14 Mayıs 2014 Çarşamba

BÜYÜK TÜRK GÖÇLERİ




Türk tarihi, Büyük Göçler ve göçleri ortaya çıkaran nedenler bilinmeden; dünya tarihi ise, bu göçlerin başka toplumlara yaptığı etki ve yarattığı sonuçlar anlaşılmadan kavranamaz. Yedi bin yıl süren göç’ler Türk toplumunun özyapısına (karakterine) biçim vermiş ve bugün de yaşamakta olan, belli ki daha da yaşayacak olan birçok toplumsal özelliğe kaynaklık etmiştir. Yokolmamak için örgütlü, güçlü ve bilgili olmayı gerektiren göç eylemi; Türk toplumunu, geçmişine önem veren, paylaşımcı, dayanışmacı ve yenilikçi bir toplum yapmıştır. Durağanlığı, tutuculuğu ve uyuşukluğu sevmeyen; her zaman devingen ve atak, öğrenmeye ve bilime önem veren, doğayı ve insanı esas alan Türkler; bu nitelikleri büyük oranda, binlerce yıl süren göç eylemi nedeniyle kazanmıştır.


Tarih Dönemi


Tarım ve madencilik bulunana dek, toplayıcılık ve arkasından gelen hayvancılık dönemleri, aynı zamanda göçebe yaşam biçiminin geçerli olduğu dönemlerdir. Dünyadaki tüm toplumlar bu dönemi, değişik zamanlarda ve biçimlerde yaşadılar. Tarım ve madenciliğin bulunmasıyla, yerleşik yaşam’a geçildi; o günden sonra göçebe ve yerleşik yaşam biçimleri, varlıklarını binlerce yıl birlikte sürdürdüler.
Türkler göç, göçebelik ve göçerliği, kendine özgü koşullar ve özelliklerle, yoğun biçimde ve çok uzun süreler birlikte yaşadılar. Hayvancılığın geçerli olduğu göçebelik, bu dönemden geçen tüm toplumlar tarafından yaşanmıştı ancak Orta Asya’da yaşananlar hem süre, hem nitelik ve hem de taşıdığı özellikler bakımından farklıdır. Özellikle Büyük Göçlerin, başka toplumlarda görülmeyen bir özgünlüğü vardır. Çok yönlü, geniş kapsamlı ve çok etkili bir girişim olan bu eylem, yalnızca Türk tarihine değil dünya tarihine de yön ve biçim vermiştir.

Büyük Türk Göçleri

Büyük Göçler; nüfus, iklim ve doğa koşullarının değişmesi nedeniyle, yeni yaşam alanları bulmak için; yerleşik ve göçebe, toplumun tümünün katıldığı, zorunlu olarak girişilen olağanüstü bir eylemdir. Büyük Göçler’le göçebe’liği birbirine karıştırmamak gerekir. Göçebelik, her toplumda geçilmiş dönemsel bir yaşam biçimidir. Büyük Göç’ler çok ayrımlı bir iştir. Göçerlik ise, yerleşik yaşama geçen göçebelerin, belirli aylarda yinelenen mevsimsel devinimlerdir.
Çin’e, Hindistan’a ya da Batıya yönelen Büyük Göçler, toplumun tümünün katıldığı bir eylem olduğu için: taşınabilir tüm malların yanında, insan unsuru olarak her meslekten insanı da kapsıyordu. Daha önce yerleşik yaşama geçmiş olan tarımcı, madenci, zanaatçı, yazıcı, bilim adamı, din görevlisi ve bunların oluşturduğu kültür; Büyük Göçler’le çok uzak yörelere taşınıyordu.
Ayrıca, binlerce yıl süren bu göçler çoğu kez, daha önce göçüp yerleşmiş olanları da, eğer göç yollarına denk geliyorsa sürüklüyor ve içine alarak götürüyordu. Büyük Göçler bir milletin, yeni topraklara kendi uygarlığıyla birlikte taşınmasıydı.
Göç edenler, yurt tuttukları yerlere getirdikleri kültürle, insansız bölgelerde tek başlarına, yerleşik yerlerde ise yerel uygarlıklarla kaynaşarak daha ileri uygarlıkların oluşmasına neden oldular. Kimi yerde yerel uygarlıklar içinde eriyip kimliklerini yitirdiler, kimi yerde onları kendi içinde eritip Türkleştirdiler. Ancak her iki tür gelişmede de tarım ve hayvancılık merkezli ikili yaşam biçimi, varlığını uzun süre korudu; sonuçta, geniş bir coğrafya alanı, Türkleşti, Türkler buralarda yerel halk durumuna geldiler.
Türkler’i “çadır ve attan başka bir şeyi olmayan göçebe çobanlar” diye tanımlayan Batının kimi tarihçileri, geniş bölgelerde sağlanan egemenliği, yalnızca fetih ve savaşçılık’la açıkladılar. Oysa, savaş ve silah üstünlüğü için başlıbaşına gelişkin bir uygarlığın gerekli olması bir yana bırakılsa bile, geri bir uygarlığın daha ileri bir uygarlığı şiddete dayanarak eritebilmesinin tarihte görülmüş bir örneği yoktu. Türkler’in sayılarının azlığına karşın, üstelik zora dayalı özümlemeye (asimilasyona) başvurmadan, başka kültürleri içinde eritebilmesinin (ve doğaldır ki erimesinin), kültürel düzey ayrımlılıklarından başka bir açıklaması olamaz.

Anadolu’nun Türkleşmesi

M.S.11.yüzyıldaki son büyük Türk göçünde o dönemde 8 milyon insanın yaşadığı düşünülen Anadolu’ya gelen göçmen sayısını; Claude Cohen 200-300 bin, Prof.İbrahim Kafeslioğlu ise 550-600’den fazla olamayacağını ileri sürmüştür.1 Bu denli az bir nüfusla Anadolu’nun tümünü Türkleştirmek, elbette salt fetih ya da savaşçılık’la açıklanamaz.
Anadolu’ya 1071’de gelenler getirdikleri kültürü, buraya daha önce göçen Türkler’in koruyup geliştirdikleri ortak kültürle bütünleştirdiler ve bu kültür üzerinde, ileri bir yönetim düzeni kurdular. Güce değil özgür seçime dayanan Türkleşmeyi, Anadolu’da bu yönetim aracılığıyla sağladılar.
1071, Göçler’in son noktasıydı ancak Anadolu’nun Türkleşmesi, tarih kadar eski bir olaydı. Tarihçi Mükrimin Halil Yınan’a göre Anadolu’daki Türk varlığı, son göçlerden çok daha geriye gidiyor ve “Hitit dönemi nüfusunun yanı sıra Anadolu’da çok daha önceden yerleşmiş olan Türk boyları bulunuyordu...” 2
Doğan Avcıoğlu’na göre, Bulgar Türkleri M.S.530’da Fırat-Trabzon bölgesine; Avar Türkleri M.S.557’de Doğu Anadolu’ya ve sınır bölgelerine, Bizans İmparatorlarının onayıyla yerleşmişlerdi. Hazarlar, Fergana Türkleri, Peçenekler; 1071’den önce Anadolu’ya yerleşen Türk boylarıydı.3 Prof.Mustafa Akdağ, Bizans’ın elinde olduğu dönemlerde Türkmenler’in Anadolu’ya girdiğini, “yaylalardan yararlanıp Bizans kentleriyle ticaret yaptığını” ve bu “kentlere yerleştiğini” söylemektedir.4

Nitelik

Büyük Göçler gelir amacıyla yapılan fetih ve yağma eylemleri değil, millet varlığını korumak ve yaşamını bu varlık içinde sürdürebilmek için, yapılmak zorunda kalınan bir yurt edinme eylemidir. Amacı gereği barışçı ve insancıl, niteliği gereği savaşçı ve korumacıdır.
Göç boyunca ve yerleştiği yerlerde; yerel unsurlarla birlikte yaşamayı bilmiş, kendisiyle birlikte olanların da güvenliğini sağlamış ve onların gelişmelerine ortam hazırlamıştı. Büyük Türk göçleri, kapsam ve nitelik olarak, Amerika’ya yönelen ve yerel halkı kültürleriyle birlikte yok eden Avrupa göçlerinden çok başka bir eylemdir.

Yerleşikler, Göçerler, Göçebeler

Kentlerde yaşayan yerleşik Türkler’e, Orta Asya’da sart adı verilirdi. Ticaret, zanaat, dokumacılık ve maden işlemeciliğiyle varsıllaşan sartlar; eğitimden sanata, bilimden bilgeliğe, bürokrasiden mimarlığa dek birçok alanda uzmanlaşmışlar ve gelişkin bir kent yaşamı gerçekleştirmişlerdi.
Sartlardan başka, kasaba ve köylerde yaşayan ve tarım, dokumacılık ve hayvancılıkla uğraşan yerleşik ya da yarı yerleşik göçerler vardı. Bu kesim, göçebelikle yerleşikliğe geçişin ve kentleşmeye yönelişin geçiş noktasıydı. Bir başka kesim ise, yerleşik yaşamları olmayan ve sürekli yer değiştiren göçebelerdi.
Başlangıçta nüfusun çoğunluğunu oluştururken, süreç içinde sayı ve güçleri azalan göçebeler, doğal olarak hayvancılıkla uğraşır, yerleşiklerle mal değiş tokuşu yapar ve zorunlu kaldıkları kimi durumlarda onların mallarına el koyarlardı. Karşılıklı gereksinimler nedeniyle birlikte yaşanır ancak bu birliktelik, hemen her toplumda yaşanmış olan kır–kent çelişkisinin kendine özgü izlerini taşırdı. Yerleşikler, göçebeleri, göçebeler de yerleşikleri hor görür, birbirlerini aşağılardı. Göçebelerin büyük bölümü, yerleşiklerin Müslüman olmasından sonra bu dini kendi yaşam özelliklerine uyarlıyarak kabul ettiler; bunlara Göçebe İslam Türkler (Türkmenler) denildi. Öbür bölümü ise şaman kalarak Göçebe Şaman Türkler (Uzlar) adını aldılar.

Yerleşik-Göçebe Çelişkisi

Yerleşik Türkler, göçebe Türkleri (Türkmenler’i) “İslam ve uygarlığa düşman dağlılar” olarak görüp aşağılarken; Türkmenler de yerleşikler’i “tembel, oturak, yatuk” diyerek küçümsediler ve onlar için kullandıkları Sard sözcüğünü “sarı it-sarı köpek” anlamında kullandılar.5
Evrensel boyutu olan kırkent çelişkisinin Türkler’e özgü biçimi olan bu karşıtlık, çok uzun süren ve acılarla dolu çatışmalardan geçerek, Türk kültürüne önemli zararlar verdi ve günümüze dek sürdü.
Yerleşiklerin önemli bir bölümü, 20.yüzyılın başına, Cumhuriyet’in kuruluşuna dek; dil ve tarih bilincinin gelişmesine gereken duyarlılığı göstermediler ve Arapça-Farsça karışımı bir dil kullandılar. Kendilerini Türk saymadılar. Saymamakla da kalmayıp, Türkçe’yi ve Türk geleneklerini yaşatmak isteyen Türkmenler üzerinde ağır bir baskı kurdular; Türklüğe Araplar’ın ve Bizans’ın aşağılayıcı yaklaşımıyla baktılar.6
Rus doğubilimci ve Türkoloğu Vasili Barthold, Türk yerleşikleri için şu saptamayı yapmıştır: “Orta Asya yerleşikleri, kendilerini önce Müslüman, daha sonra belli bir kent ya da bölgenin insanı olarak görürler. Gözlerinde, etnik kavramların hemen hiçbir değeri yoktur.”7

Göçlerin Nedeni

Orta Asya’da; kuraklık ve iklim değişikliği nedeniyle, tarım ve hayvancılık yapılamaz, nüfus beslenemez hale geldiğinde; göç zorunluluğu ortaya çıkar ve göçebe kavimler, önlerine kentli ya da köylü yerleşikleri katarak, yeni yerlere gidilirdi. Belirli aralarla yinelenerek binlerce yıl süren bu eylem, yerleşikler üzerinde zorlayıcı bir baskı oluşturur ve gönüllü olsun ya da olmasın onları da içine alırdı. Göçenler, gittikleri yerlerde tutunabilmek için, yerleşiklerin, kültür ve sanatına gereksinimleri olduğunu bilir; bilgiye ve üretim tekniklerine sahip bu insanları, kendi kültürlerini tamamlamak üzere birlikte götürürlerdi. Askeri güçleri ve örgütlenme yetenekleri bu olanağı onlara veriyordu.
Girişimin tarihi ilgilendiren yanı; yaratılmış olan bir uygarlığın kendi iç unsuru tarafından (göçmenler) yıkılırken; yıkıcıların yıktıklarıyla birlikte bir başka yerde, başka insanlarla kaynaşarak daha ileri uygarlıklar kurmalarıydı. Bu eylemi, insanlık tarihi açısından inceleyen Avusturyalı tarihçi Osvald Menghin, göçebe Türkler’in uygarlık gelişimine yaptığı katkı konusunda şunları söylemiştir: “Ural-Altay kavimlerinin dünya tarihine etkisi kesin olan iki önemli katkısı olmuştur; ekonomik değeri olan hayvancılığı geliştirme ve sosyal yaşamda olağanüstü devlet kurma yeteneği... Çalışkan fakat devlet kurmada yetersiz çiftçi kavimlerin yaşadığı büyük şehirler çevresindeki yüksek kültürler, ancak savaşkan çoban kavimlerin akınları sayesinde oluşabilmiştir. Dünyanın değişik yerlerinde, nerede güçlü ve sürekli bir devlet kurulmuşsa, orada muhakkak hayvan yetiştiren unsurlar vardır. Bunların kökü araştırılırsa sonuçta, Ural-Altaylı kavimlerin etkisiyle karşılaşılır.” 8
M.S.11. ve 14.yüzyıllar arasındaki son göç dalgası, Osvald Menghin’in görüşlerini kanıtlayan bir örnektir. Bu göçlerle, Selçuklu ve Osmanlı İmparatorlukları ortaya çıkmıştır. Prof.Fuat Köprülü, Osmanlı İmparatorluğu’nun kuruluşunu ele alan ve aynı adı taşıyan yapıtında Anadolu’ya yönelen son Türk göçlerinden, bu göçlerdeki göçebe-yerleşik birlikteliğinden söz eder.
Köprülü’nün son göçler için yaptığı değerlendirmeler, gerçekte tüm göçlerin ortak özelliğini ortaya koyar ve şöyledir: “Horasanda Büyük Selçuklu saltanatının kurulmasıyla başlayan büyük göçün Anadolu’ya getirdiği unsurlar, yalnız göçebe unsurlar değildi. Anadolu’ya gelen Türkler arasında, Orta Asya’da çok eski zamanlardan beri köy yaşamına, hatta kent yaşamına geçmiş her çeşit halk vardı. Bunlar yeni geldikleri yerlerde aynı yaşam koşullarını sürdürüyor: köylüler derhal köy kurarak tarımsal üretime başlıyor, kentliler ise kentlere yerleşiyordu.”9

Özgürlük Anlayışının Dünyaya Yayılması

Türk tarihi, Büyük Göçler ve göçleri ortaya çıkaran nedenler bilinmeden; dünya tarihi ise, bu göçlerin başka toplumlara yaptığı etki ve yarattığı sonuçlar anlaşılmadan kavranamaz. Yedi bin yıl süren göç’ler Türk toplumunun özyapısına (karakterine) biçim vermiş ve bugün de yaşamakta olan, belli ki daha da yaşayacak olan birçok toplumsal özelliğe kaynaklık etmiştir. Yokolmamak için örgütlü, güçlü ve bilgili olmayı gerektiren göç eylemi; Türk toplumunu, geçmişine önem veren, paylaşımcı, dayanışmacı ve yenilikçi bir toplum yapmıştır.
Durağanlığı, tutuculuğu ve uyuşukluğu sevmeyen; her zaman devingen ve atak, öğrenmeye ve bilime önem veren, doğayı ve insanı esas alan Türkler; bu nitelikleri büyük oranda, binlerce yıl süren göç eylemi nedeniyle kazanmıştır.
Orta Asya’da yaşam koşullarının bozulması nedeniyle daha iyi bir yaşam için, koşulları elverişli yeni yerler bulunmalı ve göç edilmeliydi. Güney ya da Batı ya da nerede varsa; sulak, ılıman, bereketli topraklar bulunmalı ve buraları yurt yapılmalıydı. Yeni yurda sağlamca yerleşilmeli ve bir daha göç etmek zorunda kalınmaması için bu yurt ne pahasına olursa olsun korunmalı, bunun için de örgütlü ve güçlü olunmalıydı. Bu yaklaşım, Türkler’in neredeyse genlerine işleyen “kutsal bir milli ülkü halini almıştı.”10 Zorunluluklara dayanan bu “ülkü” onlara; Çin’den Mısır’a, Hindistan’dan Avrupa’ya dek çok geniş alanlarda, devletler kurdurdu; kültürünü bu alanlara yaydırttı; Türkler’in, dünya tarihi içinde, hiçbir kavmin yapamadığı kadar uzun ve etkili yer almasını sağladı.

Kendi Gücüne Dayanma

Bozkır yaşamının bilgi, bilinç ve ilgi gerektiren ağır koşulları, işleri başkalarına yaptırmaya, yani insan çalıştırmaya bırakılmayacak kadar önemli kılıyordu. Başka toplumlarda, özellikle Batıda, toplumsal yaşamı sürdürmek için gerekli olan insan gücü büyük oranda; baskı altına alınmış, zayıf ve niteliksiz kişilerin çalıştırılmasıyla karşılanıyordu.
Asalak ve yerleşik köylü kültürünün doğal sonucu olan bu durum, toplumu ve insanı kendine yabancılaştıran bir baskı ortamı oluşturuyor; yalnızca çalışanlar değil, onlara bağımlı olan çalıştıranlar da özgür olamıyordu.
Ekonomik olarak hayvan yetiştiriciliğine, çobanlığa dayanan bozkır kültüründe ise, işgücü gereksinimi insanların kendi çalışmaları tarafından karşılanıyor; bu da kişisel ve toplumsal özgürlüğün öne çıkmasına neden oluyordu.
Slav kavimlerinde, Mısır’da ya da Çin’de enselerine boyunduruk vurularak çalıştırılan köleler; Hindistan’da paryalar, eski Yunan’da Aristotales’in “ehli hayvan ve canlı alet” dediği doğrudan mülk sayılan insanlar, Roma’nın ünlü köleleri; göçebe Türk toplumlarında bulunmuyordu, bulunmasına gerek yoktu.
Şiddet’in sürekli kılınıp kurumsallaştırılmasına kaynaklık eden büyük toprak sahipliği, iç baskı aracı olarak paralı askerlik ve ruhani egemenlik, bozkır kültüründe yer almıyordu. Toprak köleliğine (servage) gereksinim yoktu, herkes kendi işini kendi yapıyordu. Paralı askerlik söz konusu olamazdı, toplumun hemen tümü ücretsiz bir “orduydu”. Ruhani önderliğe gerek yoktu, toplumun hemen tüm bireyleri (savaşabilen herkes) karar süreçlerine katılabiliyordu.
Sosyalist bir düşünür olan Dr.Hikmet Kıvılcımlı Türk tarihinden söz ederken, göçebe savaşçıların barbarlığını kabul eder ancak bu barbarlığa üstün nitelikler yükleyerek onu yüceltir. Kıvılcımlı’ya göre; “Barbar olan alpler ve gaziler yerleşik uygarlardan üstündür. Bunlar; yüksek ahlaklı, ülkücü, yiğit, eşitlikçi ve paylaşmacı insanlardır; bu özellikler, içinde bulundukları üretim ilişkilerinin bir sonucudur. Barbar, ilkel de kalsa toplumcu bir kamu düzeninin çocuğudur. Eşitsizlik bilmez. Bu nedenle o korku ve yalan bilmeyen ülkücü bir yiğittir. Bu yiğitlerden oluşan toplum, ne denli az kalabalık olursa olsun, tüm üyeleriyle tek bir vücut gibi düşünüp davrandıkları için yok edilemez. Uygarlık insanları ise, ne denli çokluk olurlarsa olsunlar, içlerine kurt düşmüş kuru kalabalıklardır; barbar alplere karşı direnmeleri mümkün değildir. Alp’ler ve gaziler tarihcil devrim yaparlar. Yüksek ahlaklı gazi Türkler, Anadolu’da özel mülkiyeti kaldırıp adaletçi bir düzen kurmuşlardır. Türk, bir ordu-ulus olarak, sellerin kara parçalarını sardığı gibi ülkelere yayılmıştır. Ordu-ulus; korku, yalan bilmeyen, eşit ve özgür kan kardeşleri örgütünün bir örneğidir.”11
Tarihçi Jean-Paul Roux’un bozkır insanının özellikleri konusundaki yargıları, bir ölçüde Hikmet Kıvılcımlı’nın görüşleriyle örtüşür. Roux’un görüşleri şöyledir: “Yaşam biçimi özgürlük olan göçebe, baskı tanımaz bir ruha sahiptir. Hiçbir otoriteyi kabul etmez ancak kendi toplumu içinden çıkan bir şefi tanıyıp onu kabul ettiğinde, hiç zorluk çıkarmadan en sıkı disipline boyun eğer. Dünyada hiçbir insanın olamayacağı kadar öndere sadıktır. Ona saygı duyar ve asla ihanet etmez.”12
Friedrich Engels, “Devletin, Ailenin ve Özel Mülkiyet’in Kökeni” kitabında; askerî demokrasi olarak tanımladığı göçebe Türk toplumlarını, “despotik devlet biçiminin prototipi” olarak gördüğü Osmanlı devlet yapılanmasından ayırır ve şu saptamayı yapar; (Orta Asya toplumlarında y.n.) herkes kendi silahına sahip savaşçı olduğu için, boy üyelerinin eşit söz sahibi bulunduğu, ‘daha demokratik daha eşitlikçi’ bağımsız topluluklar ortaya çıkar...”13

DİPNOTLAR

  1. Türklerin Tarihi” D.Avcıoğlu, 1.Cilt, Tekin Yay., 1995, sf.45
  2. a.g.e. sf.142
  3. a.g.e. sf.142
  4. Türkiye’nin İktisadi ve İçtimai Tarihi” Prof. Mustafa Akdağ, Cem Yay., 1.Cilt, 1995, sf.344
  5. Çınaraltı Dergisi, Sayı 35, ak. a.g.e. sf.23
  6. Türklerin Tarihi” D.Avcıoğlu, 1.Cilt, Tekin Yay., 1995, sf.123
  7. Encyclopédie de I’İslam”, Cilt 4, sf.182, ak. D.Avcıoğlu, “Türklerin Tarihi” 1.Cilt, Tekin Yay., 1995, sf.123
  8. Archelogiai Ertesitö” Osvald Manghin 1928, sf.35–38, ak.Laszlo Rasonyı “Tarihte Türklük” Türk.Kül.Araş.Ens.Yay. 1988, sf.4
  9. Osmanlı İmparatorlu’nun Kuruluşu” Prof.M.Fuat Köprülü, Ötüken Yay., 1981, sf.100
  10. Türk Tarihinin Ana Hatları” Kaynak Yay., 2.Bas.1996, sf.332
  11. Hikmet Kıvılçımın Tarih Tezi” Murat Belge Birikim Der., Sayı 4; ak. D.Avcıoğlu, “Türklerin Tarihi” 1.Cilt, sf.102
  12. Orta Asya” Jean–Poul Roux, Kabalcı Yay., 2001, sf.39
  13. Türklerin Tarihi” D.Avcıoğlu, Tekin Yay., 1995, 1.Cilt, sf.103

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder