19 Ocak 2015 Pazartesi

KÜRESELLEŞME VE DİN


Son 30 yıllık dönemde etnik ve dinsel yapılanmaların güçlenip yayıldığını görüyoruz. Dünyayı tanımayan, örgütlenme birikimi olmayan, akçalı (mali) kaynaklardan yoksun geri ve eğitimsiz insanlardan oluşan etnik ve dinsel yapılar; 1980’lerden sonra birden bire ekonomik ve siyasi gücü yüksek küresel örgütler durumuna geldi. İkiyüz yıllık demokrasi birikimi ortada dururken Batıda feodalizm ortadan kaldırılmışken; toplumsal gelişime ve demokratik yaşama ters bu gelişme, bu denli yaygınlıkla nasıl ortaya çıkabiliyor? İnancın ve etnik kimliğin özgürleşmesi olarak ileri sürülen bu gerici yönelme neye dayanıyor? Kime nasıl yarar sağlıyor?


Din Üzerinden Siyaset

Küreselleşme uygulamalarının tekelci şirket çıkarlarına dayandığı ve bu uygulamaların büyük devlet politikalarının stratejik öncelikleri olduğu; bugün herkesin gördüğü somut bir gerçektir. Kolay görülebilecek bir başka gerçek ise, küresel politikaların gelişip güç kazanmasıyla, feodal kalıntıların ve dinsel yapıların yozlaşarak güçlenmesidir.
Din, dil, mezhep, etnik köken ayrımları; uluslararası boyutu olan örgütlenmelerle hemen tüm azgelişmiş ülkelerde politik eylemlere dönüşmektedir. Etnik ve dinsel örgütlenmenin, ulusal varlık üzerinde baskı oluşturacak kadar güçlenmesi, tarihsel gelişime ve toplumsal ilerlemeye uygun düşmese de yayılmasını sürdürüyor.
Etnik ve dinsel ayrılıkların siyasallaşması, kendiliğinden ortaya çıkan doğal bir olgu değildir. Yaratılması ve ayakta tutulması, mali ve siyasi güce dayanan tasarlanmış uygulamalardır. Bu nedenle gücü ve varlığı yapaydır. Kökleri sömürgeciliğe ve 20.yüzyıl emperyalizmine dayanan, şimdi küreselleşme adıyla yeni bir olguymuş gibi ileri sürülerek yaygınlaştırılan bu uygulama, büyük devlet politikalarının doğal sonucudur. Azgelişmiş ülkelerin, güçsüzleştirilerek parçalanmalarında etkili bir araç olarak kullanılmaktadır.

Sömürgecilikten Emperyalizme

Böl ve yönet” anlayışına dayalı bu politika, inanç ayrılıklarını; sömürgecilikten emperyalizme, bölgesel çatışmalardan dünya savaşlarına dek dörtyüz yıldır sürekli bir biçimde kullanmıştır. Aynı anlayış, bugün akçalı (mali) ve teknolojik olanakların itici gücüyle, amacı değişmeden sürmektedir. “Dinin” siyasileşmesi, doğrudan ve kesin olarak küreselleşme politikalarına bağlı olan bir gelişmedir.
İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ABD öncülüğünde geliştirilen Yeni Dünya Düzeni politikaları tüm Müslüman ülkelerde uygulandı. ABD tarafından geliştirilen bu “kurama” göre: “Komünizme karşı, İslam ve İslam ülkeleri kullanılacak ve Sovyetler Birliği Çin’den Yunanistan’a dek uzanan bir güvenlik kuşağı ile sarılacaktı.”
Yarım yüzyıla yakın uygulanan bu kuram, kuşak içinde yer alan İslam ülkelerinde, dinsel ya da etnik ayrılıkları dirençli siyasi devinimler durumuna getirdi. Sovyetler Birliği’nin dağılması, İran, Irak ve Afganistan’daki gelişmeler “Yeşil Kuşak” anlayışının erekleriydi.
Kurulup geliştirilen kimi dinsel örgütlenmeler, yönetim dışına çıkıp terör kümeleri oluşturdu. Bunlara karşı başka dinsel ya da etnik kümeler kullanıldı; “dinin” siyasallaştırılmasından vazgeçilmedi; vazgeçilmesi de olası değildi. Çünkü bu politikayı oluşturan nedenler siyasi değil, ekonomikti. “Dinin” siyasallaştırılmasının arkasında yatan temel neden, uluslararası şirket etkinlikleri ve bu etkinlikleri düzenleyen emperyalist politikalardı.
1980’lerden sonra dünyanın tümünü kapsayan, doğal olarak Müslüman ülkeleri de içine alan, yeni bir politik söylem ve bu söyleme uygun uygulamalar geliştirildi; küreselleşme sözleri bu dönemde yaygınlık kazandı.

Ulus Devletin Güçsüzleştirilmesi

Küreselleşme, insanlara yeni ve ileri bir dünya düzeninin habercisi olarak sunuldu ancak toplum yaşamında ortaya çıkan somut sonuç, toplum yaşamının çok hızlı bir biçimde ortaçağ geleneklerine doğru kayması oldu. Ekonomik yetmezlik ve ulusal çözülme içine giren azgelişmiş ülkelerde, paranın yaptırım gücü yüksek politik bir güç durumuna gelmesi, ona sahip olanlara, toplumsal yaşamın her alanına dilediği biçimi verme olanağını sağlamaktadır.
Etnik ayrılıkların yayılıp güçlenmesiyle, örgütlü “dinsel” yapılanmaların sayı ve etkilerinin artması, uluslararası sermayenin mali gücüne dayanılarak gerçekleştirilmiştir. Bu tür gelişmelerin temelinde, ulusal ya da sınıfsal nitelikli demokratik örgütlenme biçiminin güçsüzleşmesi, ulus devlet işleyişinin çözülmesi ve geleneksel partilerin etkisizleşmesi yer almaktadır. Günümüzün yaşanan gerçeği, siyasi partilerin, toplumsal gelişime uyum gösteren atılımları gerçekleştirecek demokratik bir yapıya kavuşmaları değil, inanç temeli üzerinde siyaset yapan kuruluşlar durumuna gelmeleridir. Bugün, “dinsel” ya da etnik yapılar partileşirken; partiler, inanç temelinde siyaset yapan yapılar durumuna gelmektedir.

Ayırımcılık ve İnanç Bozulması

Siyasi demokrasinin yüzyıllara dayanan birikimi ortada dururken, Batıda feodalizm ortadan kalmışken ve birçok ülke uluslaşma sürecini henüz yaşamamışken; tarihin akışına, toplumsal gelişime ve demokratik yaşama ters düşen bu tür gelişmeler, bu denli yaygınlıkla neden, nasıl ortaya çıkıyor? İnancın ve etnik kimliğin özgürleşmesi olarak ileri sürülen bu gerici yönelme nereye dayanıyor? Kime, nasıl yarar sağlıyor?
Soruların yanıtları vardır ve bu yanıtlar, tekelci şirket çıkarlarının yön verdiği küresel ilişkiler düzeninin içinde bulunmaktadır. Demokrasi sorunu olarak ileri sürülüp saldırgan bir politikaya dönüştürülen etnik ayrımcılık ya da dinsel düzen arayışı, birçok insanın sandığı gibi, demokrasinin ya da insan haklarının sınırları içine giren bir çaba değil; şirket çıkarlarıyla doğrudan uyum gösteren, ekonomik kaynaklı, küresel bir politikadır.
Ekonomik temeli olmayan politik yapılanma var olamaz. Bilinen bir gerçektir ki, her politik açılım temsil etmeye çalıştığı gücün çıkarlarını savunur. Geniş kapsamlı mali ve politik destekle güncelleştirilip küresel bir boyut kazandırılan etnik ve dinsel yapılanmaların, uluslararası şirket çıkarlarıyla, ekonomik anlamda nasıl örtüşme içinde olduğunun açık bir biçimde ortaya konulması gerekir.

Uluslararası Şirketlerin Gereksinimi

Etnik ve dinsel yapılanmaların, azgelişmiş ülkelere yönelik büyük devlet politikalarında temel stratejik öğe durumuna gelmesinin, uluslararası şirketlerin küresel çıkarlarıyla doğrudan ilişkisi vardır. Bu ilişkiyi gerçek boyutuyla kavramak için; uluslararası şirketler arasında 1980’lerden sonra yoğunlaşan “küçülme” eğilimlerinin, şirketler ve ülkeler üzerinde yaptığı etkiyi incelemek gerekecektir. Bu yapıldığında, etnik ve dinsel yapılanmalarla tekelci şirket çıkarları arasındaki ilginç ilişki kendiliğinden ortaya çıkacaktır.
John Naisbitt, Global Paradox adlı kitabında şunları söylemektedir: “Büyük şirketlerin özerk ve küçük birimlere bölünerek daha iyi çalışabileceklerini görüyoruz. Aynı durum ülkeler için de geçerli. Tek bir dünya durumuna gelmemizle birlikte parçalar küçülüyor ve şirketler için iyi işliyorlar... Din, kültür, dil ve etnik köken, insanlarda ait olma duygusunu güçlendiriyor. Yeni toplumlar bu bağlardan yaratılacak... Bu bağları korumak için gelişen yeni küresel eğilim zamanla tüm toplumları aynı davranış standartlarına ulaştıracak. Bu standarda uymayanlar uluslararası topluluğun sorgusuna uğrayacaklardır.”1
Burada söylenen, bölünme ve parçalanmayı amaçlayan, yaptırım gücü yüksek ve güce dayanan küresel bir politikadır. Büyük güçlerin kararlı birlikteliğiyle uygulanan bu politika, sonuçlarını kısa bir sürede vermiş ve yalnızca 1990-2000 yılları arasındaki on yılda 25 yeni ülke ortaya çıkmıştır.

Yerelleşmenin” Anlamı

Ulusların küçülmesi, yalnızca topraklarının küçülmesiyle sınırlı değildir. Ulus-devletin temelini oluşturan merkezi yönetim yetkilerinin yerelleştirilmesi, ulusal pazarın sınır değişikliğine gerek kalmadan küçültülmesi anlamına gelir.
Ulusal ekonominin yok olması, ulusal varlığın yok olması demektir. Azgelişmiş ülkeleri sömürge durumuna getiren ve yönetim bozulmasıyla başlayan bu süreç, yerelleşmeyi yaygınlaştırır; etnik ve dinsel yapıların siyasallaşmasını gündeme getirir.

Etnik ve Dinsel Ayrılığın İşlevi

Etnik ve dinsel ayrılıklar, küçülme projesinin mimarlarına, düşüncelerini uygulamaları için hazır ortam oluşturur. Bu nedenle, çözülme sürecine girmiş olan etnik ve dinsel yapıların canlandırılması gerekir.
Kurulmak istenen “yeni” düzenin gerçekleştirilmesi, para ve politikanın etkili gücü ve bağlayıcı uluslararası anlaşmalarla sağlanır. Gereksinim duyulan birikim, uzun yıllara dayanan bağımlılık ilişkileri ile yaratılmıştır. Yaratılan ortam, gerçekleştirilmek istenen amaç için son derece uygun bir zemin oluşturmaktadır.

Yerellikten Küreselliğe

Geçmişte gerçekten yerel olan ve ülkenin inanç kimliğini oluşturan kümelerin, hükümet desteği ile yerel bir “cemaat” olmaktan çıkarak küresel bir güç konumuna gelmesinin arkasındaki temel güç büyük devlet politikalarıdır. Dünyayı tanımayan, örgütlenme birikimi olmayan, mali kaynaktan yoksun, geri, eğitimsiz insanlardan oluşan etnik ve dinsel yapılanmaların; ekonomik ve siyasi gücü yüksek küresel imparatorluklar durumuna gelebilmesi bunun en açık kanıtıdır.
Büyük devletlerin etnik ve dinsel ayrımları siyasi araç olarak kullanmaları yeni değildir. Yeni olan, bu işin haber alma birimlerinin ilgi alanından çıkarılarak yasal düzlemlere taşınmış olmasıdır. ABD Temsilciler Meclisi, Mayıs 1998’de 41’e karşı 375 oyla kabul ettiği ve adına Uluslararası Dini Özgürlükler Yasası dediği bir yasayla; dinsel inançlara baskı uygulayan ülkelere yaptırım uygulanmasını kabul etti.2
ABD yönetimi ayrıca, Pentagon’un istek ve önerileriyle Virginia’da bir İslam ve Sosyal Bilimler Yüksek Okulu açtı. 2 Eylül 1999’da ilk mezunlarını veren “Yüksek Okul”un mezuniyet töreni, hükümet yetkililerinden büyükelçiliklere dek uzanan geniş yelpazeli bir katılımla gerçekleştirildi.3 Bu katılım, Amerika Birleşik Devletleri’nin “Müslümanlık İşleri” çalışmalarına verdiği önemi göstermektedir.

Emperyalizmin Din Siyaseti

ABD bugün, “Müslümanlık İşlerine” önem veren ülkelerin başında gelmektedir, ancak bu “önem” ne bugüne özgüdür ne de ABD ile sınırlıdır. 20.yüzyılın başlarında Almanya, Türkiye üzerindeki etkisini arttırmak için İslam Dinini yoğun olarak kullanmıştı. Osmanlı topraklarındaki cami ve pazar yerlerinde; Alman İmparatoru Wilhelm’in gizlice İslam Dinini seçtiği, kılık değiştirerek Mekke’ye hacca gittiği ve ismini Hacı Wilhelm Muhammet olarak değiştirdiğine yönelik söylentiler yayıldı. Almanlara yakın birtakım “din bilginleri”, Kur’ân’da Wilhelm’in müminleri kafir boyunduruğundan kurtarmak için, Allah tarafından görevlendirildiğini gösteren esrarengiz “ayetler” bile buldu.4

DİPNOTLAR

  1. Global Paradoks” J.Naisbitt, Sabah Kit., 1994, sf. 24-14
  2. Global Paradoks” J.Naisbitt, Sabah Kit., 1994, sf. 5
  3. a.g.e. sf. 5
  4. New Perspectives Quarterly (NPQ)” 2.C, Sa.5; ak. Hıdır Göktaş-Metin Gölbay, “Soğuk Savaştan Sıcak Barışa” Alan Y. 1994, sf. 40

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder