15 Mayıs 2014 Perşembe

ANADOLU’DA YUNAN İŞGALİ



Yunan Ordusu tarafından İzmir’de başlatılan silahlı şiddet, kendiliğinden ortaya çıkan anlık bir düşmanlık tepkisi değil; her yönüyle düşünülmüş, amacı belli ve planlı bir göç ettirme eylemiydi. Anadolu’yu, Antik Çağ’dan beri mülkünün bir parçası, Ege’yi bu mülkün iç denizi gören ve Alman Profesör K.Kruger’in “megalo manyak emeller” dediği, değişmez Grek anlayışına dayandırılmıştı. Megalo İdea, 3 bin yıl sonra, şimdi gerçekleşecekti. Belirlenen amacın doğal sonucu, ele geçirilecek topraklarda yaşayanların yerlerinden çıkarılması, yani göçe zorlanmasıydı. Böyle bir sonucu elde etmek için doğal olarak kıyım, üstelik iyi tasarlanmış bir kıyım gerekliydi. Engel tanımayan bir terör dalgasını, bağlarından boşanmış bir yoketme isteğiyle gittikleri her yere yaydılar. Saldırdılar, soydular, ırza geçip hakaret ettiler; yaktılar, yıktılar ve öldürdüler. Kendilerini, topraklarına geri dönen yeni efendiler olarak görüyorlardı. Müslüman halkı, terör yoluyla yaşadıkları topraklardan kaçıracaklardı.


15 Mayıs 1919; İzmir

İngiltere’nin Akdeniz Donanması Başkomutanı ve İstanbul İşgal Gücü Yüksek Komiseri Sir Arthur Calthorpe (1864-1939), 14 Mayıs 1919 gecesi saat 23:00’de, İzmir’deki İngiliz Garnizon Komutanlığı’na bir telgraf buyruğu göndererek, Mondros Mütarekesi ve Paris Barış Konferansı kararları gereği, kentin Yunan askeri birliklerince işgal edileceğini bildirdi; olası karışıklıkları önlemek için yardımcı olunmasını istedi. 15 Mayıs sabahı saat yedide; yani Calthorpe’un emrinden sekiz saat sonra Averoff ve Limnos zırhları, peşlerinde birçok nakliye gemisiyle birlikte limana yanaştı ve Yunan birlikleri karaya çıkmaya başladı.
Önce, bir efzun (püsküllü bir takke ile kısa etek giyen, Yunan ordusunun seçkin birlikleri) alayıyla 40. ve 50. Piyade Alayları ve kimi deniz birlikleri karaya çıktı. Türk birliklerinin bildirime uyup kışlalarında kalıp kalmadığını denetledikten sonra, asıl birlikler saat 11:00’de Kordon’a yayıldı. İngiliz birlikleri posta ve telgraf binalarını işgal etti. Calthorp, basına bir açıklama yaparak, Müttefik güçlerin güvenliği sağlayacağını bildirdi.
İzmir’in Müslüman mahallelerinde derin bir sessizlik vardı. Ancak, Osmanlı yurttaşı yerli Rumlar; erkekleri silahlı, kadın ve çocukları ellerinde mavi-beyaz Yunan bayraklarıyla kentin caddelerini doldurmuş, saldırganlığa hazır aşırı davranışlarla sevinç gösterilerinde bulunuyordu. Yunan askerleri, çevrelerinde silahlı sivillerle birlikte uzun bir yürüyüş kolu oluşturmuş, kente yayılıyordu. 9 Eylül 1922’ye dek sürecek ve Anadolu’yu yangın yerine döndürecek bir vahşet dönemi, o gün İzmir’de başlıyordu.

Vahşet

Saldırıların ilk hedefi, doğal olarak Sarıkışla ve buradaki Türk subayları oldu. İstanbul Hükümeti’nden direnmeme buyruğu alan birlikler, Kışla’da bekliyordu. Yunan birlikleri ve çevresindeki silahlı yerli Rumlar oraya yöneldiler.
O günün olaylarını, yüksek rütbeli bir Fransız subayı not defterine şöyle yazmıştı: “Yürüyüş kolunun önünde çok büyük bir Yunan bayrağı vardı. Herkes çılgınca ‘zito Venizelos’ diye bağırıyor, sancaktar durmadan bayrağı sallıyordu. Gösteri yapanlar, gürültü içinde gitgide kendilerini kaybettiler. Bu biçimde, içinde çok sayıda Türk askerinin bulunduğu büyük kışlanın önüne geldiler. Kışlada, silah altına yeni alınmış yedek subaylar, 56.Süvari Alayı’nın subayları ve düşüncesizce verilmiş emir gereği burada toplanmış başka birçok subay vardı. Bunlar, herhangi bir taşkınlığa neden olmamak ve kolayca suçlanmalarına bahane yaratmamak için kendi rızalarıyla silahlarını teslim ettiler. Sinirli, kederli ve yaptıkları bu gereksiz fedakarlıktan şimdiden pişman olmuş bu savunmasız insanlar, birbirlerine sokulmuşlardı. Bu sırada kışladan, tahrikçi bir Yunan ajanı tarafından patlatılan bir tabanca sesi ortalığı çınlattı. Bu, beklenen bir işaretti. Yunan askerleri hemen kışla karşısında mevzi aldılar ve bir ateş salvosu başladı. Ateşe makineli tüfekler de katıldı. Kışlanın içinde ölü ve yaralılar yere serildiler. Anlatılamayacak bir panik içinde silahsız insanlar koridorlara yığıldılar... Ateş kesilince elinde beyaz bir bezle bir Türk subay, görüşmeci olarak kışladan çıkmıştı, fakat derhal süngülendi ve yere yıkıldı. Daha sonra yeniden başlayan ateş yavaşlayınca, Türk komutan çıktı. Tehditler ve küfürler arasında, komutana bazı emirler verildi. Türk subay ve erler, kışlayı terk edecekler ve derhal gemilere bineceklerdi. Çıkış başladı, ayakta yürüyebilecek durumdaki yaralılar, arkadaşlarının yardımıyla kafileye katıldılar. Limana doğru yürüyorlardı. Kentin yerli Rumları, dindaşlarının kışkırtmasıyla heyecana gelerek toplanmışlardı. Hakaretler, tecavüz ve cinayetler başladı, Türk subaylar, tüfek dipçikleri ve süngülerle hırpalandılar. Üstleri arandı ve soyuldular. Fesler yırtılıp yere atılıp, ayaklar altında hırsla çiğneniyordu. Bu, her Müslüman Türk için, en büyük hakaretti. Yunan subayları olanları alkışladılar. Kalabalık bağırmak ve vurmaktan yorulunca, küfürler başladı. Türk subaylar iki sıra saldırgan arasında, yavaş yavaş yürümeye zorlandılar. Perişan kafile, sonunda liman önünde durdu. Ölü ve ağır yaralılar yola bırakılmıştı. Hayatta kalarak oraya kadar gelebilmiş olanlara; Petris kruvazöründen, destroyerlerden, İzmir’deki Yunan Bankası ve çevresinden ve civardaki Rum evlerinden ateş açıldı. Yunan denizciler birbirleriyle gülüşerek Türk subaylara nişan alıyorlardı. Otuz’dan fazla subay vurularak, binecekleri geminin önünde rıhtıma düştü. Geri kalanlar, türlü hakaretlerle bindikleri geminin ambarına, hayvanlarla beraber tıkıldılar.”1
İzmir’deki önceden tasarlanmış saldırı, kırk sekiz saat sürdü. Cadde ve sokaklardan başlayıp, çarşılara, konut ve işyerlerine uzanan bir insan avı başlatılmış; sınır konmamış şiddet, Fransız ordu kaynaklarına göre, o gün 300 Türk’ü öldürmüş, 600’ünü de yaralamıştı.2

Umarsız ve Yalnız

Evlerine kapanan İzmirli Türkler, örgütsüz, dirençsiz ve tepkisiz, sıranın kendilerine gelmesini bekleyen sessiz kurbanlar gibi, umarsız (çaresiz) ve yalnızdılar. Öç almayı amaçlayan düşmanlık o denli ölçüsüzdü ki, dizginlenmeyen saldırı, kimi zaman Türk olmayanları bile yanlışlıkla içine alıyordu. Valilikte çalıştıkları için fes giyen 15 Rum memur, Fransız Demiryolu Şirketi’nin gar şefi ve İngiliz uyruklu bir tüccar da öldürülmüştü. Olayları, İzmir’de görevli bir Fransız subayı şöyle anlatıyordu: “Rıhtımda ve kışlalar önünde, eşlerinden ya da oğullarından bir haber almak için bekleşen Müslüman kadınlar hakarete uğramış, çarşafları yırtılmıştır. Sokaklar, işlenen cinayetlerin izleri ve artıklarıyla doludur. Öldürmeler giderek yerini hırsızlıklara bırakmaktadır. Kimi Yunanlı tüccarlar, silahlı çeteleri, borç aldıkları alacaklıların evlerine saldırtıyorlar.”3

Metropolit Hrisostamos

Fener Rum Patrikliğine bağlı, Osmanlı yurttaşı bir “din adamı!” olan İzmir Metropoliti Hrisostomos, bunca vahşetin yaşandığı İzmir işgalini, kilisede yaptığı, daha sonra bildiri olarak dağıtılan konuşmasında şöyle kutsuyordu: “Bugün sizleri, muhteşem ve ilahi bir törene davet ettik. Bu öyle bir törendir ki, milletler uzun yüzyıllar boyunca, ancak bir kez gerçekleştirme şansına sahip olabilirler. Huşu ve saygıyla eğiliniz, ama başlarınızı dik tutunuz. Kardeşler, beklenen an gelmiştir. Yüzyıllık arzular yerine gelmektedir. Olağanüstü yıllar yaklaşmıştır. Irkımızın büyük umudu, anamız Yunanistan’la birleşmek yolunda, bağrımızı kızgın demir gibi yakan ve kavuran o şiddetli, derin ve yakıcı arzumuz, işte bugün, tarihi minnetle anılması gereken 15 Mayıs günü gerçekleşiyor. Bugünden sonra, büyük vatanımız Yunanistan’ın ayrılmaz bir parçası oluyoruz. Yunan tümenleri, Küçük Asya sahillerine çıkmaya başlamıştır. Yaşasın Helenizm.”4

Vahdettin’in İhaneti

İzmir’de işgale tepki gösterilmemesinin nedeni, ihanete varan teslimiyet anlayışının devlet yönetimine egemen olmasıydı. 13 Mayıs’ta Vahdettin’in gönderdiği bir Saray Kurulu, İzmir halkına, yakında gerçekleştirilecek olan Yunan işgalinin geçici olacağını, bu nedenle “her ne olursa olsun kan dökülmesine yol açacak” hareketlerden kaçınılmasını söylemişti.
Dahiliye Nazırlığı, işgalden birkaç gün önce İzmir Valiliğine bir yazı göndermiş, “silahlı direnişe izin verilmemesini”5 ve “işgal güçleri hangi dinden ve milletten olursa olsun onlara Türk misafirperverliğinin gösterilmesini”6 gerekli önlemlerin alınmasını istemişti. Padişah temsilcisi Süleyman Şefik Paşa, halkı Hükümet Konağı önüne toplamış ve burada, Padişah’ın yazılı buyruğunu (hattı hümayununu) okumuştu. İşgale direnç gösterilmemesinin nedeni buydu. Direniş, ancak işgalden sonra başlayacaktır.

Uyarıcı Etki

İzmir’in işgali, Anadolu’da 3,5 yıl sürecek yaygın ve şiddetli bir terörün başlangıcıydı, ama aynı zamanda ulusal uyanışın da başlangıcı oldu. Yunanistan’ın Anadolu’ya asker çıkarması, Türkler için kabullenilmesi ya da sessiz kalınması olanaksız bir girişimdi. Her sonuca katlanabilecek gibi görünen yorgun ve yoksul Türk halkında, işgalden hemen sonra, ‘şaşırtıcı’ bir hareketlilik başlamıştı. Nerede ve nasıl gizlendiği bilinmeyen bir ek güç devreye girmiş, güçlü bir direnme eğilimi, ülkenin her yerine yayılmıştı.
İzmir Yunanlılar değil de, örneğin İngiltere tarafından işgal edilseydi, Kurtuluş Savaşı belki de farklı bir yol izleyecekti. Ulusal mücadele yine sürdürülecek, ancak yorgun halk bu mücadeleye, her halde daha geç katılacaktı. İngiltere, Yunan Ordusu’nu Anadolu’ya göndermekle büyük bir hata yapmıştı. Saldırılarıyla yüz yıldır uğraştıkları Yunanlıları hiç sevmeyen Türkler’in, yapılarından gelen savunmaya dönük gizilgücü (potansiyeli) harekete geçirmişti. Mustafa Kemal, bu konudaki düşüncesini şöyle ifade eder: “Ahmak düşman İzmir’e gelmeseydi, belki de bütün ülke gerçekleri göremez halde kalırdı.”7

Yunan’a Duyulan Nefret”

İngilizler için beklenmedik bir gelişme olan, “Yunan işgaline karşı yurt düzeyinde başlayan milli tepki”8, Türk halkı için, son tutunma noktası Anadolu’yu kurtarma girişimiydi. Halkta yaygın olan kanıya göre, ana tehlike emperyalist politika uygulayan büyük devletler değil, ordusunu karşısında gördüğü Yunanistan’dı. Eğitimsizlik ve örgütsüzlük, yanıltıcı Batı propagandasıyla birleşince, bu yanlış ya da yetersiz görüş etkili olabiliyor; işgali yaptıran değil, yalnızca yapan görülebiliyordu. Ülkeyi, “İngiltere işgal edebilir, Amerika himayesine alabilir, ama Yunanistan asla gelemezdi”.
Açıkça dile getirilen bu görüş, Alaşehir Milli Kongresi Başkanı Hacim Muhittin Bey’in 21 Ağustos 1919’da söylediklerine şöyle yansıyordu: “Eğer işgal, askeri zorunluluklar nedeniyle olsaydı ya da öyle sayılsaydı ve bu işgal İngiliz, Fransız ya da Amerikalılar tarafından yapılsaydı, kimse ses çıkaramazdı. İşin içine Yunanlık girince, buna kamu vicdanı susamazdı. Milli coşkunluk bu nedenle ortaya çıktı.”9
Emperyalizm yeterince bilinmiyordu ancak Yunanlılığın ne olduğu iyi biliniyordu. Türk halkı bunu, Mora ve Girit ayaklanmalarından beri yüz yıldır, yaşadığı acılarla öğrenmişti. Palikarya dediği Yunanlıların, amacını ve neyin peşinde olduğunu kavramıştı.
Rum yönetimi altında yaşamak Türkler için söz konusu bile olmazdı. 3 Eylül 1919 tarihli bir istihbarat raporunda, “Türkler, Yunan denetimine girme olasılıklarının asla bulunmadığını belirtmektedirler. Anadolu’yu ikinci bir Makedonya durumuna getirmektense, gerektiğinde yaşamlarına fazla önem vermeyen bu insanlar, Yunanlılar’a karşı savaşarak ölmeyi yeğ tutmaktadırlar”10 deniliyordu.
Raporda yazılanlar doğruydu. Türkler için, Rum yönetimi altında yaşamak, gerçekten ölümden beterdi. Duyduğu nefretin gereğini yapmakta gecikmediler ve çatışmaya başladılar. Yunan işgalinden önce, her meslekten sıradan sakin insan, bir anda yenilmesi zor savaşçılar haline geldi.
Churchill, bu durum için daha sonra, “Türkler derin nefret ve kin beslediği, kuşaklar boyu düşmanı olan Yunanistan’a boyun eğeceğini anladığı an, denetlenemez hale geldi” diyecektir.11

Direniş

Yunan nefretini, Denizli Müftüsü, Ahmet Hulusi Hoca önderliğindeki Denizli Harekatı Milliye Reddi İlhak Cemiyeti, 10 Haziran 1919’da yayınladığı bildiride şöyle dile getiriyordu: “Güzel İzmir’imizi işgal eden Yunan canavarları, vilayetimizin içlerine doğru ilerliyor. Ayak bastıkları her yerde hadsiz hesapsız vahşet, tüyler ürperten alçaklıklar yapıyorlar, camilerimize Yunan bayrağı asıyorlar... Biz bu hain düşmana karşı ayaklandık. Bunları önce Menderes’ten bu tarafa geçirmemeye ve sonra vilayetimizden temizlemeye karar verdik... Yarın Yunanlılar’ın pis ve murdar ayakları altında inleye inleye ölmektense, bugün ya mertçe ölmeye, ya da şerefle, namusla yaşamaya azmettik.”12
Denizliyi Isparta izler. Fatih camisi hocalarından Hafız İbrahim (Demiralay), Ispartalı gönüllülerle bin kişilik Demiralay Müfrezesi’ni oluşturur ve başkanlığı altında kurduğu Isparta Milli Müdafaa-i Vataniye örgütünü, Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Derneği’nin şubesi haline getirir. Yunan ilerleyişine karşı, örgütü adına yayınladığı ve köylere dek tüm bölgeye yolladığı bildiride şunları söyler: “Sefil ve yolsuz Yunanlıların kirli ayakları altında ezilen aziz vatan topraklarının, hayat ve namusları perişan edilen dindaşlarımızın yardımına koşmak ve Ispartamızı koruyup savunmak için; Allahını, Peygamberini, dinini, vatanını seven Müslümanlara; canını, malını Allah adına feda etmek farz olmuştur...”13
Denizli ve Isparta’dan yükselen ses, Yunan ordusunun girdiği her yerden yükselmeye başlar ve hemen tüm Batı Anadolu’ya yayılır.
26-30 Temmuz 1919’da Birinci, 10 Ekim 1919’da İkinci Balıkesir Kongresi toplanır. Alaşehir, Soma, Salihli ve Uşak delegelerinin katıldığı Alaşehir Kongresi, 16-25 Ağustos 1919’da yapılır.

Unutulan Yıllar

Yunan Ordusu’nun, 3,5 yıl boyunca Anadolu’da yerli Rumlarla birlikte uyguladığı terör, yalnızca bugün değil, geçmişte de yeterince açığa çıkarılmamış bir konudur; Batı kamuoyunda bilinmediği gibi, terörün doğrudan hedefi olmuş Türkiye’de de bilinmemektedir. İlginçtir ki, bugün konuşulan, Anadolu’yu yangın yerine çeviren Yunan vahşeti değil, Türklerin Batı Anadolu’da “Rum soykırımı yaptığı” dır. Güney Kıbrıs Cumhuriyeti Parlamentosu, 1922’de Rumların Anadolu’dan çıkarıldıkları son gün olan 14 Eylül’ü, “Batı Anadolu Rumları Soykırım Günü” ilan etmiştir. Yunanistan Dışişleri Bakanı Teodoros Pangalos, 1997’de, “hırsız, katil, ırza geçen Türkler’le, müzakere yapmamız mümkün değildir” diyebilmiştir.14

Megalo İdea

Yunan Ordusu tarafından İzmir’de başlatılan silahlı şiddet, kendiliğinden ortaya çıkan anlık bir düşmanlık tepkisi değil; her yönüyle düşünülmüş, amacı belli ve planlı bir göç ettirme eylemiydi. Anadolu’yu, Antik Çağ’dan beri mülkünün bir parçası, Ege’yi bu mülkün iç denizi gören ve Alman Profesör K.Kruger’in “megalo manyak emeller”15 dediği, değişmez Grek anlayışına dayandırılmıştı.
Megalo İdea, 3 bin yıl sonra, şimdi gerçekleşecekti. Ruh bozukluğu yaratan bu heyecanla saldırdılar. Subay ve erler yıllarca bu iş için eğitilmişlerdi. Arkalarında İngiltere, yanlarında, yetmiş yıldır toprak satınalarak buralara yerleşen işbirlikçi yerli Rumlar vardı. Ordularının donanımı iyi, morali yüksekti. Anadolu’ya bir daha çıkmamak üzere, kesin biçimde yerleşmek için geliyorlardı.
Belirlenen amacın doğal sonucu, ele geçirilecek topraklarda yaşayanların yerlerinden çıkarılması, yani göçe zorlanmasıydı. Böyle bir sonucu elde etmek için doğal olarak kıyım, üstelik iyi tasarlanmış bir kıyım gerekliydi. Engel tanımayan bir terör dalgasını, bağlarından boşanmış bir yoketme isteğiyle gittikleri her yere yaydılar. Saldırdılar, soydular, ırza geçip hakaret ettiler; yaktılar, yıktılar ve öldürdüler. Kendilerini, topraklarına geri dönen yeni efendiler olarak görüyorlardı. Müslüman halkı, terör yoluyla yaşadıkları topraklardan kaçıracaklardı. Sistemli kıyımın nedeni buydu. Berthe G.Gaulis bu amacı şöyle özetlemişti: “Yunanlılar için, öz unsurlarının yok edilmesi Anadolu’yu sömürgeleştirmenin tek yoluydu. Bu nedenle yok etmeye yönelik bütün çabaları; kutsal binaların, tarihi yerlerin, belediye mülklerinin, kısacası, Türk milletinin yerinde kalmasını sağlayan herşeyin yok edilmesinde toplanıyordu.”16

Yayılan İşgal

Yunan Ordusu, içine aldığı ya da milis olarak silahlandırdığı yerli Rumlar’la birlikte, hızla İzmir’in çevresine yayıldı. Bir ay içinde Urla (16 Mayıs), Çeşme (17 Mayıs), Menemen (21 Mayıs), Manisa (26 Mayıs), Aydın (27 Mayıs), Tire (28 Mayıs), Ayvalık (29 Mayıs), Ödemiş (1 Haziran), Akhisar (5 Haziran), Bergama (12 Haziran) ve Salihli’ye (23 Haziran) girdiler.
Daha sonra İzmit’ten Balıkesir, Bursa, Uşak, Afyon ve Eskişehir’e, Ankara’nın dibindeki Haymana Ovası’na dek, hemen tüm Batı Anadolu’yu ele geçirdiler. Girdikleri her yerde, İngilizler’in bilgisi ve sessiz onayıyla, dünya kamuoyundan ustaca gizlenen, sınırsız kıyım uyguladılar.

Menemen

Menemen’de korumasız halka yöneltilen saldırı, aralıksız üç gün sürdü. Bu süre içinde üçyüz kişi öldürülmüş, tarlalarda ekin kaldırmaya giden yedi yüz köylü, geri dönmemişti. Menemenli tüccarların malları yağmalanmış, altınları alınmıştı.17 hemen her Müslüman aile bir ölü vermişti.
Fransız birliklerinden, 6.Demiryolu İstihkam Bölüğü’nün Menemen istasyonunda görevli çavuş Pichot, Menemen’de olanları gördükten sonra, İzmir’deki yüzbaşısına şu mektubu yazmıştı: “Burada geçen çok üzücü olaylar ve hiçbir yardımcım olmaması nedeniyle, beni buradan almanızı ve Yunanlılar’ın olmadığı bir yere atamanızı rica ederim. Burda hayat çekilmez bir hal aldı. Gördüklerim ve duyduklarım nedeniyle, büyük bir nefret duymaktayım. Dün Bergama’dan dönen Yunan askerleri, Gar meydanında bir açık hava pazarı kurdular; elbise, gümüş takımları, mücevherler, ayakkabılar gibi yağma edilmiş eşya satıyorlar. Bunlar, İngiliz yetkililerin kendilerine rastladıkları her Türk’ü öldürmelerini emrettiğini, bu yolla elde ettikleriyle, Fransız askerlerini de giydirip kuşatıp donatacaklarını, savaşı kazandıklarını, gerekirse Fransa’yla bile savaşmaya hazır olduklarını övünerek söylüyorlardı.”18

Aydın

Yunan kırımının boyutunu gösteren ikinci belge, Rahibe Marie’ye aittir ve Aydın’da yaşananları aktarır. Bölgede uzun yıllar misyoner olarak çalışan ve olayları yakından izleyebilecekleri bir konumda olan Rahibe Marie, hazırladığı raporda şunları yazıyordu: “24 Haziran Salı. Öğleden sonra kentin güneyine giden Yunan birliği, akşam saat 08:00’de Emineköy’ü ateşe verdikten sonra kente döndüler. Askerler, tüfeklerinin ucundaki süngülere, yağmadan ele geçirdikleri şeyleri takmışlardı. Yol kenarındaki ırkdaşları onları, sanki dünyayı fetihten geliyorlarmış gibi alkışlıyorlardı. 28 Haziran Cumartesi öyleye doğru silah sesleri yeniden duyulmaya başladı. Türk mahallelerinden ateş ediliyor, evler yanıyordu. Kaçmak isteyen Türkler, Yunan askerlerince yanmakta olan evlere tıkıldı. Bir kısmı da, süngülerin ucuyla dürtülerek kolay yağma yapmak için oradan uzaklaştırıldı. Bunların çoğu öldürüldü. Akşam saat 06:00’da, bir Türk aile bize gelerek sığınmak istedi. Yangın gece boyunca, Türk mahallelerinin tümüne yayılarak, bütün korkunçluğuyla sürdü. Türkler sokak ortasında öldürülüyordu.”19

Söğüt, Bilecik

Berthe G.Gaulis, Ankara’ya gelirken Söğüt ve Bilecik’te yaşananlardan çok etkilenmiş ve gördüklerini kendine özgü anlatımıyla yazıya dökmüştür. Yazdıkları, uygulanan kıyımı ve Türk insanının çektiği acıları, gerçek boyutuyla aktaran saptamalar; tarihsel değeri olan belgelerdir. Gaulis gördüklerini şöyle aktarır: “Söğüt’e doğru geliyoruz. İleri geçen Türk topçusu ile karşılaşıyoruz. Malzeme ve yiyecek bulmanın korkunç sorunlarını yaşıyorlar. Düşman köprüleri atmış, köyleri yakmış. Her yerde üstleri hâlâ tüten kararmış taşlar. Yokedilmiş yuvalarının yıkıntıları içindeki zavallı insanlar, ölü hayvanlarına, harap olmuş meyvalıklarına, yakılmış tarlalarına bakıp duruyorlar. Bütün bunlar, Anadolu’nun o muhteşem ilkbaharının yeşillikleri içinde oluyor. Bölgenin en güzel kasabası Söğüt’te, Ertuğrul Gazi’nin türbesine bekçilik eden bu ince kasabada, yerel komutanın yanında duruyoruz. Eşraf yanımıza geliyor; ‘bunları İngilizler istedi, Yunan İngiliz’in uşağıdır’ diyor... Ay ışığında, Söğüt, hâlâ kanayan yaralar üzerine inen bir kasaba karartısından başka bir şey değil. 1054 haneden, 800’ü yakılmıştı. Camiler, okullar, dükkanlar, evler; parçalanmış, dinamitle patlatılmış ve Alman pastilleriyle ateşe verilmişti. Yıkıntılar altında kalan insan ölüleri, pis kokularını belli etmeye başlamıştı. İhtiyarlar bile öldürülmüş, kadınlara kızlara tecavüz edilmişti. Anadolu köylüsü, insanların en sakini, en disiplinli olanı, en çalışkanı ve en iyi askeridir. Seçtiği şefe her zaman en sadık adamdır... Ne kadar çok görmüşümdür; bu insanlara her türlü maddi zarardan bin kez daha acı veren şey; kadınlara, çocuklara yapılan tecavüz ve kutsal yerlerin kirletilmesiydi. Yitirdikleri mallar için söyleniyorlardı, ama bu tür iğrenç suçları asla affetmiyorlardı. Böyle bir manzara karşısında yabancı tanık ne yapabilir ki?...”20

İnsanlık Sorunu

Anadolu’daki Yunan kırımı, yakıp yıkma ve yok etmelerle birlikte, İzmir’in kurtuluşuna dek 3,5 yıl sürdü. Bu süre içinde; öldürme, yaralama, tecavüz ve yağma gibi suçların miktarı ve ne kadar insan öldürüldüğü tam olarak bilinmemektedir. Bu ülkede yaşayıp varsıllaşan, üstelik ülkenin asal unsuru Türklerden bile ayrıcalıklı konumdaki insanların; uyruğu bulunduğu ülkeye ve birlikte yaşadığı insanlara ihanet edip bu denli acımasızlıkla saldırması, elbette bir insanlık sorunudur. Birçok kimse için, anlaşılması zor bir acıklı durumdur (dramdır).
Doğuda Ermeniler, Batıda Rumlar, girdikleri yerlerde uyguladıkları sistemli terörden başka, çekilirken her yeri ve her şeyi yakıp yıktılar. Ülkenin Doğusu ve Batısında, neredeyse oturacak ev, yaşayacak kent ya da köy kalmamıştı. Erzurum, Ağrı, Kars ve çevreleri, Kocaeli, Bilecik, Bursa, Balıkesir, Kütahya, Afyon, Uşak, Denizli, Manisa, İzmir, ilçe ve köyleriyle yakılmış, büyük bölümü ağır hasar görmüştü. 830 köy tümüyle, 930 köy kısmen yakılmıştı. Yakılan bina sayısı 114 408,hasar gören bina sayısı 404’dü.21
Mustafa Kemal-Bir İmparatorluğun Ölümü adlı bir yapıtı bulunan Fransız tarihçi Benoit Méchin, Yunan Ordusu’nun 30 Ağustos 1922’den sonra İzmir’e doğru kaçarken yaptıkları konusunda şunları yazar: “Yunanlılar, Anadolu yaylasının taşlı ovaları arasında, arkalarında olağanüstü miktarda savaş artığı bırakarak kaçtılar. Hem kaçanlar hem de kovalayanlar, insanlar ve atlar, ölüler ya da yaralılar, üstlerine yapışmış bir toz tabakasıyla örtülmüştü. Sineklerin ve akbabaların yemi olan cesetler, cehennem gibi bir sıcak altında çürüyorlardı. Kaçan Yunanlılar çocuk, kadın, yaşlı gözetmeksizin önlerine çıkan bütün Türkleri öldürüyordu. Kaçanlar, büyük bir Hıristiyan kalabalığına dönüşmüş, köyleri yakıyor, su kuyularına zehir atıyordu... Eskiden, Yunan işgalinden önce; tahıl ve meyvanın bol yetiştiği, verimli otlaklar, bağlar ve sebze bahçeleriyle dolu Ege ovaları, şimdi, acı veren bir boşluk haline gelmişti. Köyler, gözlere yalnızca üzerinde duman tüten görüntüler sunuyordu. Yakılan bağ ve bahçeler, korkunç biçimde parçalanmış cesetlerle doluydu. Kadınlar, ırzına geçildikten sonra ağaçlara çarmıha gerilmişti. Çocuklar, canlı olarak samanlık kapılarına çakılmıştı. Bütün bu dehşet sahnelerinin üzerinden, bir de yanmış insan cesetlerinin mide bulandırıcı kokusu geliyordu...” 22

DİPNOTLAR

  1. Kurtuluş Savaşı Sırasında Türk Milliyetçiliği” Berthe Georges-Gaulis, Cumhuriyet Kitapları, İstanbul-1999, sf.56-58
  2. a.g.e. sf.60
  3. Kurtuluş Savaşı Sırasında Türk Milliyetçiliği” B.G.Gaulis, Cumhuriyet Kit., İstanbul-1999, sf.60
  4. Sancılı Yıllar:İzmir 1918-1922” Engin Berber, Ayraç Yay., 1997, sf.218
  5. a.g.e. sf.58-59
  6. Tamu Yelleri”, Esat K.Ertur, T.T.K. Ankara-1994, sf.158
  7. Milli Kurtuluş Tarihi” Doğan Avcıoğlu, I.Cilt, İst. Mat., 1974, sf.19
  8. Milli Kurtuluş Tarihi” D.Avcıoğlu, I.Cilt, İstanbul Mat., 1974, sf.18
  9. Milli Kurtuluş Tarihi” D.Avcıoğlu, I.Cilt, İstanbul Mat., 1974, sf.23
  10. a.g.e. sf.25
  11. a.g.e. sf.27
  12. Anadolu Inkılabı-Milli Mücadele Anıları”, Miralay Mehmet Arif Bey, Arba Yay., 2.Bas., sf.20
  13. Milli Kurtuluş Tarihi” D.Avcıoğlu, III.Cilt, İst. Mat.,-1974, sf.1012
  14. Pangalos Türkiye’ye Hakaret Yağdırdı”, Cumhuriyet, 25.09.1997
  15. Kemalist Türkiye ve Ortadoğu” K.Kruger, Altın Kit. Yay., 1981, sf.16
  16. Çankaya Akşamları-II”, B.G.Gaulis, Cumhuriyet Kit., 2001, sf.12
  17. Kurtuluş Savaşı Sırasında Türk Milliyetçileri”, B.G.Gaulis, Cumhuriyet Kit., İst.-1999, sf.63
  18. a.g.e. sf.63-64
  19. a.g.e. sf.64-65
  20. Çankaya Akşamları-II”, B.G.Gaulis, Cumhuriyet Kit.,2001, sf.10-14
  21. Atatürk Zamanında Türk Ekonomisi” Prof.Dr.Ferudun Ergin, Yaşar Eğitim ve Kültür Vakfı Yay., No:1, sf.19
  22. Mustafa Kemal” Benoit Méchin, Bilgi Kit., Ank.-1997, sf.220-221

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder