22 Ocak 2015 Perşembe

YENİ MESAJ GAZETESİYLE MİSYONERLİK KONULU SÖYLEŞİM (RÖPORTAJ)


Hıristiyanlığın 2 bin yıllık tarihi, bir bütün olarak ele alındığında, yüzlerce mezhebe karşın, genel çizgileriyle üç tür Hıristiyanlıkla karşılaşılır: İlk Çağ Hıristiyanlığı, Orta Çağ Hıristiyanlığı ve Yeni Çağ Hıristiyanlığı. Hıristiyan inancı, ekonomik-toplumsal düzenle ilgili olan bu dönemler içinde, birbiriyle çelişen anlayışlar, ayrımlı yapılanmalar ve değişik uygulamalar ortaya çıkarmıştır. Denilebilir ki, İsa’dan günümüze, üç tür Hıristiyanlık yaşamıştır. Köleci, Feodal ve Kapitalist üretim ilişkilerine denk gelen üç tür Hıristiyanlık... Varsıllığın kınanarak “yoksullukta eşitliğin” önerildiği ilk dönemde, “Cennet’ten tapu satılıp” dünyevi çıkar için “din savaşları” yapıldığı Orta Çağ döneminde ya da “toplumsal eşitsizliğin karşı çıkılmaması gereken bir Tanrı düzeni” olduğu söylenen Yeni Çağ Hıristiyanlığında, çıkış noktası sürekli özdekselliktir (maddiyattır). Başlangıçta yasaklanan faiz, Orta Çağ’da üstü örtülerek kullanılmış, Yeni Çağ’da kutsanarak düzenin temeline yerleştirilmiştir... Günümüz misyonerliği, sömürgecilikten gelen, temelinde emperyalist amaçların yer aldığı bir olgudur. Bugün, misyonerlikle savaşım demek emperyalizmle savaşım demektir; ya da bir başka söylemle, emperyalizme karşı savaşım vermeden, misyonerliğe karşı önlem almak olası değildir... Atatürk dönemi dışındaki (1923-1938) son 200 yıl içinde Türkiye’de sürdürülen misyonerlik çalışmalarının tümü, bölücülük amacı üzerine oturtulmuştur. Başka bir amacın varlığı sözkonusu olamaz. Bölücülük misyonerliğin temel ereğidir. “Din özgürlüğü”, “geri kalmış insanları aydınlatma”, ya da “hastalara-yoksullara insani yardım” gibi söylemler, kuşkusuz gerçeği yansıtmayan yaymaca sözcükleridir.



Adem Binici : Sözcük anlamıyla misyonerlik nedir?

Metin Aydoğan : Türk Dil Sözlüğü, misyonerliği, “Hıristiyanlık dinini yaymakla görevlendirilen kimse” ve “kendini bir düşünceye, bir ülküye adayan kişi” olarak tanımlıyor. Ancak, biliyoruz ki, söyleşimizde sözkonusu olan, Hıristiyanlığın yayılmasıyla ilgili olarak kullanılan anlamdır. Türkçe’de misyonerliğin sözcük karşılığı bulunmuyor çünkü Türklerde, kendi inancını başkalarına kabul ettirmek gibi, kurumsallaşan özel bir çaba, bir anlayış yoktur. Türklerin inançlarını yayması, misyonerlik olarak tanımlanan özel bir çabaya değil, kültürel gelişkinliğin çekici kıldığı, bu nedenle özgür seçime dayanan doğal bir sonuçtur; güce ya da siyasi çıkara dayanmaz.
Sözcüğün gerçek anlamıyla Hıristiyan misyonerliği ve onu yaratan Hıristiyanlık dini, Türk ya da Doğu toplumlarına göre ayrımlı anlayışların, değişik değer yargılarının ürünüdür. Hıristiyanlığın 2 bin yıllık tarihi, bir bütün olarak ele alındığında, yüzlerce mezhebe karşın, genel çizgileriyle üç tür Hıristiyanlıkla karşılaşılır: İlk Çağ Hıristiyanlığı, Orta Çağ Hıristiyanlığı ve Yeni Çağ Hıristiyanlığı. Hıristiyan inancı, ekonomik-toplumsal düzenle ilgili olan bu dönemler içinde, birbiriyle çelişen anlayışlar, ayrımlı yapılanmalar ve değişik uygulamalar ortaya çıkarmıştır. Denilebilir ki, İsa’dan günümüze, üç tür Hıristiyanlık yaşamıştır. Köleci, Feodal ve Kapitalist üretim ilişkilerine denk gelen üç tür Hıristiyanlık...
İlk Çağ Hıristiyanlığı, Roma köleciliğine tepkinin oluşturduğu ortaya çıkış dönemidir. Bu dönem o günün koşullarının doğal sonucu olarak; ‘iyiliğin egemenliğini’ isteyen, ‘varsılları kınayan yoksulları öven’, eşitliği ve barışçılığı öne çıkaran, Hıristiyanlığın ‘saf’ dönemidir. Orta Çağ Hıristiyanlığı, ilk dönem söylemleriyle tümden çelişen güç ve varsıllık dönemidir. Kilisenin bizzat kendisi; geniş toprakları olan, asker besleyen ve mahkemeler kuran büyük ve baskıcı bir güçtür. Bu dönemde din inancı alınıp satılan bir mal durumuna getirilmiştir. Yeni Çağ Hıristiyanlığı ise, öncülüğünü Protestanlık ve Kalvinizmin yaptığı kapitalist dönem Hıristiyanlığıdır. Bu dönemde Kiliseler’in tümü, sanayi toplumuna ve Avrupa liberalizmine denk düşen, ona hizmet eden din politikaları yürütmüştür.
Görüldüğü gibi, Hıristiyanlığın 2 bin yıllık geçmişi içinde, ekonomik-siyasi düzene bağlı olarak biçim değiştirmiş, ancak, her dönemde çıkış noktası olarak inanç değil, öyle görünse de özdeksel (maddi) güç alınmıştır. Varsıllığın kınanarak “yoksullukta eşitliğin” önerildiği ilk dönemde, “Cennet’ten tapu satılıp” dünyevi çıkar için “din savaşları” yapıldığı Orta Çağ döneminde, ya da “toplumsal eşitsizliğin karşı çıkılmaması gereken bir Tanrı düzeni” olduğu söylenen Yeni Çağ Hıristiyanlığında, çıkış noktası sürekli özdekselliktir (maddiyattır). Başlangıçta yasaklanan faiz, Orta Çağ’da üstü örtülerek kullanılmış, Yeni Çağ’da kutsanarak düzenin temeline yerleştirilmiştir.
Din inancına özdeksel çıkar girdiğinde, misyonerlik olarak tanımlanan eylemin devreye girmemesi kaçınılmazdı. Hıristiyan Batıda, ekonomik–siyasal düzenin egemenleri, misyonerliği orduları ya da tecimsel (ticari) ilişkileri gibi, çıkar için ustaca kullandılar.
Görevli kıldıkları ya da kişisel olarak gerçekten dine hizmet ettiğini sanan insanları, çıkar sağlayacağı toplumlara gönderdiler. Bu yolla ordularının olası girişimleri için ortam hazırladılar. Misyonerlik tanımı, bu nedenle, “Hıristiyanlığın yayılmasıyla” bütünleşti. Açıkça söyleyebiliriz ki Misyonerlik, din ya da inançla ilgili bir eylem değil, doğrudan ekonomik çıkarla ilişkili bir girişimdir. Misyonerliğe salt din açısından bakıp buna göre önlem almaya kalkılırsa, yanılgıya düşülmüş olunur. Günümüz misyonerliği, sömürgecilikten gelen, temelinde emperyalist amaçların yer aldığı bir olgudur. Bugün, misyonerlikle savaşım demek emperyalizmle savaşım demektir; ya da bir başka söylemle, emperyalizme karşı savaşım vermeden, misyonerliğe karşı önlem almak olası değildir.

Adem Binici : Misyonerlik yöntemleri nelerdir? (Türkiye’de uygulananlar) Misyoner faaliyetlere bir sınırlama getirilmesi gerekmiyor mu? Yoksa herkes inancının gereğini yerine getirsin ya da isteyen istediğine inansın mı?

Metin Aydoğan : Türkiye’de uygulanan misyonerlik yöntemlerini benim burada saymam, günlük gazeteleri (yurtsever yayın yapan gazeteleri) yinelemek olur. Her gazete okuru ya da, yaşadığı kentte neler olduğunu biraz izleyen her birey, bu yöntemleri değişik biçimleriyle görmektedir. Sınırlama sorunuza ise, sanıyorum yukarıda yanıt vermiş oluyorum. Herhangi bir kişi eğer, “ben emperyalizmden yanayım, gelip bizi sömürsün” diyorsa, misyonerliğe, elbette bir sınırlama getirmemelidir. “İsteyen istediğine inansın mı?” sorusuna olumsuz yanıt vermek, tarih boyunca hiçbir zaman inanç baskısı yapmamış olan biz Türkler için olası değildir. Kuşkusuz, isteyen istediğine inansın. Ancak, birinci sorunuza verdiğim yanıtta anlatmaya çalıştığım gibi misyonerlik inançla değil, sömürgecilikle ilişkili bir sorundur.

Adem Binici : Misyonerlik adı altında Türkiye’de bölücülük yapılıyor mu?

Metin Aydoğan : Atatürk dönemi dışındaki (1923-1938) son 200 yıl içinde Türkiye’de sürdürülen misyonerlik çalışmalarının tümü, bölücülük amacı üzerine oturtulmuştur. Başka bir amacın varlığı sözkonusu olamaz. Bölücülük misyonerliğin temel ereğidir. “Din özgürlüğü”, “geri kalmış insanları aydınlatma” ya da “hastalara-yoksullara insani yardım” gibi söylemler, kuşkusuz gerçeği yansıtmayan yaymaca sözcükleridir. Misyonerler, yurttaşı oldukları ülkenin ve bağlı oldukları merkezlerin politikalarını yürütürler. Bu da, yapıldığı ülke için kaçınılmaz olarak, bölücülük ya da daha geniş bir tanımlamayla kültürel yozlaşma ve ekonomik siyasi çözülme demektir.
Misyonerlerin Türkiye’de hangi anlayışla çalıştıklarını ve ne yapmak istediklerini daha iyi anlamak için, geçmişte yaşanmış olayları belgelere dayalı olarak aktarmak, okuyucu için daha yararlı olacağı kanısındayım. Örneğin Genelkurmay Başkanlığının yayımladığı Türk İstiklal Harbi adlı yapıtta, bugün için son derece aydınlatıcı olan bir misyonerlik belgesi vardır. Belge, Merzifon Amerikan Misyoner Okulu Direktörü Whit’in 1918’da Amerika’ya gönderdiği bir mektuptur. Mektupta şunlar yazılıdır: “Hıristiyanlığın en büyük düşmanı Müslümanlıktır. Müslümanların da en güçlüsü Türklerdir. Buradaki hükümeti devirmek için, Ermeni ve Rum dostlarımıza sahip çıkmalıyız. Hıristiyanlık için Ermeni ve Rum dostlarımız çok kan feda ettiler ve İslam’a karşı mücadelede öldüler. Unutmayalım ki, kutsal görevimiz sona erinceye kadar, daha pekçok kan akıtılacaktır.”
Whit’in bunları yazdığı günlerde, Mustafa Kemal Anadolu’da ulusal direniş örgütlemeye çalışıyor, mandacılar ise, Amerikan koruyuculuğunun (himayesinin) kabul edilmesi için var güçleriyle çalışıyordu.

Adem Binici : Misyonerliğin asıl amacı Anadolu’yu Hıristiyanlaştırmak mı?

Metin Aydoğan : Misyonerliğin asıl amacı Anadolu’yu Hıristiyanlaştırmak değil, Anadolu’nun jeolojik ve stratejik varsıllığını ele geçirmek için yozlaştırmak ve kimliksizleştirmektir. Hıristiyanlık bu amaç için kullanılan bir araçtır. Burada artık, sözkonusu olan, ‘din’ değil; siyasi-ekonomik bağımlılığın, inanç karmaşasının ya da azınlık isteklerinin birleştiği politik bir girişimdir. Türkiye ve Türkler tümüyle Hıristiyan olsa bile Batı kapitalizminin Türkiye’ye yönelik sömürgen baskısı sürecektir. Avrupalı Hıristiyanlar, konu ekonomik çıkar olduğunda, birbirlerini boğazlamıyorlar mı? Birinci ve İkinci Dünya Savaşları’nda, 80 milyon Hıristiyan diğer Hıristiyanlarca öldürülmedi mi? Emperyalizm, dini araç olarak kullanır ancak dine değil çıkara dayanır.
Avrupalıların, bağlı olarak misyonerlerin, Türkiye’ye ve Türklere bakışını Alman Profesör Fritz Neumark çok açık ve çarpıcı biçimde açıklamıştır. Türkiye’de de dersler veren bu bilim adamı; “Avrupalı Türkleri sevmez; sevmesi de mümkün değildir. Türk ve İslam düşmanlığı Hıristiyanların ve Kilisenin yüzyıllardır hücrelerine sinmiştir. Avrupalılar, Türkleri Müslüman olduğu için sevmez ama laiklik şöyle dursun, Türkler Hıristiyan olsa da, onlara düşman olmaya devam eder” derken, sorunuza belki de en iyi yanıtı o vermiş oluyor.

Adem Binici : 21.Yüzyıl ve gelecek için neler düşünüyorsunuz?

Metin Aydoğan : Türkiye’yi çatışmalı bir geleceğin beklediğini düşünüyorum. Yaşadığımız koşullar 20.yüzyıl başındaki koşullara nitelik olarak çok benziyor. Mustafa Kemal Atatürk’ün ve Türk Devrimi’nin değerini bilemedik, kazanımlarını koruyamadık. Ancak, herşeye karşın, Türk ulusunun ulusal varlığa yönelen saldırılara kayıtsız kalmayacağına ve direneceğine inanıyorum. Bu, kaçınılmaz olarak Batıyla çatışma demektir. Ya savaşım verip ulusal varlığımızı koruyacağız ya da çok yönlü kuşatmadan kurtulamayıp, yabancı kültürler içinde eriyeceğiz. Turani kökenli katışıksız Türk olan Bulgarlar birkaç yüz yılda Hıristiyanlaşıp Slavlaşmadılar mı? Çin’de ne kadar Türk boyu, kimliğini yitirip Çinlileşti? 534 yıllık Türk kenti Selanik’i birkaç hafta içinde yitirmedik mi? Çekincenin (tehlikenin) tarihsel boyutu, ne yazık ki budur.
AB’nin üyelik kandırmacaları, ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi, Türkiye için bir numaralı tehdittir. Bunlar, artık herkesin görebileceği yakın ve genel çekincelerdir. Sorularınıza konu olan misyonerlik (buna patrikhane sorununu da eklemek gerekir) konusu, genel çekincenin içinde yer alan önemli bir parçadır. Bu parçadan hareket edip gelecekten söz edeceksem, sözümün etkili olabilmesi için, yine geçmişten örnek vermem yararlı olacaktır. Bana göre, en iyi öğretici yaşamın kendisidir. Yaşanmış ve yaşanmakta olan olaylardan ders almayan, başka hiçbir şeyden ders alamaz.
Misyonerlik çalışmaları içinde, Kilise yanında; okullar, hastaneler, bakım yurtları ve çocuk yuvaları... vb. önemli bir yer tutar. Bunlardan yalnızca eğitim ve okul konusuna değinsek bile, karşımıza ürkütücü bir görüntü çıkacaktır. Şöyle ki: Gelişmiş ülkeler, varsıllığına el koyacağı azgelişmiş ülkelerde, yapacağı çalışmalar için gerekli olan kadroları, o ülkenin gençlerinden sağlar. Eski ve yaygın bir uygulama olan bu amaç için, Avrupa liberalizminin anlayışıyla yoğrulmuş insan yetiştiren okullar açarlar. Bu okullar, Batının sömürgeleri için geliştirdiği eğitim merkezleridir. Buralarda, başka bir kültürün çocukları olan gençler, ustalıklı yöntemlerle ve eğitim adı altında, özdeğerlerinden uzaklaştırılıp kimliksizleştirilirler. Bunların büyük çoğunluğu, okullarını bitirdiklerinde, kendilerini eğitenlerin anlayışı yönünde davranmaya hazır, zamanla nicelikleri artan kadrolar durumuna gelir. Bunlar artık, ne tam olarak yerel, ne de tam olarak yabancı unsurdur; ne kendileri kalırlar, ne de Batılı olurlar; kişiliksiz, yoz bir küme oluştururlar.
19.yüzyılda Tanzimat ve Islahat Fermanları’ndan sonraki yarım yüzyıl içinde, Türkiye’de yüzlerce misyoner okulu açıldı. 1914 yılında Türkiye’nin değişik bölgelerinde, yalnızca Amerikalılar’a ait; 45 konsolosluk, 17 dini misyon ve bunların 200 şubesi ile 60 okulu vardı. Fransız misyonuna bağlı yalnızca Kapuçinler’in; Beyrut, Kadıköy, Diyarbakır, Harput, Malatya, Mardin, Mersin ve Urfa’da toplam 13 okul ve 635 öğrencisi vardı. Dominekenler’in, Güneydoğu Anadolu Bölgesi, Musul ve Kerkük’te 3 okul, burada öğretmenlik yapan 10 rahip, 12 Rahibe ve 500 öğrencisi; Fransiskenler’in; Suriye, Filistin ve Anadolu’da 23 okul ile 1700 öğrencisi (700’ü kız); Cizvitler’in; Anadolu, Suriye ve Beyrut’ta 37 okul ve 6500 öğrencisi; Freres la doetrine Chetienne adlı dini örgütün; Trabzon, Erzurum, İzmir ve İstanbul’da 8 okul 1650 öğrencisi; Socurs Saint-Vincent de Paul ou de la Cgarite adlı dini örgütün; Trabzon, İzmir, İstanbul, Suriye ve Filistin’de 7 okul ve 1834 öğrencisi vardı. Bunlara ek olarak yine Fransızlar’a ait Trappistes, Carmelittes Charrisses, Les Peres Lazaristes, Petits Preres de Marie ve Dames do Nazarth gibi başka yapıların okulları da eklenince ortaya yüksek sayılar çıkıyordu. Fransız Çıkarlarını Koruma Komitesi adlı örgütün, 1912 yılında yaptırdığı bir araştırmaya göre, Osmanlı topraklarında ve yalnızca Fransız okullarında 22 425 öğrenci okuyordu. O dönemde devlete ait lise (İdadi) sayısının 15’in altında olduğu düşünülürse, bu sayıların gerçek boyutu, daha iyi anlaşılacaktır.
Günümüzde, 19.yüzyıldaki tanımıyla misyoner okulu sayısı bu kadar değil. Şimdi, kültürel yabancılaşmayı sağlayan yeni okul türleri var. Bir bölümü devlete ait bu okullar, dini eğitim vermiyor ama yüz yıl öncesinde olduğu gibi, ülkesine yabancılaşan öğrenciler yetiştiriyor. Devlet okullarının büyük çoğunluğu, misyoner okullarını aratmayan bir eğitim çarpıklığı içindedir ve bu çarpıklık 1938’den günümüze dek gelen uzun bir süreci kapsar. Örneğin, Atatürk’ün bizzat ilgilenerek yazdırdığı lise tarih kitabı, ölümünden bir yıl sonra eğitimden çıkarılmıştır. Devlet okulları artık bir şey öğretmeyen ya da Batı kültürüyle bozulmuş eğitim veren okullar durumuna gelmiştir. Dünyanın hiçbir yerinde görülmeyen ve bir ülkenin kendi dilini yadsıması anlamına gelen, yabancı dilde eğitim çok yaygındır. Milli eğitim, Amerikalıların denetimi altındadır.

Adem Binici : Fener Rum Patrikhanesi konusunda ne düşünüyorsunuz?

Metin Aydoğan : Fener Rum Patrikhanesi, Osmanlının son döneminde, yalnızca din işlerinde değil, eğitim ve sağlık gibi temel alanlarda da özel ayrıcalıklara sahipti. Açtığı ve açtırdığı, çok sayıda okul, hastane ve vakıf vardı. Avrupa devletleri, Patrikhane’nin açtığı okulları, ilkokuldan liseye dek, kendi okullarına denk sayıyor, burayı bitiren Rum gençleri, “Atina ya da Avrupa üniversitelerine Avrupalı öğrenciler gibi” kabul ediliyordu. Fener Patrikleri, ülkenin her yerinde diledikleri kadar kilise açıyor ve bu kiliseleri, Prof.Kruger’in tanımıyla, “Rum milliyetçiliğinin birer kalesi” durumuna getiriyordu. Fener Rum Patrikliği, “yalnızca manevi bir kurum” değil, “yetkisini çok aşan, siyasi ayrıcalıklara sahip” bir parti gibi çalışıyordu.
İstanbul işgal altındayken 8 Aralık 1921’de Meletios adlı bir papaz Patrik yapıldı. Meletios’un yardımcısı Metropolit Nikola, “İstanbul Yunanistan’a” adıyla yürütülen çalışım (kampanya) için gittiği İngiltere’de, “Fener Rum Patrikhanesi, Türk boyunduruğundan artık kurtulduğunu ve anavatan Yunanistan’a iltihak ettiğini ilan etmektedir” diyordu. Fener Rum Patrikliğine bağlı, “Osmanlı Yurttaşı!” İzmir Metropoliti Hrisostomos, Yunan ordusu, 15 Mayıs 1919’da İzmir’i işgal edip, Müslüman kırımı yaparken, kilisede verdiği vaazda, şunları söylüyordu: “Bugün sizleri, muhteşem ve ilahi bir törene davet ettik. Bu öyle bir tören ki, milletler uzun yüzyıllar boyunca, ancak bir kez gerçekleştirme şansına sahip olabilir. Huşu ve saygıyla eğiliniz. Tanrı korkusuyla ruhlarınızı eğiniz, ama başınızı dik tutunuz. Kardeşler beklenen an gelmiştir. Yüzlerce yıllık arzular yerine gelmektedir. Olağanüstü yıllar yaklaşmıştır. Irkımızın büyük umudu, anamız Yunanistan’la birleşmek yolunda, bağrınızı kızgın bir demir gibi yakan ve kavuran o şiddetli, derin ve yakıcı arzumuz işte bugün, tarihi minnetle anılması gereken 15 Mayıs günü gerçekleşiyor. Bugünden sonra büyük vatanımız Yunanistan’ın ayrılmaz bir parçası oluyoruz. Yunan tümenleri, küçük Asya sahillerine çıkmaya başlamıştır. Yaşasın Helenizm...”
Dün bunlar yaşanmışken, bugün olanlar herkesin gözü önündeyken, gelecek için ne düşünebilirim? Değerli okurlarınızla hep birlikte karar verelim: Ne düşünebiliriz? Samsun’a yeniden çıkmanın, Kuvayı Milliye düşüncesine sarılmanın ya da Müdafaa-i Hukukları yeniden kurmanın zamanı gelmedi mi? Hep birlikte böyle düşünürsek, doğru bir iş yapmış olmaz mıyız?

Adem Binici : Dinlerarası Diyalog çağrısını samimi buluyor musunuz?

Metin Aydoğan : “Çok samimi!!” buluyorum. Türkiye Cumhuriyeti’ni parçalamayı görev edinenler, Anadolu’daki Türk varlığına son vermek isteyenler için “çok samimi!” bir çağrıdır bu. Samimi bir ihanet çağrısıdır.

Adem Binici : Islahat Fermanı ve sonrasını düşünecek olursanız, mevcut AB sürecinde çıkartılan yasalar (gayrimüslimlere ait mülkiyet, vakıf, okul açmayla ilgili) bugün ya da ilerde Türkiye açısından ne gibi olumsuzluklarla karşılaşılabilir?

Metin Aydoğan : 1856 İslahat Fermanı (buna 1838 Türk-İngiliz Ticaret Anlaşması, 1839 Tanzimat Fermanı’nı da eklemek gerek) ile günümüzdeki AB Katılım Ortaklığı Belgeleri, IMF Niyet Mektupları arasında, şaşırtıcı bir benzerlik vardır. Tarihin, bu denli yeniden yaşanması üstelik Kurtuluş Savaşı’na ve devrimlere karşın yaşanması, bana göre ulusal bir üzünçtür (dramdır) ancak ne yazık ki gerçektir.
Sözünü ettiğim benzerlikleri ben tüm belgeleriyle kitaplarımda yazdım. Ancak değerli okurlarınız, artık her evde bulunan ansiklopedilere bakarlarsa bu günün geçmişle benzerliklerini göreceklerdir. Burada, kimi özet bilgiler vermekle yetineyim.
Islahat Fermanı’na uyum yasası niteliğindeki “Tebaa-i Ecnebiye’nin Emlakâ Mutasarrıf Olmaları Hakkında Kanun”, 1867 yılında yasalaştı. Yasa’da, “yabancı devletlerin uyrukları Osmanlı ülkesinin Hicaz bölgesi dışında kalan her yerinde, devletin uyrukları gibi ve başka bir şarta bağlı kalmaksızın; şehir ve kasabaların içinde ya da dışındaki yerler de toprak satın alma ve mülk edinme hakkına sahip olacaktır” diyordu. Bu yasayla, Osmanlı Devleti’nin temelini oluşturan toprak düzeninde değişiklik yapılıyor ve 500 yıllık gelenek bozuluyordu. Londra’da yayınlanan Times gazetesi bu yasa için, 12 Şubat 1856 günlü yayınında; “Osmanlı topraklarında yabancıların toprak satın almaları ve bu yöndeki tüm engellerin ortadan kaldırılması, büyük sonuçlar doğuracak diplomatik bir başarıdır. Önümüzde işlenmemiş zengin topraklar durmaktadır. Batı sanayisi, bu toprağa nüfuz etmeli ve ona sahip olmalıdır” diyordu.
Batı sanayisi, doğrudan ya da aracılarla (Özellikle Yunanistan Rumlarıyla), Osmanlı topraklarına gerçekten çok iyi nüfuz ettiler. Aradan yalnızca 45 yıl geçtiğinde, kimi yerlerde durum şuydu: İzmir’den, Aydın, Salihli, Akhisar ve Bergama’yı içine alan varsıl bölge; İstanbul ve çevresi, Çukurova’yı içine alan verimli topraklar, önemli oranda yabancılarca satın alınmıştı. Toprak satışlarıyla birlikte Yunanistan’dan yoğun bir insan göçü yaşandı. Türkiye’de halk yoksul, toprak ucuzdu. Atina Bankası, Türkiye’de toprak alınması koşuluyla, faizsiz kredi veriyordu. Alman Profesör K.Kruger’in verilerine göre 19.yüzyıl sonunda İstanbul ve Batı Anadolu’daki Rum nüfus, çoğunluğu toprak satışından sonra gelenlerin oluşturduğu, 500 bin kişiyi aşmıştı. O dönemde 3 milyon insanın yaşadığı Anadolu’nun Batısı için, büyük bir miktardı.
Şefik Aker, “Aydın Rum Cidali” adlı yapıtında, toprak satışına bağlı Rum göçü konusunda çarpıcı bilgiler verir. Bu bilgilerden birkaçı şöyledir: Kırım Savaşı (1853) sırasında Ezine’de hiç Rum yoktur. Önce Yunanistan’dan gelen üç Rum aile toprak alıp kente yerleşir ve sonra arkası gelir. “1909 yılında Ezine’de Rum Nüfus 380 haneye” çıkar. Edremit’te olanlar ayrımlı değildir. 1852 yılında, her ikisi de birer Türk zengininin yanında çalışan yalnızca iki Rum aile vardı. Ancak, 1909 yılına gelindiğinde Edremit’te “1500 haneden fazla” Rum aile bulunuyordu. Edremit köylerinde “tek bir Rum yokken” özellikle kıyı köylerinde, Rumlar Türkler’e göre çoğunluğu sağlamıştı. 19.yüzyıl başında 100 bin olan İzmir nüfusunun yüzde 30’u Rumken, 1910 yılında, 225 binlik kent nüfusunun yüzde 50’si Rumlardan oluşuyordu.
Verdiğim bilgiler belgelenebilen bilgilerin örnekleridir. Türk halkının, Batı etkisine girmeyle başlayan yoksullaşması, yabancılara toprak satışlarını hızlandıran bir etki yapmış ve sonunda Osmanlı Devleti dağılmıştı. Toprak alarak Yunanistan’dan gelen ve nedense “yerli Rumlar” adı verilen göçmenleri, Kurtuluş Savaşı sırasında, savunmasız Türk halkına ölçüsüz şiddet uyguladılar, katliamlar yaptılar. İşgalci Yunan ordusunun bir bölümünü toprak alarak Türkiye’ye yerleşen bu göçmenler oluşturdu.
Okuyucu, yabancılara toprak satışının Türkiye ve Türkler için ne anlama geldiğini, aktardığım tarihi gerçekler ışığında değerlendirmeli ve konuyla ilgili kararını yaşanmış bu olayları gözönüne alarak vermelidir. Benim görüşüm açık ve nettir. Eğer önlem alınmazsa Osmanlı Devleti’nin başına gelen, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin de başına gelecektir.

Adem Binici : Siyasi İktidarın konuya yaklaşımını nasıl buluyorsunuz?

Metin Aydoğan : İzin verirseniz bu soruya, yine yaşanmış, benim söylemimden daha etkili olacağına inandığım bir alıntıyla yanıt vereyim. Aktaracağım alıntı, yalnızca misyonerlik konusuna değil, onunla birlikte, günümüzde yaşananlara ilgi çekici bir açıklık getirmektedir; Atatürk’ten sonra Türkiye’nin nasıl yönetildiğini gösteren çarpıcı bir belgedir.
Osmanlı İmparatorluğu, ilk dış borcu 1854 yılında almış, aradan yalnızca 21 yıl geçmişken borçlarını ödeyemez hale gelmişti. 1875 yılında bunu açıklamış, altı yıl sonra da 1881’de çıkarılan Muharrem Kararnamesi’yle borçlar yeniden “yapılandırılmıştı”. Bu gelişmelerin yaşandığı o dönemlerde (1889) Fransa Maliye Bakanlığı Müşaviri ve Osmanlı Devleti’nden alacağı olan devletlerin Hesap Komisyonu Başkanı Daniel Ducoste şu saptamayı yapmıştı: “Şimdi Türkler hızla borçlanmaktadırlar. Ancak 25 yıl sonra Osmanlı toplumunda borçlanmaya karşı muhalif unsurlar ortaya çıkacaktır. İşte o zaman alacaklarımız ve gerekse bunların faizleri tehlikeye düşecektir. Bu nedenle, Osmanlı Devleti’nin maliyesi, ekonomisi ve servetleri üzerindeki çıkarlarımızı koruyabilecek Türk yöneticilere ihtiyacımız olacaktır. Ben bu ‘yerli misyonerlerin’ bizden ve yapacağımız siyasi baskılardan çok daha yararlı olacağı kanısındayım. Bunlar Türk halkına kendi dilleri, kendi ikna yöntemleri ile yaklaşma olanaklarına sahiptirler. Bu ‘yerli misyonerler’ alacaklarımızın bir ya da birkaç yüzyıl teminat unsurlarının en önemlilerinden biri olacaktır.”
Daniel Ducoste, yüzyıl önce herşeyi ortaya koymuş. Şimdi onun söylediklerini yaşıyoruz. Ortalık “yerli misyonerler”le dolu. Kendilerine parti adı veren yapılar, meşruiyetlerini ulusal varlığın korunmasında değil, Washington ya da Brüksel’de arayarak yönetime geliyorlar. Biri gidiyor diğeri geliyor ancak uygulanan politika hiç değişmiyor. Türkiye “çok partiden oluşan” adeta bir tür tek parti rejimi yaşıyor. Yabancılar karar veriyor, “yerli misyonerler” uyguluyor. İşin acı yanı, bütün bunlar, bu ülkede Mustafa Kemal Atatürk ve Türk Devrimi yaşamışken oluyor.

Adem Binici : Son olarak ne söylemek isresiniz?

Metin Aydoğan : Değerli Gazeteniz aracılığıyla tüm okurlarınıza sağlık ve esenlik dilerim.

Mart-2004

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder