam kongresine, Ankara, ‘redingotlu ve şapkalı
delegeler gönderdiğinde’, entarili ve sarıklı delegeler, bu davranışı ‘nezaketle’
karşıladılar.9
Dünya
Müslümanlarından ses çıkmazken, Türkiye’nin Doğusu’nda sayıları az da olsa kimi
kesimler, bu değişime, ‘rejim karşıtı gösterilere yönelerek’ karşı
çıktılar. Birkaç Doğu kentinde, hükümet binaları önünde toplanan küçük gruplar gösteri
yaptılar; devlet görevlileri için ‘gavur memur istemeyiz’ diye bağırarak
halkı ‘din yolunda’ ayaklanmaya çağırdılar.
Sivas’ta,
Meclis’te kabul edilen yasayı yeren ve ‘Türk halkının dinsel duygularına
seslenen’ duvar ilanları yapıştırıldı, Müslümanlar bu ‘din dışı’ uygulamaya
karşı direnmeye çağrıldı. Erzurum’da ayaklanan bir grup, esnafı dükkan
kapatmaya zorlayarak ve ‘kahrolsun gavurlar’ diye bağırarak Vali Konağı’na
yürüdü. Maraş’ta, göstericiler Merkez Camisi’ndeki ‘yeşil sancağı ele
geçirerek’ yürüyüşe geçtiler, sancağı “Hükümet Konağı’na astılar”.10
Rize’de,
ayaklanmacılar ‘Jandarma karakolunu basarak’ kente yayıldılar. “Ey
Ahali, Ankara’da Mustafa Kemal üç yerinden yaralı olarak doktorlar elindedir.
İsmet Paşa ortadan kaldırılmıştır. Dindar paşalarımız hükümeti ellerine
aldılar. Şeriatı kurtarıyorlar. Korkacak bir şey kalmamıştır. Erzurum
yapacağını yaptı, biz de yapalım” diye bağırıyorlardı.11 Rize
ayaklanması Trabzon, Of ve Giresun’a sıçradı. Nakşibendî tarikatına bağlı
gericiler, tepkilerini silahlı gösteriye dönüştürdü.12
Doğu
bölgelerinde birkaç kentle sınırlı kalan bu tür girişimler, fazla bir etkisi
olmadan, ‘başladığı yerde hemen söndürüldü’. İstiklal Mahkemeleri
görevlendirilerek, Takrir-i Sükûn yasasına göre yargılamalar yapıldı.
Sivas’ta, elebaşı durumundaki Çil Mehmet adlı imam, devlete isyan
suçlamasıyla idam edildi; 12 kişi, 3 yılla 15 yıl arasında hapis cezasına
çarptırıldı. Olayları teşvik eden, Belediye Başkanı Abbas ve üç
yardımcısına 7,5 yıl hapis verildi.
Erzurum’da, üç kişiye
idam, iki kişiye onar yıl hapis; Maraş’ta, beş kişiye idam 13 kişiye 3-15 yıl
hapis; Rize’de, sekiz kişi idam, elli beş kişiye de 5-15 yıl hapis cezası
verildi.13 Hamidiye kruvazörü gözdağı vermek için Rize’ye
gönderildi ve kent karşısına demirledi.14
DİPNOTLAR
x “Atatürk’ün Sofrası” İsmet Bozdağ, Emre Yay., İst.-1994, sf.22-23
1 “Tek
Adam” Ş.S.Aydemir, 3.Cilt, Remzi Yay., 8.Basım, İst.-1983, sf.247-248
2 “Mustafa
Kemal ve Uyanan Doğu” P.Gentizon, Bilgi Yay., 2.Bas., sf.83
3 a.g.e. sf.86
4 “Voyage
en Turquie et en Grece”, R.P. Robert de Dreux Société d’Edition “Les Belles Lettres”; ak. P.Gentizon
“Uyanan Doğu” Bilgi Yay., 2. Bas., Ank.-1994, sf.84
5 a.g.e. sf.88-89 ve 93
6 “Çankaya”
Falih Rıfkı Atay, Bateş A.Ş.
İst.-1980, sf.431
7 a.g.e. sf.430
8 “Tek
Adam” Ş.S.Aydemir, 3.Cilt, Remzi
Yay., 8.Basım, İst.-1983, sf.247-248
9 “Atatürk”
Lord Kinross, Altın Kit.,
12.Baskı, İst.-1994, sf.485
10 “Mustafa
Kemal ve Uyanan Doğu” P.Gentizon, Bilgi Yay., 2.Bas., sf.106
11 “Türkiye
Cumhuriyetinde Tek Parti Rejiminin Kurulması 1923-1931” Mete Tuncay, Tarih Vakfı Yurt Yay., 3.Baskı, İst.-1999, sf.160
12 “Cumhuriyet
Dönemi Türkiye Ansiklopedisi” İletişim Yay., 5.Cilt, sf.1366
13 “Türkiye
Cumhuriyetinde Tek Parti Rejiminin Kurulması 1923-1931” Mete Tuncay, Tarih Vakfı Yurt Yay., 3.Baskı, İst.-1999, sf.158-163
14 “Mustafa
Kemal ve Uyanan Doğu” P.Gentizon, Bilgi Yay., 2.Bas., sf.108
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder