18 Nisan 2014 Cuma

BATI AYDINLANMASI – 2





15.Yüzyılda Batı Avrupa ülkelerinde, etkisi günümüze dek süren bilime ve aklın özgürlüğüne dayanan bir uyanış dönemi başladı. O güne dek, gerilik ve düşünsel yoksunluk içinde karanlık bir dönem yaşayan Avrupa, Aydınlanma Çağı olarak tanımlanan bu dönemle birlikte, büyük bir gelişim içine girdi. Açıkara geride olduğu Doğuyu geçerek dünyaya egemen oldu. Bu dönemin incelenmesi, yalnızca tarihsel bir araştırma değil, güncele ilişkin bir çabadır. Bu çaba günümüz sorunlarının kavranarak çözüm bulunmasına yardımcı olacak, geleceğe yönelik sonuç çıkarılmasına olanak sağlayacaktır. Bu nedenle, araştırılıp sorgulanmaya değer bir konudur.





Batının Özgünlüğü


Batı Avrupa’da, devletçilikle (merkantilizm) başlayan, fizyokrat liberalizmiyle gelişen ve sanayi devriminden geçerek 20.yüzyıl tekelci kapitalizmine ulaşan uzun ve kapsamlı bir toplumsal gelişim süreci yaşandı. Ekonomik dayanaklarıyla bugüne dek gelen ve toplumsal yaşamın her alanını etkileyen bu süreç, Batıya özgü olan ancak doğurduğu sonuçlarla dünyanın tümünü etkileyen, dönüşüm ve çatışmalarla dolu, devingen (hareketli) bir dönemi kapsar. Bu 500 yıllık dönemde, kendine özgü kapsamlı bir kültürel ilerleme sağlanmıştır.


Kapitalist Kültür


Kapitalist üretim ilişkilerinin biçim verdiği ekonomik düzen, varlığını koruyup güçlendirmek ve gelişimi sürekli kılmak için; üzerine oturacağı ve gereksinimlerine yanıt veren bir kültürel yapıyı kurmak ve geliştirmek zorundaydı. Avrupa kültürü bu zorunluluğun sonucu olarak ortaya çıktı.
Bu kültür, Batı toplumlarının kendi iç gücüne dayanıyordu ancak kültürel gelişimi sağlayan toplumsal gönenç, dış gelirle sağlanan varsıllığa, yani sömürgeciliğe bağlıydı. Üretim arttıkça dış ticaret gelişiyor, dış ticaret geliştikçe gelir artıyor, bu gelirin yarattığı varsıllık ise kültürel gelişime olanak veren koşulları yaratıyordu. Birbirine bağlı iç süreçler, bütünlüğü olan bir ekonomik düzen oluştururken, bu düzen yeni bir kültürün, kapitalist kültürün ortaya çıkıp gelişmesine ortam hazırlıyordu.
15.yüzyılda gelişmeye başlayan kapitalist kültür, aydınlanma olarak tanımlandı. Açık bir gerçektir ki; sömürgecilik, köle ticareti ve sanayi devrimi olmasa, ne Batı aydınlanması denilen bir süreç yaşanır ne de Avrupa uygarlığı adı verilen bir olgu ortaya çıkardı. Avrupa’da yaşanan kültürel uyanış, tarihin her döneminde ve her toplumda olduğu gibi, öznel kararlara, isteğe ve özleme bağlı olmayan nesnel bir gelişimdi ve doğrudan kapitalist üretim ilişkilerinin gelişimine bağlıydı; Batı Aydınlanması kapitalizmin bir ürünüydü.


Avrupalılık Kavramı


Batılılar, Avrupa uygarlığını tek uygarlık girişimi olarak gördüler ve bu girişimin evrenselliği içeren ortak bir kültür yarattığını söylediler. Kendi dışındaki uygarlıkları ise ya görmezden geldiler, ya da açıktan uygarlık dışı saydılar. Avrupa’nın, uygarlığın merkezi olduğunu ileri sürdüler.
Toplumsal ve ekonomik bilimlerin temelini atan ve liberal anayasa düşüncesinin kuramcısı sayılan aydınlanmacı düşünürlerden Fransız Charles Montesquieu (1689-1755), Caractere adlı yapıtında şunları yazıyordu: “Kişisel olarak bana yararlı ancak aileme zararlı bir şeyle karşılaşırsam, bunu hemen gözümün önünden çeker atarım. Aileme yararlı vatanıma zararlı olabilecek bir şeyle karşılaştığımda onu unutmaya çalışırım. Ülkeme yararlı ama Avrupa’ya zararlı olabilecek... Bir şeyle karşılaştığımda ise buna kesinlikle bir cinayet gözüyle bakarım.”1
Avrupa aydınlanması yalnız Batılılarca değil, içinde yaşadığı ülkenin tarihsel geçmişi ve özgün koşullarını kavrayamayan azgelişmiş ülke aydınları tarafından da evrensel bir uygarlık olarak görülmüş ve taklit edilmeye çalışılmıştır. Kültürel yozlaşmaya neden olan bu anlayış, onları kaçınılmaz olarak Batıya bağlanmaya, bunun sonucu olarak da kendi kültürüne yabancılaşmaya götürmüştür. Bunlar doğaldır ki, ne Avrupalı gibi olabilmiş ne de kendi kimliğini koruyabilmiştir.
Alman düşünürlerinden Immanuel Kant (1724-1804), tüm aydınlanmacılara, “aklını kullanma gücünü göster” diye sesleniyordu.2 Aydınlanmacı düşünürler bu çağrıya uymuşlar ve “aklı kullanma gücünü göstermişlerdir.” Ancak “aklı kullanarak gösterilen güç”, her zaman ve her koşulda, yalnızca içinde yaşadıkları ülke ve bu ülkenin içinde bulunduğu Avrupa’nın çıkarları yönünde kullanılmıştır. Bu yaklaşım, Batı aydınlanmasının en belirgin özelliğidir. Ekonomik ilişkilerin sonucu olan bu gerçek, Avrupa kültürünü, evrenselliği temsil eden tek uygarlık haline getirmediği gibi, diğer dünya kültürlerinin evrensel boyutunu da elbette ortadan kaldırmıyordu.


Kültürel Gelişme ve Varsıllık


Batıya Doğudan aktarılan servetin boyutu çok büyüktür ve toplam tutarı saptanamamaktadır. Aydınlanmanın öncü ülkesi İngiltere, denizaşırı ülkelere ve sömürgelere ilk kez 1759 yılında ve Merkez Bankası aracılığıyla kâğıt para dışsatımı yaptı, yani borç verdi. İngiltere’nin bu girişiminden ülkesine döndürdüğü net kâr, 1759-1781 yılları arasındaki 22 yıl içinde, yalnızca Doğu ile Batı Hindistan’dan olmak üzere, 40 milyon sterlindi.3
İngiltere, borç faiz gelirlerinden ayrı olarak, aynı dönemdeki 10 yıl içinde ve yine yalnızca Hindistan’dan köle emeğine dayanan, 40 milyon sterlinlik bir başka “gelir” daha elde etmiş ve bunu da Londra’ya aktarmıştı.
Bu çok büyük bir “gelir” di, bunun gerçek boyutunu anlamak için, İngiliz kaynaklarında yer alan şu bilgi bir ölçü olmaktadır: “Hindistan’dan sağlanan gelirler, gelişmekte olan İngiliz sanayiinin disponibl (kullanılabilir ulusal değerler y.n.) birikim fonunu iki katından fazla arttırmıştır.”4
Ekonomik ve kültürel gelişmenin en ileri ülkesi, en çok sömürgeye sahip olan İngiltere’ydi. Bu nedenle “aydınlanma”, İngiltere’de başladı ve daha sonra Fransa ve Almanya ile başka Avrupa ülkelerine yayıldı. Issac Newton (1642-1727), John Locke (1632-1704), Willian Wollaston (1659-1724), Anthony Shaftesburg (1671-1713), Davit Hume (1711-1776) İngiliz aydınlanmasının öncü düşünürleriydi.

Aydınlanmanın Öncüsü: İngiltere


17-18.yüzyıl İngilteresi’nde, Rönesans İtalyası’nda olduğu gibi; bilgi edinme, araştırma ve inceleme girişimleri toplumun her kesimine yayılmış, kitap edinme ve tartışma istemi herkesi içine alan toplumsal bir yöneliş durumuna gelmişti. Bu yönelişin içinde, Kral II.Charles (1630-1685) bile vardı.
15 yıl süren iç savaştan sonra, yönetim erkini ruhban sınıfından geri alarak tahtına dönen Kral, tahtını ve ailesini korumak için dinsel bağnazlığa karşı savaşıyor, bu durum doğal olarak, serbest düşünce ve bilimin gelişmesi için uygun bir siyasi ortam oluşturuyordu. Bilim geliştikçe, tüccar ve sanayicilerin “işlerine yarayacak” teknolojik buluşlar ortaya çıkıyor, bu sonuç ise, bilim ve bilimsel araştırmaları herkesin ilgisini çeken ve önem verilen bir uğraş oluyordu.
O dönemin İngilteresi’nde öyle bir hava vardı ki beysoylular (aristokratlar), yargıçlar boş zamanlarının çoğunu kimya ve fizik deneyleriyle geçiriyor; “şık” ve “kibar” hanımlar, “süslü” arabalarıyla hergün laboratuar laboratuar dolaşarak izleyecekleri konferans arıyordu.
Ünlü yazar Macaulay, dinsel tutuculuğa tepki olarak bilime yönelmenin moda olduğu o günleri şöyle anlatıyor: “Saf Hıristiyanlık (puritain y.n.) yandaşı ikiyüzlülerin ileri sürdükleri tüm düşünceler artık alaya alınıyor, onların kötüledikleri ya da yasakladıkları tüm düşünce akımları ve bilim ise övülüyordu. Bir zamanlar İncil’den ayet okumak için açılan ağızlar, artık en kaba küfürleri savurmak için açılıyordu.”5

Uzlaşı ve Meşruti Monarşi

İngiltere’de bilim, Macaulay’ın belirttiği gibi, Katolik ve Protestan mezhepleri arasındaki uzun süren sert din çatışmalarının kalıtı (mirası) üzerinde yükseldi. Kilisenin ve kentsoyluların, ayrımlı çıkar duygularıyla da olsa, krala karşı sürdürdükleri “bitmeyen” savaşım; 1649’da kralın (I.Charles) öldürülmesi, 1660’da ise geri dönmesiyle (II.Charles) sonuçlanmıştı.
1689 çatışmaları ise uzlaşmacı yanı ağır basan bir başka sonuç doğurmuş, tahtı II.Mary ile paylaşan III.William; Dinsel Hoşgörü Yasası (Toleration Act) ile kiliseye, Haklar Bildirisi ile kentsoyluluğa (burjuvaziye), yeni ayrıcalıklar vermeyi kabul etmişti. Bu ustalıklı uzlaşı, krallık kurumunu temsili de olsa bugüne dek koruyan İngiliz yönetim biçiminin, yani meşruti monarşinin temelini atmıştır.


Haklar Bildirisi”

1689 “Haklar Bildirisi”, bilimin olduğu kadar ekonomik örgütlerin de önünü açan çatışmasız bir ortam oluşturdu; bilim ve ekonomik örgütlenme birlikte gelişti. Bu doğal bir sonuçtu. Yürütülen siyasi savaşımın sonucu olarak ortaya çıkan “Haklar Bildirisi” üretim ilişkilerinin gelişimini sağlayacak bir amaç için getirilmişti. Bunda, bilimin olduğu kadar örgütlenmenin de önemi vardı.
Büyük sanayici ve tüccar örgütlenmesinden ayrı olarak, tarım ve zanaat emeğini destekleyen ilk örgüt olan Dublin Society 1724’de kuruldu. Daha sonra 1731’de, Çiftçilik Tarım ve Diğer Yararlı Sanatları Geliştirme Derneği (1984 yılında 250.kuruluş yılını kutlayan bu dernek varlığını hala sürdürmektedir), 1754’de Londra’da, Sanat İmalat ve Ticareti Destekleme Derneği, 1775’de de Birmingham’da Lunar Society kuruldu. Bu örgütler, erken sanayi döneminin girişimcilerini desteklediler ve onların haklarını savundular.6

Fransa’da Aydınlanma

Aydınlanma”, İngiltere’den hemen sonra Fransa’da yayıldı. Ekonomik ve politik amaçlara, sınıfsal öncelikler ve bu önceliklerin belirlediği dünya görüşü, İngiliz Aydınlanması’ndan kuşkusuz çok ayrımlı değildi ancak Fransa’da ayrımlı bir siyasal ortam vardı.
İngiltere’de, kilise-kral çatışmasının yol açtığı yetke (otorite) boşluğu kentsoyluları rahatlatırken, Fransa’da kilise-kral birlikteliğinin ortaya çıkardığı merkezi devlet, daha baskıcı bir siyasi ortama neden oluyordu. Bu durum, Fransız Aydınlanmacılar’ını ister istemez daha sert bir savaşım içine sokuyor, onları daha direngen bir duruşa zorluyordu.
Mutlak monarşi’nin siyasi yapısına tepki olarak doğan Fransız aydınlanması, Michael de Montaigne’nin (1533-1592) kuşkuculuğu ve René Descartes’in felsefesi ile başladı. İngiliz ekonomi-politiğini Fransa’ya taşıyan François Voltaire (1694-1778) Charles Montesquieu (1689-1755), Denis Diderot (1713-1784) ve Jean D’Alembert (1717-1783) ile gelişti. İngiltere’de deneycilik öne çıkarken, Fransa’da akılcılık önem kazandı.

Ansiklopedistler

Fransız aydınlanma tarihinde Ansiklopedistler adı verilen devinimin önemli bir yeri vardır. Diderot ve D’Alembet, 1751’de başlayarak 1780 yılına dek, 35 ciltlik bir ansiklopedi yayımladılar. “Bilimin görevinin, toplumun tümünü aydınlatmak” olduğunu söylüyorlardı. Ancak, görüş ve düşünceleri toplumun tümünü değil, gelişmekte olan kentsoylu sınıfının çıkarlarını temsil ediyordu. Bu durum, yalnızca ansiklopedistlerin değil tüm aydınlanmacıların ortak özelliğiydi.

Fransa’nın Özgünlüğü

Fransız aydınlanması’nın yarattığı toplumsal savaşım, kentsoylu yönetiminin ortaya çıktığı başka kapitalist ülkeler içinde devrimci bir geleneği temsil eder. İngiltere ve Almanya’da feodalizme karşı savaşım, çatışmalı dönemler içermesine karşın, ağırlıklı olarak evrimci bir yol izlerken; Fransa’da aristokrasiye ve feodalizme karşı işçilerin ve diğer halk kesimlerinin savaşıma katılmış olmaları nedeniyle, devrimci bir nitelik kazanmıştır.

Alman Aydınlanması

Felsefi yanı öne çıkan Alman Aydınlanması, İngiliz ve Fransız aydınlanmasının izlediği yol üzerinde gelişti. Ekonomik ve siyasi düzenin, gelişmekte olan ulusal sanayinin gereklerine uygun olarak yapılanması, ortak özellikti. Sanayi ve ticaret sermayesi, gereksinimlerine yanıt veren toplumsal düzeni Almanya’da kurarken; düzenin ideolojik yapısını oluşturan aydınlanmacılar, İngiltere ve Fransa’da olduğu gibi bu sürece önemli katkıda bulunuyorlardı.
Christian Thomasius (1655-1728) ve Christian Wolf (1679-1754), Alman Aydınlanması’nın öncü düşünürleriydi. Immanuel Kant (1724-1804), Moses Mendelsson (1729-1786), Johann Herder (1744-1803) ve Friedrich Hegel (1770-1831) aydınlanma düşüncesini Almanya’ya yerleştirdiler. Karl Marx (1818-1883) ve Friedrich Engels (1820-1895), kendilerinden önceki düşünürlerden ayrımlı bir özelliğe sahiptiler. Düzenin korunup geliştirilmesi değil, değiştirilmesi yönünde düşünceler ileri sürüyorlardı. Özellikle felsefe alanında gerçek aydınlanmayı bu iki düşünürün temsil ettiğini kabul eden yaygın bir görüş vardır.
17.yüzyılda, 350 devletçiğe bölünmüş olan Alman toplumu, tam bir tarikatlar toplumu durumundaydı. 1618-1648 yılları arasında aralıksız 30 yıl süren din çatışmaları, İmparatorluğu güçsüz kılmış ve salgın hastalıklarla birlikte kırsal nüfusun yüzde 40’ının, kent nüfusunun ise yüzde 30’unun yok olmasına neden olmuştu.
Ünlü “Büyük Hanse Birliği Ticareti” çökmüştü. 1648 yenilgisi sonucunda yapılan Westfalen anlaşmasıyla Fransa ve İsveç, Almanya’yı 350 küçük devlete bölmüş, ülke yönetimini 5 Katolik, 2 Protestan ve 1 Calvinistten oluşan 8 kişilik bir kurulun eşgüdümüne vermişti; pek çok tarikatın varlığını sürdürdüğü toplum, yüzde 80’ini köylülüğün oluşturduğu bir “el sanatları toplumu” durumundaydı.

Aydınlanma Merkezi; Üniversiteler

Alman Aydınlanması, parçalanmış, geri ve yoksul bu yapıya tepki olarak gelişti. 30 Yıl Savaşlarının yıkıcı etkisi, “dinsel hoşgörü” nün yaygınlaştırılmasıyla giderilmeye çalışıldı. Bu amaç için çaba gösteren Piyetizm, Moravyalı Kardeşler (siyasi iktidarla ilişki kurmayan bir tarikat) ve aydınlanmacılık (dinsel kademeleşmeyi bireye temellendiren mezhep) gibi yeni Protestan tarikatlar ortaya çıktı.
Daha sonra büyük ün kazanacak olan Alman Üniversiteleri bu dönemde kuruldu; eğitim dili Latinceden Almancaya dönüştürüldü, bu dönüşüm Alman birliği ve ulusçuluğunun gelişimini hızlandırdı. Üniversiteler, Alman aydınlanmasının ve oldukça geç kalan ulusal birliğin ideolojik merkezleri oldular.

Kalkınmanın Öncüleri

Almanya (Prusya), 1806’da Fransa’ya bir kez daha yenilmiş ve yapılan Tilsit anlaşmasıyla topraklarının yarısını yitirmişti. Ancak, Kutsal Roma Germen İmparatorluğu’nun bu çöküşü ilginç bir biçimde Prusya kalkınmasının da başlangıcı oldu. Toplumsal alanda Karl Stein ve Karl Hardenberg, askeri alanda Gerhard Scharnhorst ve Johann Fichte Alman kalkınmasının öncüleri oldular. Bakan ve Başbakan (Şansölye) olan Stein ve Hardenberg, 18.yüzyıl aydınlanmacılarının birikimi ve gelişen kentsoyluluğun desteğiyle feodal düzeni çözecek uygulamalar yaptılar.
1807 yılında, adını açıklandığı kentten alan ve demokratik yenileşme atılımının sınırlarını belirleyen Nassau Bildirisi kabul edildi. Aynı yıl bildirinin maddelerini uygulamaya sokan Ekim Buyruğu açıklandı. Bu girişimler ve arkasından gelen başka uygulamalarla kölelik aşamalı olarak kaldırıldı, köylülerle kentsoylulara toprak edinme hakkı verildi, feodal hakların satın alınabileceği kabul edildi, angarya kaldırıldı, soyluları da kapsayan vergi yasaları çıkarıldı, belediye meclisleri kuruldu ve ekonomik ilişkilerde geçerli olacak liberal yasalar çıkarıldı.

Ulusal Birliğin Sağlanması

Siyasi düzeni, gelişmekte olan yeni toplumsal gereksinimlere göre değiştirmeye yönelen bu girişimler; ekonomik ve hukuksal alanlarda köklü dönüşümler sağladı ve Almanya’yı -daha geç olmak üzere- İngiltere ve Fransa gibi anti-feodal demokratik devrim sürecine sokmuş oldu.
Ulus birliğini amaçlayan ulusçu düşünceler, tüm Almanya’ya yayıldı. Üniversiteler, özellikle de 1810 yılında kurulan Berlin Üniversitesi, ulusçuluğun merkezi durumuna geldi. Öğrenciler, gizli ya da açık örgütler kurdular ve bu örgütlerle, “demokrasi” ve “özgürlük” için savaşım verdiler. Kentsoyluların, aydınların ve öğrenci derneklerinin ağırlıkta olduğu, büyük bir örgütler birliği olan Burschenschaft, Almanya’nın hemen tüm eyaletlerinde örgütlendi.


DİPNOTLAR

  1. Aydınlanma Çağı Felsefesi” Y.Kaya, Tiglat Mat., A.Ş., İst.-2000, sf.132
  2. Düşünce Tarihi” Orhan Hançerlioğlu, Remzi Kit., 5.Bas. 1993, sf.251
  3. La Loi de la Civilisation et de la Decadence” Brooks Adams, sf.375-380, ak.O.Hançerlioğlu “Ekonomi Sözlüğü”, Remzi Kit., 5.Bas. 1993, sf.355
  4. A Short History of the British West İndies, sf. 50”, H.V. Wisemann, ak. a.g.e. sf.355
  5. Tarih Boyunca İlim ve Din” A.A.Adıvar, Remzi Kit., 5.Bas. 1994, sf.165
  6. Aydınlanma Çağı Felsefesi” Y.Kaya, Tiglat Mat.A.Ş. İst. 2000, sf.36

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder