7 Aralık 2013 Cumartesi

BATILILAŞMA SERÜVENİ - 3 (AVRUPA BİRLİĞİ)



1838 yılında İngiltere’yle imzalanan Serbest Ticaret Antlaşması, günümüzdeki Avrupa Gümrük Birliği Protokolüne; 1839 da başlayan Tanzimat uygulamaları ise, Avrupa Birliği uyum düzenlemelerine denk gelir. Konu incelendiğinde, tarihin yüzyetmişbeş yıl sonra bu denli yinelenmiş olması çoğu kimseye şaşırtıcı gelecektir. Tarihten ders alınmadığı için, yaşananlar yeniden yaşanmıştır. Tanzimat Osmanlıyı çökertti, Avrupa Birliği Türkiye’yi yok oluşa götürüyor. Bu gerçeğin görülmesi gerekir. Bu amaçla, Tanzimat uygulamalarıyla Avrupa Birliği ilişkilerini içeren çalışmayı üç bölüm olarak ard arda yayınlayacağız. Okuyunuz ve değerlendiriniz.


Yakın Geçmiş

Avrupalılar, 20.yüzyıl içinde kümelere (gruplara) ayrılarak iki kez savaştı ve birbirlerine ölçüsüz zarar verdi. Her iki savaşın da nedeni, ekonomik yarışma ve pazar paylaşımıydı. Paylaşım savaşlarının yol açtığı yitikleri birlikte yaşayan Avrupalılar şimdi, pazar gereksinimini silahlı çatışmaya varmadan çözebilmenin yol ve yöntemlerini aradılar. Bu arayışın somut sonucu Avrupa Birliği oldu.
Yirmi yıl arayla ortaya çıkan iki büyük savaş seksen milyon insanın ölümüne, ölçülemeyen maddi zarara yol açtı. Her iki savaşın da temelinde, büyük bir sanayi gücüne ulaşan ancak bu güce yeterli gelecek sömürgesi bulunmayan Almanya, ABD ve Japonya’nın dış pazar gereksinimleri vardı. 20.yüzyıl başında Dünya’nın büyük bölümünü sömürge haline getirmiş olan İngiltere ve Fransa, sahip oldukları hegemonya alanlarını korumak, diğerleri ise bu alanlardan pay almak istiyorlardı; dünya yeniden paylaşılmalıydı, birinci savaşın nedeni buydu.

Yinelenen Savaş

İkinci Dünya Savaş’ı, birincisinin yinelenmesi gibiydi. Avrupa’yı “yerle bir” eden savaş elli milyon insanın ölümüne neden oldu. Batılı büyük devletler, yine kendilerinin çıkardığı bu savaştan da büyük yitiklerle çıktı.
Birinci Savaştan sonra kurulan ve “yalnız” olan Sovyetler Birliği, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Doğu Avrupa’nın tümünü ele geçirdi, azgelişmiş ülkeler üzerindeki etkisini arttırdı ve süper bir güç haline geldi. Her iki savaşta da uğrunda savaşılan, on milyon kilometrekarelik toprağı ve bir milyar nüfusuyla Çin sömürge olmaktan kurtuldu ve “sosyalist” bir düzen kurmaya girişti. Batılılar için “kayıp” gerçekten çok büyüktü.

Savaşsız Yarışma (Rekabet)

Batı’nın devlet yetkilileri ve onlara yön veren sermaye güçleri, aralarında yapacakları üçüncü bir savaşın kendi varlıklarının sonunu getirebileceğini görüyorlardı. Savaşlardan sonra dünyaya verilecek yeni biçimde, herkese yetecek, ortak kullanılacak ve sürekli olacak bir pazar işleyişinin kurulması gerekiyordu.
Ancak, “daha çok üretim, daha çok kâr ve sürekli kâr” işleyişinin geçerli olduğu sermaye düzeninin sürekliliği demek, “sonsuz genişlikte bir pazarın” yaratılması demekti. Oysa ülkelerin ve dünyanın sınırları sonsuz değildi.
Belli dönemlerde güçlenerek ülkeleri ele geçirenler, daha sonra zamana ve gelişim farklılıklarına bağlı olarak, ele geçirdikleri ülkelerden pay isteyen güçlü rakiplerle karşılaşıyorlardı. Bu ise çatışma demekti ve çatışma, emperyalist sistemin zorunlu bir sonucuydu. Tekelci kapitalizm var oldukça çatışma kaçınılmazdı ama ertelenmesi ya da geciktirilmesi mümkündü. Genişletilmiş ortak pazarlar, bu amaca hizmet edebilirdi.


Pazarı Ortak Kullanma

Ortak pazarlar, bu sistemin bir ürünü olarak ortaya çıktılar ve zaman içinde geliştiler. İkinci Dünya Savaşı öncesinde, her biri bir başka büyük devletin kullanım alanına giren ülke pazarları, ayrı ayrı ve yalnızca bir egemen devlet tarafından kullanılıyordu. Savaştan sonra, ülke pazarları birbirine bağlanarak; geniş, alım gücü yüksek ve her ülkenin kendi gücü oranında yararlanabileceği “ortak pazarlar” haline getirildi.
Silahlı çatışmadan kaçınmak için geliştirilen “ortak pazar” girişimi, büyük güçler arasındaki ticari rekabeti ortadan kaldırmadı ama batılı devletlerin kendi aralarındaki yeni bir silahlı çatışmayı, elli yıldan fazla bir süre ertelemeyi başardı.
Avrupalılar bu “başarıyı”, 15 Aralık 2001’de yaptıkları Laeken Zirvesi’nde devlet başkanlarının imzasıyla yayınladıkları Bildiride şöyle dile getirdiler: “Avrupa Birliği bir başarı öyküsüdür. Yarım yüzyılı aşkın bir süredir Avrupa barış içinde yaşıyor.. Birlik, Avrupa tarihinin, İkinci Dünya Savaşı ve onu izleyen yapay bölünme sayfasını nihayet kapatabilecektir. Bunca zaman sonra Avrupa, elli yıl önce altı ülkenin liderliğinde olduğundan farklı bir yaklaşım gerektiren gerçek bir dönüşümle, kan dökülmeden büyük bir aile olma yolundadır.”1

Türkiye’nin Tutumu

Ekonomik ve siyasal düzen, tarihsel birikim, toplumsal yapı, inanç ve kültürel farklılıklarla kendine özgü yaşam biçimine sahip Türkiye, o zamanki adı Avrupa Ekonomik Topluluğu (AET) olan girişime katılmak için hiç düşünmeden başvurdu.
Oysa Türk toplumunun bu yapıyı oluşturan Avrupalılarla bin yıl eskiye giden çelişkileri vardı. Çatışmalarla dolu tarihsel birikim ve bu birikimin oluşturduğu gerilim ve ayrılıklar, varlığını canlı bir biçimde sürdürüyordu. Bu iki toplumun aynı, idari yapı içinde kaynaşarak bütünleşmeleri mümkün değildi. Toplumsal ve tarihsel gerçekliğin somutluğuna karşın Adnan Menderes hükümeti, hiçbir araştırma ve bilgiye sahip olmadan AET’na üyelik için başvurmuştu.

1963’den 1995’e; Gümrük Birliğine Giden Yol

Türkiye, 12 Eylül 1963 tarihinde AET ile Ankara Anlaşması’nı imzaladı. Anlaşmayı imzalayan, batılı devletlere karşı verilen Kurtuluş Savaşı’nda “Garp Cephesi Komutanı” olan, Lozan’da ulusal egemenlik hakları için büyük mücadele veren İsmet İnönü’ydü.
Lozan’da, 1838 Ticaret Anlaşması’nın Türkiye’yi sömürgeleştirdiğini ileri süren, hiçbir imtiyaz önerisini kabul etmeyen ve gümrük bağımsızlığı için çok sert bir mücadele veren İsmet İnönü, Cumhuriyet’in ilanının 40.yılında gümrüklerden ve korumacılıktan vazgeçilen Ankara Anlaşmasını kabul etmişti.2
İlginç bir rastlantı olarak, NATO’ya üyelik için İnönü başvurmuş (1949), anlaşmayı Menderes imzalamış (1952), AET’ye ise Menderes başvurmuş (1959), İnönü imzalamıştı (1963). Menderes Hükümeti, AET ortaklık başvurusunu, ABD’nin onayını alarak yaparken; başvuru konusunu, ne TBMM’ne getirmiş, ne de CHP’ne bilgi vermişti.8

Olmayacak Duaya Amin

Ankara Anlaşması, Türkiye’yi tam üye değil, ne anlama geldiği belli olmayan “ortak üye” olarak kabul ediyor ve Türkiye’yi üye yapmayacağını daha işin başlangıcında ortaya koyuyordu. Fransa Cumhurbaşkanı General De Gaulle 1962 yılında; “Yunanistan’ın aksine Türkiye büyük bir ülkedir, AET’ye girmesi şart değildir” derken, Fransa ve İtalya Türkiye’nin “Kendi ihraç ürünlerinin yerini alacağından” çekiniyordu.3
Üye yapılmak istenmeyen Türkiye’nin, Doğu’ya yakınlaşmasından da endişe ediliyor ve bu endişenin giderilmesi için bir “ara formül” bulunmaya çalışılıyordu. De Gaulle’ün geliştirdiği ve AB’nin bugüne dek sürdürdüğü Türkiye politikasının temelini oluşturacak olan “ara formül” şuydu: “Türkiye ne tamamen dışarı itilmeli ne de içeri alınmalıdır.”4

Türkiye’de Olanlar

Türkiye’nin Ankara Anlaşması ile Avrupa Ekonomik Topluluğu’na girmek ve Ortak Pazar’a katılmak için girişimde bulunması; aynı bugünkü gibi, Meclis’te temsil edilen partilerin tümü tarafından “büyük bir istekle” desteklendi ve AET’na katılmak devlet siyaseti haline getirildi.
Adalet Partisi (AP), Cumhuriyet Halk Partisi (CHP), Yeni Türkiye Partisi (YTP), Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi(CKMP) sözcüleri; Meclis Kürsüsünden, “Avrupa ile entegrasyonun önemini” vurgulayan “ateşli” konuşmalar yaptılar. CHP–YTP–CKMP Koalisyonu Dışişleri Bakanı Ferudun Cemal Erkin: “Ana amacımız, Avrupa ekonomik entegrasyonu ve bunu takip edecek olan siyasi entegrasyon hareketinin dışında kalmamaktır”5 dedi.
CHP Kocaeli Milletvekili Nihat Erim; “Yunanistan’ın Ortak Pazar’a girmesi, ne kadar politik bir zorunluluk ve Avrupa’nın bütünlüğü için ne kadar önemliyse, Türkiye’ninki bundan iki kat daha önemlidir. Biz demir perde ülkeleriyle sınırı olan bir ülkeyiz. Batılı müttefiklerimiz ve batılı dostlarımız tarafından kucaklandığımız hissi yüreklerimizden eksik olmamalıdır”6; AP İzmir Milletvekili Ali Naili Erdem; “Avrupa Ortak Pazarı, Gümrük Birliği’ne doğru gitmektedir. Bu gidişin milletlerarası bağlılığın varacağı sonuçlarından ülkemizin uzak kalması düşünülemez”7 biçiminde açıklamalar yaptı.
Ankara Anlaşması’nın Meclisçe onaylandığı 4 Şubat 1964 tarihinde, AP Gurubu adına görüş bildiren E.Yılmaz Akçal’ın sözleri, bugün de çok yaygın olarak kullanılan söylemin hemen aynısıydı; “Ortak Pazar’a katılmamız Türkiye’nin batılılaşma hareketinin en önemli adımlarından biridir.”8

Tarih Affetmez

Ankara Anlaşması, 1995 yılında kabul edilen Gümrük Birliği Belgesi’yle sonuçlandı. Türkiye ulusal pazarını Avrupa sermayesine tam olarak açtı ve yeniden Batı’nın yarı–sömürgesi durumuna geldi. Gelinen yer, sürdürülen politikaların doğal ve kaçınılmaz bir sonucuydu.
“Batılılaşmak” ya da “Avrupalı olma” anlayışı Türkiye’de, kesintisiz bir biçimde uygulanan geçerli politika haline getirilmişti. 1938’den sonra, pek çok hükümet kurulmuş, seçimler yapılmış, muhtıra ve darbeler gerçekleştirilmiş ancak, Tanzimat Batıcılığı hep egemen siyaset olarak kalmıştı. Anlaşmayı imzalayanlar, sonucun bugünkü duruma geleceğini belki bilmiyorlardı. Ancak tarih “bilmeyenleri” affedecek kadar “yufka yürekli” değildi. Sonuç kaçınılmazdı. “Aynı akvaryuma salınan büyük balık küçük balığı yutacaktı.”9

Üye Yapmadan İlişki Geliştirmek

Ankara Anlaşması, Türkiye ile AET arasında “ortaklık” rejiminin uygulanması ve gelişmesi için bazı organlar kurulmasını öngörüyordu. Ortaklık Konseyi, Ortaklık Komitesi, Türkiye–AET Karma Parlamento Komisyonu ve Gümrük Birliği Komitesi adlarıyla organlar kuruldu.
Türk yöneticiler bu tür organların kurulmasını, Türkiye’ye verilen önemin göstergesi saydılar. Ve Türkiye’yi AET üyeliğine götürecek olan bir girişim olduğunu sandılar. Avrupalıların Türkiye’ye “önem” verdikleri doğruydu. Ancak bu önem, Türkiye’nin AET içine alınıp ortak yapılmasını değil, üye yapmadan “ilişkilerin geliştirilmesini” amaçlıyordu; organlar bu amaçla kurulmuştu.
1 Aralık 1964’den sonra yürürlüğe giren Ankara Anlaşması’yla, Türkiye–AET ilişkileri “tam üyeliğe” ulaşana dek; “Hazırlık”, “Geçiş” ve “Son Dönem” adlarıyla üç döneme ayrıldı. Türkiye bu dönemlerde, üzerine düşen tüm yükümlükleri yerine getirdi.
Oysa AET Türkiye’yi “tam üyeliğe” almamaya baştan karar vermişti. Avrupalılar kendi sorunlarını çözmek için biraraya gelmişlerdi. Nüfusu ve sorunları bol, kendisine yabancı Türkiye’yi aralarına almak, AET oluşumunun amaçlarına uygun değildi. AET, onlar için, yalnızca ekonomik bir örgütlenme değil, tarihsel kökleri eskiye giden, siyasi birliği amaçlayan bir girişimdi. Bu örgütlenmede eşit koşullara sahip bir Türkiye’nin yeri olamazdı.


Batıya Tutkunluk

AET, başlangıçta Türkiye’nin topluluğa girebilecek düzeyde kalkınmasını istiyor göründü. “Hazırlık Dönemi”nde Türkiye’ye herhangi bir yükümlülük getirmedi. Türkiye’nin ihracatında ağırlığı olan tütün, fındık, kuru incir ve üzüme belirli koşullar altında bazı gümrük indirimleri uyguladı. Avrupa Yatırım Bankası aracılığıyla 175 milyon dolarlık bir fonu, anlaşma amaçları çerçevesinde kullanılmak üzere Türkiye için ayırdı.
“Hazırlık dönemi”nin bu iki basit ödünü, Türk yöneticilerin çok hoşuna gitmişti. “Hazırlık Dönemi”nin süresi bitmeden Türkiye AET’den “Geçiş Dönemi” koşullarının görüşülmesini istedi ve 23 Kasım 1970’de “Katma Protokol” imzalandı.
Protokol’ün imzalandığı günlerde AP Gurubu adına Meclis’te bir konuşma yapan Zonguldak Milletvekili Cahit Karakaş şunları söyledi: “Türkiye’nin ekonomik ve siyasi menfaatleri daima Avrupalı olmakta, Batılı olmaktadır. İşte bu sebeple Türkiye 1963 yılında, Batı ile Ortak Pazar Antlaşması imzalamıştır. Sayın İsmet İnönü o zaman, antlaşmayı imza eden hükümet başkanı olarak, ‘Bu antlaşma Türkiye’nin ilelebet Avrupalılaşmasını temin edecektir’ demişti.. Türkiye’nin kendi ihraç ürünlerine pazar bulabilmesinin zorunlu gereği, ekonomik ilişkileri öteden beri daima Batı ile sürdürmüştür.. Doğu bloku devletleriyle ticaret, plan hedeflerimize ve ilkelerimize aykırı düşmektedir.”10

Katma Protokol; Aldatıcı Tutum

Katma Protokol Türkiye’ye kullanamayacağı, daha doğrusu ekonomik gelişme düzeyi nedeniyle kullanması mümkün olmayan hakları vermiş görünüyordu. Türkiye, “eşit” koşullar altında Avrupa sanayi ürünleriyle rekabet edebilecek bir sanayi yapısına sahip değildi; sınırlı sektörlerde oluşma aşamasında olan cılız sanayinin korunmaya gereksinimi vardı. Avrupa rekabetine açılmak bunların yok olması demekti.
AET, mali protokoller çerçevesinde Türkiye’ye on yılda yaklaşık 3,5 milyar dolar yardımda bulunacak, Türk işçileri Avrupa’nın her ülkesinde serbestçe dolaşacaktı. Türk tekstil ürünlerine kota uygulanmayacak, “anti–damping” uygulamaları yapılmayacaktı.
Bunların hiçbiri gerçekleşmedi. Buna karşın Türkiye, büyük bir “istek” ve “disiplin” ile kendi üzerine düşen yükümlülükleri yerine getirmeyi sürdürdü. 1984–1994 arasında uyguladığı ekonomik politikalarla kapılarını Avrupa’ya hızlı bir biçimde açtı. Katma Protokol çerçevesinde 12 ve 22 yıllık listelerde gümrük indirim taahhütlerini yerine getirdi. 1995’e gelindiğinde Avrupa Birliği malları Türkiye pazarında, diğer ülke mallarına karşı belirgin bir biçimde imtiyaz üstünlüğüne sahip hale gelmişti. Ulusal sanayi büyük darbe almıştı.

Kabul Etmemenin İlanı: “Teknik Rapor”

Türkiye, Katma Protokol’ün öngördüğü yükümlülüklerini yerine getirmiş olmanın heyecanıyla, 14 Nisan 1987’de tam üyelik için başvurdu. AET, üyelik başvurusunu reddetmekle kalmadı, Türkiye’nin tam üyelik konusunu Birlik’in gündeminden çıkardı. Bu olumsuz davranışa karşın Başbakan Turgut Özal, konuyla ilgilenen herkesi şaşkına çeviren şu sözleri söyledi: “Türkiye Avrupa Birliği’ne alınmasa da Gümrük Birliği’ne gireceğiz.”11
Avrupa Topluluğu Bakanlar Konseyi, Türkiye’nin üyelik başvurusunu 27 Nisan tarihinde, gerekli incelemeyi yapmak için AT Komisyonu’na gönderdi. Komisyon tüm birimlerine, Türkiye’nin Topluluğa katılmasının sonuçlarını ve etkilerini değerlendirmek için gereken tüm bilgi ve belgeleri toplama talimatını verdi.
Yapılan kapsamlı araştırmalar sonunda, 10 sayfalık “Görüş” ile buna ekli 125 sayfalık bir “Teknik Rapor” ortaya çıktı. Komisyonun Konseyce benimsenen raporunda şu tür saptamalar yer alıyordu: “Türkiye’nin özel durumunda iki konu önemlidir. Türkiye büyük bir ülkedir. Herhangi bir Topluluk üyesi devletten daha büyük bir coğrafi alanı vardır ve nüfusu ileride daha da artacaktır. Genel gelişmişlik düzeyi Avrupa ortalamasının çok altındadır. Türkiye’nin yapısal fonlara dahil edilmesinden gelecek mali yük, yükten bile daha ağır olacaktır. Türk işgücünün Topluluk emek pazarına girişi, işsizliğin Topluluk içinde yüksek düzeyde olmaya devam ettiği bir süreçte korku vermektedir.. Avrupa’nın tamamı bir değişim içindeyken ve Topluluğun kendisi büyük değişimlerden geçerken, bu aşamada Türkiye ile katılım müzakerelerine girilmesi uygun ve yararlı olmayacaktır. Buna karşın Komisyon, Türkiye’nin Avrupa’ya doğru genel açılımının dikkate alınmasını ve Türkiye ile işbirliğinin sürdürülmesi gerektiğine inanmaktadır..”12
Avrupa Topluluğu, Türkiye’nin üyelik başvurusunu reddetme kararı alırken; aynı kararda, “Türkiye ile ilişkilerin geliştirilmesi” yönünde bir “işbirliği programı” nı kabul etti. “Türkiye’yi dışarıda tutarak ilişkileri sürdürme” ya da daha açık söylemiyle, “Türkiye pazarını onu üye almadan kullanma” isteminin somut ifadesi olan ve adına Matutes Paketi denilen “İşbirliği Programı”nın en önemli maddesi, Türkiye pazarının Avrupa’ya tam olarak açılmasıydı.
Bu açılma, Türkiye ile Avrupa Topluluğu’nun 1995 yılı sonunda kabul ettikleri Gümrük Birliği uygulamasına geçilmesiyle tamamlanacaktır. Avrupa yararına tek taraflı işleyişiyle getirilen bu uygulama, tam anlamıyla bir sömürgecilik ilişkisiydi.

Kapitülasyon Anlaşması

Türkiye Avrupa Birliği ile yaptığı ve hala yürürlükte olan Gümrük Birliği Protokolü, Kemalizmin üzerinde yükseldiği ulusal tam bağımsızlık kavramının yadsınmasıydı ve bu nedenle Atatürkçü Düşünce Sistemi’nin kabul edebileceği bir anlaşma değildi. Anlayışını 19.yüzyıl sömürgeciliğinden alan Gümrük Birliği Protokolü’yle Türkiye ekonomik, siyasal ve hukuksal hükümranlık haklarını, üye olmadığı bir dış güce devretmeyi kabul ediyor ve kendisini Avrupa’nın bir yarı–sömürgesi haline getiriyordu.
Gümrük Birliği Protokolü tam ve tartışmasız bir biçimde ağır bir kapitülasyon anlaşmasıydı ve şu koşulları içeriyordu;
1.Türkiye Gümrük Birliği’ne girmekle, organlarında yer almadığı bir dış örgütün tüm kararlarına uymayı önceden kabul ediyordu. Türkiye’nin karşı oy verme, kabul etmeme ya da erteleme gibi hakları bulunmuyordu.
2.Türkiye, Gümrük Birliği Protokolü’yle, dış ilişkilerini belirleme yetkisini Avrupa Birliği’ne devrediyordu. Türkiye, Avrupa Birliği’nin üye olmayan üçüncü ülkelerle (tüm dünya ülkeleri) yaptığı ve yapacağı bütün anlaşmaları önceden kabul ediyordu. (16 ve 55 maddeler)
3.Türkiye, Gümrük Birliği’ne girmekle, herhangi bir dünya ülkesiyle Avrupa Birliği’nin bilgi ve onayı dışında ticari anlaşma yapmamayı kabul ediyor, yapması durumunda Birliğe anlaşmayı engelleme yetkisi veriyordu. (56.madde)
4.Türkiye, Gümrük Birliği’ne girmekle, Avrupa Birliği’nin GB ile ilgili olarak alacağı bütün kararlara paralel kanunlar çıkarmayı önceden kabul ediyordu. (8.madde)
5.Türkiye, Gümrük Birliği’ne girmekle, içinde hiçbir Türk hakimin olmadığı Avrupa Birliği Adalet Divanı’nın bütün hukuki kararlarına tam olarak uymayı önceden kabul ediyordu. (64.madde)
6.Türkiye, Gümrük Birliği’ne girmekle, ulusal pazarını rekabet etmesinin mümkün olmadığı Avrupa mallarına açıyor, gümrük vergilerini sıfırlıyor, tüm fonları kaldırıyordu.

Yıkıma Giden Yol

Gümrük Birliği Protokolü’nün koşulları Türkiye açısından gerçekten çok ağır ve yıkıcıydı. Avrupalılar, bu denli ağır ve tek yanlı bir anlaşmayı Türkiye’ye bu denli kolay kabul ettirmenin mutlu şaşkınlığına uğramışlardı. Avrupa Parlamentosu’ndaki görüşmeler sırasında söz alan bir parlamenter şunları söylemişti: “Türkiye’yi çok ucuza satın alıyoruz. Bu bizim yararımıza olmayacaktır.”13
Fransa’nın Ankara eski Büyükelçisi Eric Routeau’nun Protokol’le ilgili sözleri bir büyükelçiden beklenmeyecek kadar açık ve netti: “Türkiye, büyük ödünler verdiği çok haksız bir anlaşmaya imza attı. Bu anlaşma yeniden düzenlenmezse, Türkiye’nin ekonomisi açısından bir felaket olur. Avrupa pazar istiyordu, istediğini fazlasıyla elde etti.”14
Almanya Dışişleri Bakanı Klaus Kinkel’in sözleri ise acı gerçeğin belki de en somut ifadesiydi: “Türkiye bizim Cezayirimizdir.”15
Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi Başkanı Alman Leni Fisher’in, Türkiye’nin GB’yi kabul etmesi konusunda 24 Ocak 1996 tarihinde söylediği sözler gerçek durumu ortaya koyan açık sözlerdi: “Avrupa’nın Ortadoğu’da çok önemli rol oynayan bir Türkiye’ye ihtiyacı vardır.”16

AB Türkiye’yi Hiçbir Zaman Üyeliğe Almayacaktır

Gümrük Birliği uygulamalarının neden olduğu ekonomik yıkım, giderilmesi giderek zorlaşan ulusal sorunlar olarak Türk halkının karşısına dikilmektedir. Ancak yaşanan bunca olumsuzluğa karşın, yalana ve yanlışa dayanan AB politikaları, toplumsal yaşamın tümünü kapsayacak biçimde ısrarla sürdürülmektedir.
Politikacılar ve büyük sermaye çevreleri, AB’ne verilen ödünlerin yetersiz olduğunu, daha çok ödün verilmesi gerektiğini, AB’ne ancak bu yolla üye olunabileceğini söylemektedirler. İleri sürülen bu sav, söylem düzeyinde bırakılmamakta ve yasal zemini oluşturulan uygulamalar halinde yaygınlaştırılmaktadır. Oysa, Avrupa Birliği Türkiye’yi hiçbir zaman tam üyeliğe almayacaktır. Çünkü;
1.Gümrük Birliği, Avrupa Birliğine üye olmak için verilen ulusal bir ödündür. Ekonomik gücüne ve yönetim sistemine güvenen Avrupa ülkeleri, ortaklıktan elde edecekleri yararları düşünerek gümrüklerini diğer ülkelere açmışlardır. Türkiye, ortaklık haklarını elde etmeden pazarını Avrupa’ya açmıştır. “nimet”’i olmayan bir “külfet”’e katlanmış, kendisini de Avrupa için “külfetsiz nimet” haline getirmiştir. Bu nedenle tam üyeliğe alınmasının gereği ortadan kalkmıştır.
2.Avrupa büyük boyutlu ekonomik ve sosyal sorunlarla karşı karşıyadır. Daralan dünya pazarları, şiddetlenen uluslararası rekabet, işsizlik, üretimsizlik ve sosyal güvenlik sorunları giderek büyüyen dalgalar halinde Avrupa’yı sarmaktadır. AB kendisini ABD ve Japonya’ya karşı korumaya çalışmaktadır. Amacı siyasi birliktir. “Avrupa Birleşik Devletleri” olarak ifade edilen oluşumda Türkiye’nin yeri yoktur. Olması da mümkün değildir.
3.Türkiye, AB’ye göre sorunları çok daha fazla olan farklı yapıda azgelişmiş bir ülkedir. Böyle bir ülke Avrupa için “ortak” değil ancak “pazar” olabilir. Yüzde 10’u aşan kronik işsiz oranıyla Avrupa’nın, kalabalık nüfusu ve yüzde 26 işsizi olan Türkiye’yi tam üyeliğe alarak ona serbest dolaşım hakkı tanıması demek, çözmekte yetersiz kaldığı Avrupa işsizliğinin katlanarak artması demektir. Böyle bir gelişme ise AB’nin gözünde “Viyana kapılarında durdurulan” Türklerin Avrupa’yı bu kez “kılıçsız istila” etmesidir.
4.Türkiye tam üyeliğe kabul edilmesi halinde, temsil haklarının nüfusa göre belirlendiği Avrupa Birliği içinde, Birliğin en etkin birkaç ülkesinden biri olacaktır. Avrupa Parlamentosu’nda 91 milletvekili (Almanya 99, İngiltere ve Fransa 87), Bakanlar Konseyi’nde 10 oy (Almanya, İngiltere ve Fransa 10) ve AB Komisyonu’nda 2 komiser (Almanya, İngiltere ve Fransa 2) ile temsil edilecektir. Yüzyıllardır (1923–1938 arası hariç) Avrupa’nın yarı–sömürgesi durumunda olan Türkiye, Avrupa’yı yöneten bir ülke haline gelecektir. Kendi ülkelerini “yönetemeyenler” Avrupa’yı “yöneteceklerdir”. Böyle bir durum, Avrupalılar için değil kabul etmek gerçek bir “kabus” tur.
5.Türkiye tam üye olması halinde, AB’nin yürürlükteki sistemi gereğince, Birliğin “az gelişmiş yörelere yardım fonundan” her yıl yaklaşık 17,5 milyar dolar yardım alması gerekecektir. Böyle bir durum, pazar ve para için 20.yüzyıl içinde milyonlarca insanın öldüğü iki dünya savaşı çıkaran Avrupalıların, “akıllarından bile geçiremeyecekleri” bir gelişmedir.
6.Avrupalılar, Türklere yüzyıllardır ırkçı ve dinci gözlüklerle bakmışlardır. Avrupalılar için Türklerin yaşam tarzları, kültürel gelenekleri ve dini inançları, aynı siyasal oluşum içinde birlikte olunamayacak kadar kendilerinden uzaktır. Bu durum Türkler için de geçerlidir. Avrupa her geçen gün daha fazla kendi içine kapanmakta ve kendini özellikle ABD ve Japonya’ya karşı mücadeleye hazırlamaktadır. Yarattığı ekonomik–siyasi oluşum içinde Türkiye’nin gerçekten “yeri yoktur.”

DİPNOTLAR

1      http://www. eu 2001 be–http: //europa.eu.İnt; ak.Hürriyet 24.12.2001
2      “Milli Kurtuluş Tarihi” Doğan Avcıoğlu, İst. Mat. 1974, 3.Cilt, sf. 1707
3      “Türkiye’deki Siyasi Partilerin Avrupa Birliğine Bakışı”, Hülya Yalçınsoy–Adil Aşırım, SUDE AJANS Ekim 2000, sf. 24
4      a.g.e. sf. 24
5      a.g.e. sf. 25
6      a.g.e. sf. 26
7      a.g.e. sf. 26
8      a.g.e. sf. 29
9      “Yeni Dünya Düzeni Kemalizm Türkiye” Metin Aydoğan, Umay Yayınları, 12.Baskı 2002, sf. 881
10    “TBMM Tutanak Dergisi” 14.12.1970, sf. 284–294, ak. Hülya Yalçınsoy–Adil Aşırım a.g.e. sf. 64–65
11    “Avrupa Çıkmazı” Erol Manisalı, Otopsi Yayınları 2001, sf. 130
12    “Dünden Bugüne Türkiye–Avrupa Birliği İlişkileri” Dr. Esra Çayhan, İstanbul 1997, sf. 307, ak. Hülya Yalçınsoy–Adil Aşırım, “Türkiye’de Siyasi Partilerin Avrupa’ya Bakışı” SUDE AJANS, Ekim 2000, sf. 172–179
13    “Lake’e Ankara’da Düş Kırıklığı” Cumhuriyet 16.01.1996
14    “Gümrük Birliği Dönemecinde Türkiye, Gümrük Birliği Ne Getirdi, Ne Götürdü?” R.Karluk, Turhan Kit., Ank.-1997, sf. 173: ak. Yıldırım Koç, “Türkiye Avrupa Birliği İlişkileri” Türk–İş Yay. No: 66 Sf. 51
15    a.g.e. sf. 51
16    “Avrupa Ülkeleri Türkiye’ye Muhtaç” Sabah 25.01.1996


2 yorum:

  1. TEŞEKKÜR EDERİM EMEĞİNE KALEMİNE SAĞLIK SEVGİLERİMLE

    YanıtlaSil
  2. Duyarlılığınız için ben teşekkür ederim Sevgili Asikar.

    YanıtlaSil