BU YAZI METİN AYDOĞAN’IN KENDİ OLUŞTURDUĞU ARŞİVİNDEN
ALINARAK YAYINLANMIŞTIR.
Atatürk’ün
annesi Zübeyde Hanım, 14 Ocak 1923
günü öldü. 13 gün sonra 27 Ocak’ta İzmir’e gelen Mustafa Kemal, annesinin mezarı başında, bugün herkesin ders alması
gereken bir konuşma yaptı ve şunları söyledi: “Annemin ruhuna ve bütün
ecdat ruhlarına sözvermiş olduğum vicdan yeminini tekrar edeyim. Annemin kabri
önünde ve Allah’ın huzurunda yemin ediyorum. Bu kadar kan dökülerek milletin
elde ettiği ve sağlamlaştırdığı egemenliğin korunması ve savunulması için
gerektiğinde annemin yanına gitmekte asla tereddüt etmeyeceğim. Ulusal
egemenlik uğrunda canımı vermek, benim için vicdan ve namus borcu olsun.” Bu
konuşma, günümüzdeki şarlatanlıklarla dolu ihanet ortamında, yolunu ve
kimliğini yitirenlere uyarı olsun, onlara doğru yolu göstersin.
“Zavallı annem ulusun tümü için ülkü haline gelen
İzmir’in kutsal toprağına bedenini vermiş bulunuyor. Arkadaşlar, ölüm
yaradılışın en doğal yasasıdır. Ancak böyle olmakla birlikte kimi zaman acı
verici sonuçlar ortaya çıkarır. Burada yatan annem; zulmün, zorbalığın ve ulusu
felaket uçurumuna götüren keyfi bir yönetimin kurbanı olmuştur. Bunu açıklamak
için izin verirseniz acılarla dolu yaşantısının belirgin birkaç noktasını
anlatayım.
Abdülhamit
devriydi. 1905’te okuldan kurmay yüzbaşı olarak çıkmıştım. Yaşama ilk adımı
atıyordum. Ancak, bu adım yaşama değil, zindana rastladı. Birgün beni aldılar
ve zorba bir yönetimin zindanlarına koydular. Orada aylarca kaldım. Annem,
bundan ancak hapisten çıktıktan sonra haberdar olabildi. Ve derhal beni görmeğe
koştu. İstanbul’a geldi. Ancak, orada kendisiyle yalnızca üç beş gün görüşmek
nasip oldu. Çünkü, zorba yönetim; hafiyeleri, casusları, cellatları oturduğumuz
evi sarmış ve beni alıp götürmüştü. Annem ağlıyarak beni izliyordu. Sürgün
yerine götürecek vapura bindirilirken, benimle görüşmesi yasaklanmış olan
annem, gözyaşlarıyla Sirkeci rıhtımında acı ve keder içinde bırakılmıştı.
Sürgün yerinde geçirdiğim mücadeleler onun yaşamını, ıstıraplar ve gözyaşları
içinde geçirmesine yol açmıştı.
Bir başka nokta: Mütareke döneminde Anadolu’ya geçtiğim
zaman, annemi İstanbul’da acılar içinde bırakmak zorunda kalmıştım. Yanımda
kendisinin verdiği bir adamım vardı. Bunu Erzurum’dan İstanbul’a gönderdiğim
zaman annem bu adamın yalnız olarak geldiğini öğrenince, o dakikada; benim
hakkımda halife ve padişah tarafından verilmiş olan idam kararının infaz
ettiğini sanmış ve bu san kendisini felce uğratmıştı.
Ondan sonra bütün mücadele yılları onun yaşamını elem ve
ıstırap içinde geçirtmişti. Padişah ve hükümetinin ve bütün düşmanların,
sürekli baskı ve işkencesi altında kalmıştı. Oturduğu ev, bin türlü neden ve
bahaneyle basılır, aranır ve rahatsız edilirdi. Annem, üç buçuk yıl, bütün gece
ve gündüzlerini gözyaşları içinde geçirdi. Bu gözyaşları ona gözlerini
kaybettirdi. Sonunda, pek yakın zamanda onu İstanbul’dan kurtarabildim. Ona
kavuşabildim ki o artık maddeden ölmüştü, yalnız manen yaşıyordu.
Annemin kaybından kuşkusuz çok üzgünüm. Ancak bu üzüntümü
gideren bir konu var ki, o da vatan anamızı mahveden ve harabeye götüren
yönetimin, artık bir daha dirilmemek üzere yokluk mezarına götürülmüş olduğunu
görmektir. Annem bu toprağın altında ancak ulusal egemenlik sonsuza dek
yaşayacaktır. Beni teselli eden en büyük güç budur. Evet, ulusal egemenlik
sonsuza dek yaşayacaktır.
Annemin ruhuna ve
bütün ecdat ruhlarına sözvermiş olduğum vicdan yeminini tekrar edeyim. Annemin
kabri önünde ve Allah’ın huzurunda yemin ediyorum. Bu kadar kan dökülerek
milletin elde ettiği ve sağlamlaştırdığı egemenliğin korunması savunulması için
gerektiğinde annemin yanına gitmekte asla tereddüt etmeyeceğim. Ulusal
egemenlik uğrunda canımı vermek, benim için vicdan ve namus borcu olsun.”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder