6 Aralık 2015 Pazar

KAPİTALİZMİN TEMELLERİ


Sanayileşerek kalkınan gelişmiş Batı ülkelerinin tümü, kapitalizmin (anamalcılığın) ulusçuluk ve devletçilik temelinde gelişen merkantilist döneminden geçmiştir. Bu dönemde devlet, siyasette olduğu gibi, ekonomide de belirleyici güçtür. Ulusal sanayi ve tecimin geliştirilmesine öncülük etmiştir. İçerde; ulusal pazarı gümrük duvarlarıyla korumak, alt yapı yatırımlarını gerçekleştirmek, girişimciliği özendirmek ve desteklemek, ürünlere satış kolaylıkları sağlamak; dışarda ise yeni pazarlar bulmak, ucuz hammadde sağlamak, güvenlik önlemleri almak, devletin yaptığı işlerdir. Devlet, ulusal sanayi ve tecimin gelişmesi için, yatırım dahil her alanda öncülük yapmış ve girişimlerini çıkardığı yasalarla toplumsal gereklilik durumuna getirmiştir. Örneğin İngiltere’de, tekstil sanayiinin gelişmesi için 18.yüzyıl sonlarında çıkarılan bir yasayla, “ölülerin İngiliz malı yünlü kumaşlarla kefenlenmesi” zorunlu kılınmıştı.

 

Nesnel Gereklilik 

Feodal düzen içinde gelişmeye başlayan anamalcılık, emperyalist aşamaya gelinceye dek kendi içinde üç dönemden geçmiştir. Manüfaktür (makinasız imalathane) üretim, merkantilizm (ekonomik ulusçuluk ve devletçilik), ve seri fabrika üretimi (makinalı üretim). Her dönem, üretim eyleminin ve paylaşım ilişkilerinin gerekli kıldığı kendine uygun toplumsal işleyişi kurmak zorundaydı. Siyasi ve hukuki düzenlemeler, ekonomik gelişimin önünde engel oluşturmamalı, ekonomik gereksinimlere yanıt veren biçim ve nitelikte olmalıydı. Bu nesnel bir gereklilikti.


İşçi Gereksinimi

Kentsoyluların (Burjuvaların) üretim yapmak için insan gücüne, bunun için de emeğini ücret karşılığı satacak işçilere gereksinimi vardı. Oysa feodal düzende, işçi olabilecek insanlar, senyörlerin buyruğunda toprağa bağlı serf olarak, köylerde yaşıyordu. Ücret karşılığı çalışacak ve gerekli büyük emek gücünü oluşturacak geniş kitle bunlardı. Çalışacaklarla çalıştıracakların istemleri, toplumsal bir gereksinim olarak ortak bir istenç durumuna gelmiş, nesnel bir zorunluluğa dönüşmüştü.
Serf konumundaki köylülerin, fabrikalarda çalışacak işçiler durumuna gelebilmeleri için, onların feodal boyunduruktan kurtarılmaları ve topraktan koparılarak ‘serbest’ ve ‘özgür’ yurttaşlar olmaları gerekiyordu. Bu gereklilik kentsoylularla feodallerin çatışması demekti. Bu çatışma yaşandı ve eşitlik özgürlük kardeşlik söylemleriyle ortaya çıkan kentsoylular, feodalizmi, ortadan kaldırdı.
Toprağa bağlı serfler, emeklerini ‘özgürce’ satabilen işçiler durumuna geldi. Bunun için topraktaki feodal iyelik (mülkiyet) kaldırıldı; çalışma, seyahat etme, yerleşme hakları tanındı; nüfusun tümü ‘eşit’ yurttaşlar durumuna getirildi. Bir yandan büyük kapitalist tarım işletmeleri ortaya çıkarken bir başka yandan işçi ve yedek işçi ordusunu oluşturacak köylüler, kentlere göç ederek iş arayan emekçiler durumuna geldiler. Bu gelişme, işçi sınıfını ortaya çıkardı ve kentsoyluluk ile işçi sınıfı arasında sınıf savaşımı başlattı. Siyasi demokrasi bu savaşımın ürünü olarak ortaya çıktı.

Laiklik

Katolik kilisesi, Orta Çağ’da, beysoylular (aristokratlar) ve senyörlerle birlikte; feodal düzeni ayakta tutan, ekonomik ve siyasi gücü yüksek, büyük toprak egemeni olmuştu. Elinde tuttuğu topraklarda insan çalıştırıyor, tecim (ticaret) yapıyor ve vergi topluyordu; askeri birlikleri ve mahkemeleri (engizizyon) vardı. Ülkeler arası çalışıyor ve kralın bile üzerinde baskı oluşturabilen bir yetkeye sahip bulunuyordu.
Feodal düzenin temel kurumlarından biri olan kilise, gelişmekte olan anamalcı üretim ilişkileriyle ve bu ilişkilerin yaratmakta olduğu kurumlarla çelişiyordu. Ekonomik çıkara dayanan dinsel çatışmalara kaynaklık ediyor, dogmalara dayalı bir eğitim uyguluyor ve insanları düşünmeyi bilmeyen, cahil köylüler olarak kiliseye ve toprağa bağlı tutmaya çalışıyordu. Ortaya çıkış döneminde herhangi bir taşınmaza (mülke) sahip değilken daha sonra geniş toprakların sahibi, büyük bir feodal güç haline gelmişti. Almanya’da tüm toprakların üçte biri, İsviçre’de kantonların çoğunluğu kiliseye aitti.1
Ulusal pazarın oluşması ve ulusal bütünlüğün sağlanması için, din ve mezhep ayrımlarının insanlar arasında çatışmaya neden olmaması, bunun için de kilisenin gücünün kırılması gerekiyordu. Bu nedenle “kilise”, topraklarına el konulup ekonomik olarak etkisizleştirildi, yönetim ve hukuk alanlarındaki etkisine son verildi, eğitimden uzaklaştırıldı. Bu girişimlerin tümü sürekli bir uygulama duruma getirilerek, teokratik egemenliğe karşı laiklik ilkesi geliştirildi; laiklik, toplumsal ilişkilerin temel kuralı oldu.

Ulus Devlet

Kentsoyluluğun, ürettiği malı satacağı ve kâr sağlayacağı pazara gereksinimi vardı. Bunun için, önce kendi ülkesinin pazarını oluşturması ve bu pazara egemen olması gerekiyordu.
Ulusal pazarın oluşturulup korunması ise dil, kültür ve toprak birliği temelinde ulusal bütünlüğün sağlanmasıyla olabilirdi. Amaca yönelik olarak, uzun çatışmalar sürecinden sonra yerel feodal devletçikler yıkıldı, sınırları kesin biçimde belirlenen uluslar ve ulus devletler ortaya çıktı. 

Sömürgecilik

Sanayi üretiminin çeşitlenip yoğunlaşması için, sermaye birikimine ve hammaddeye gereksinim vardı. Bu gereksinim nedeniyle dünyaya açılındı ve kendisini koruma gücüne sahip olmayan ülkelerin kaynaklarına el konularak, bu ülkeler sömürge yapıldı.
Dünya deniz ticareti geliştirilerek, sömürgelerden altın ve gümüş başta olmak üzere değerli madenler, hammaddeler getirilirken buralara satılmak üzere tüketim ürünleri götürüldü. Küresel bir işleyişe dönüşen sömürgecilik, kapitalist üretimi geliştirirken; kapitalist üretim, sömürgeciliği geliştirdi.    

Özgün Tarih

Sanayileşen ülkelerde ortaya çıkan, bu nedenle Batıya özgü olan bugünkü toplumsal düzen, yediyüz yıllık çatışmalarla dolu uzun bir süreç sonunda oluştu. Aynı süreçte ekonomiye bağlı olarak oluşan siyasi düzen, toplumsal gelişimin gereklerine uygun düşen bir niteliğe sahipti. Bu nedenle, topluma yabancı değildi; doğal ve içsel bir olguydu. İsteme değil, nesnel koşullara bağlıydı. Bu nedenle, aynı koşullara sahip olmayan ülkeler tarafından örnek alınabilir, ancak öykünülemezdi (taklit edilemezdi).
Batılı ülkeler, son derece geri ve yoksul oldukları Orta Çağ döneminde bile gelişip güçlenmek için, kendilerinden daha ileri ve varsıl olan Doğu toplumlarına öykünmemişler, Doğudan edindikleri bilgi ve teknolojik birikimi kendi yapılarına uygun düşecek biçimde gelişme yönünde kullanmışlardı. Bu kullanımla güçlenmişler, güçlendikleri oranda da kendi değerlerini dünyaya yaymışlardı.

Kentsoylu Demokrasisi

Anamalcılığın gelişimiyle birlikte yönetici sınıf durumuna gelen kentsoyluluk, siyasi ilkelerini, eşitlik özgürlük kardeşlik sözleriyle tanımladı. Yönetimin demokratik, devlet biçiminin ise demokratik cumhuriyet olduğunu söylüyordu. Demokratik cumhuriyet’in siyasi amaçlarının eşitlik özgürlük kardeşlik olduğu doğruydu ancak bu amacın sınırları, kentsoylu sınıfının ötesine geçmiyordu. Konu, toplumun tümü, özellikle de işçi sınıfı olduğunda, demokratik cumhuriyet, ne demokratik ne de özgürlükçü oluyordu.
Kentsoylu devletin belirleyici özelliği, kendinden önceki tüm devlet biçimlerinde olduğu gibi, egemen sınıfın çıkarlarını temsil eden bir örgüt olmasıydı. Köleci ya da feodal toplumlarda devlet, nasıl köle sahipleri ya da feodallerin devletiyse, anamalcı toplumda devlet, kentsoyluların devletiydi.
Temsili kurumlar, güçler ayrılığı ya da merkezi yönetim yapısıyla demokratik cumhuriyet, Avrupa için o güne dek erişilen en ileri yönetim biçimi ve bulunduğu dönem için devrimci bir gelişmeydi. Ancak, sınıfsal egemenliğe dayanan temel işleyiş değişmiyordu.

Ekonomik Ulusçuluk ve Devletçilik (Merkatilizm)

Ekonomik ulusçuluk ve devletçilik anlamına gelen ve kapitalizmin ilk dönemlerinde gelişen merkantilizm, Batı Avrupa ülkelerin tümünde uygulandı. Fransa’da kolbertizm, İspanya’da bulyonizm, Almanya’da kameralizm adı verilen merkantilist düzen; devletçilik, korumacılık, sanayicilik ve ulusçuluk üzerine kurulu olan bir uygulamalar bütünüydü.
Kapitalist gelişimin o günkü aşamasında, kalkınıp gelişmek ve ulusal varsıllığı arttırmak için, devletin olabildiği kadar çok altın ve gümüş yığınına (stoğuna) sahip olması gerektiğine inanılıyordu. Bu amaçla, Altın tecimin, tecim de altının aynasıdır2 biçiminde açıklanan anlayışla yurt dışından toplanan altın, yoğun biçimde anavatana (metropole) taşınıyordu.
Dışarıya açılmayı zorunlu kılan bu girişim, bir yandan deniz tecimini geliştirirken bir başka yandan sömürgeciliği dünyanın her yanına yayıyordu. Merkantilizm’in temel yaklaşımları şöyleydi: “Bir ulusun gücü, zenginliğiyle ölçülür. Ulusu güçlendirmek için ekonominin devlet eliyle düzenlenmesi ve iç sanayinin dışa karşı korunması gerekir. Zenginliği sağlayan şey, mümkün olduğu kadar çok değerli maden yığınına sahip olmaktır. Bunun için, altın başta olmak üzere değerli madenler yurt içine getirilmeli ve dışarıya kaçması önlenmelidir. Gerek sanayi ve tecimin korunması gerekse değerli madenlerin yurt dışına kaçmaması için, ulusal pazar gümrük duvarlarıyla korunmalıdır. Devlet, içte ve dıştaki ekonomik ilişkilerde, belirleyici ve kural koyucudur”.3

Ulusçu Egemenlik

Merkantilizm’in tarih içindeki yeri, Orta Çağ’dan Yeni Çağ’a geçişe denk düşer. Bu dönemde, inanç ve etnik köken ayrımına dayanan feodal işleyişin yerini, ulusal anlayışa sahip kentsoylu düşüncesi almaya başlamış ve bu gelişimin zorunlu sonucu olarak ulusçuluk, toplumun her kesimine yayılmıştı.
Bu yayılma o denli etkiliydi ki, eski kurum ve anlayışlar ya tümden ortadan kalkıyor ya da yeni duruma “uyum” göstererek değişiyordu. Uluslararası bir mezhep olan Katolik inancı bile önemli bir ayrışmaya uğrayarak, içinden ulusal Protestanlığı çıkarıyordu.

Devletin Öncülüğü

Sanayileşerek kalkınan gelişmiş ülkelerin tümü, ulusçuluk ve devletçilik temelinde gelişen merkantilist dönemden geçmiştir. Bu dönemde devlet, siyasette olduğu gibi, ekonomide de belirleyici güçtür. Ulusal sanayi ve tecimin geliştirilmesine öncülük etmiştir.
İçerde; ulusal pazarı gümrük duvarlarıyla korumak, alt yapı yatırımlarını gerçekleştirmek, girişimciliği özendirmek ve desteklemek, ürünlere satış kolaylıkları sağlamak; dışarda ise yeni pazarlar bulmak, ucuz hammadde sağlamak, güvenlik önlemleri almak, devletin yaptığı işlerdir. Devlet, ulusal sanayi ve tecimin gelişmesi için, yatırım dahil her alanda öncülük yapıyor ve girişimlerini çıkardığı yasalarla toplumsal gereklilik durumuna getiriyordu. Örneğin İngiltere’de, tekstil sanayiinin gelişmesi için 18. yüzyıl sonlarında çıkarılan bir yasayla, “ölülerin İngiliz malı yünlü kumaşlarla kefenlenmesi” zorunlu kılınmıştı.4

Gelişmenin Dayanağı

Batı Avrupa toplumları, “merkantalizm”i uygulayarak gelişip güçlendiler. Bugün gelişmiş ülke durumuna gelmiş ülkelerin tümünde; sanayileşme, toplumsal kalkınma ve ilerleme, devletin öncülüğü ve yön göstericiliğiyle sağlanmıştır. İngiltere, bu girişimin öncüsüydü. Rönesans çağında, en gelişkin ekonomiye sahip bu ülke, merkantilizm’ in doğup geliştiği ülke oldu; Batı Avrupa’nın diğer ülkeleri, daha sonra İngiltere’yi izlediler.
Merkantilizm, kapalı birimler olarak üretim yapılan feodalizmin çözüldüğü, buna karşın tecim sermayesinin güçlenerek manüfaktür sanayinin geliştiği bir dönemin ürünüydü. Bu dönem aynı zamanda, anamalcı gelişimin başlangıç dönemiydi.
Feodalizmin, ekonomik ve toplumsal gelişim üzerindeki engelleyici bağlarından kurtulmak, sanayileşip kalkınmak ve ulusal gönenci sağlamak için uygulanması, hem de ödünsüz bir biçimde uygulanması gerekiyordu. Nitekim, Ekonomik ulusçuluk ve devletçiliği, yani merkantilizm’i uygulamadan, sanayileşip kalkınabilen bir ülke, ne o dönemde ne de daha sonra görülmüştür. Bu gerçek, özellikle bugün, gelişmiş ülkeler tarafından sarılmış olmasına karşın kalkınmasını sağlamak zorunda olan azgelişmiş ülkeler için, yaşamsal önemdedir.
Sanayi üretimine makinanın girmesiyle yaşanan üretim patlaması, gerek iç ve gerekse dış tecimin sıradışı yoğunlaşmasına yol açtı. Makinalı üretim tekniklerini geliştiren ülkelerle başka ülkeler arasında, bu teknikleri geliştirme düzeyine bağlı olarak, ekonomik güç ayrımlılıkları ortaya çıktı.

Merkantilizmden Liberalizme

Merkantilist yöntemlerle kendini koruyup geliştiren ülke ya da ülkeler, ellerinde biriken uran (sanayi) ürünlerini satmak için yeni pazarlar edinme gereksinimi içine girdiler ve korumacılık yerine serbest tecimi savunmaya başladılar. Kuramsal temelini fizyokratlar adı verilen ekonomistlerin attığı liberalizm, böyle ortaya çıktı.
Fizyokratlar’ın savlarına göre ekonomik düzen, doğal yasalara uygun olarak işliyordu. Doğal düzene devlet karışmamalı, insanlar yaptıklarında serbest olmalıydılar. Bırakınız yapsınlar bırakınız geçsinler anlayışı, bu düşüncenin ürünü olarak liberalizm’in temel ilkesi oldu. Liberalizm de aynı merkantilizm gibi ilk kez, ekonomik olarak en ileri ülke olan İngiltere’de ortaya çıktı.
İngiliz ekonomistler liberalizmi yoğun olarak, 17.yüzyıldan sonra savunmaya başladılar. Savunularında haklıydılar, çünkü İngiltere bu yüzyılda dünyanın en büyük ve ileri sanayi ülkesi durumuna gelmişti. Hiçbir ülkenin rekabetinden korkmayacak kadar güçlenmiş ve bu gücün gereği olarak, korumacı uygulamaların ortadan kaldırılmasını isteyen bir ülke olmuştu.
Daha az gelişmiş ülkeler için korumacılık ne denli gerekli ise, İngiltere için serbestlik o denli gerekliydi. Bu durum, yalnızca İngiltere ve yalnızca sonradan onu yakalayacak olan başka gelişmiş ülkeler için değil, dünya ekonomi tarihinin tüm dönemlerinde ve tüm ülkelerde geçerli oldu. Güçsüz olan korunmak, güçlü olan ise korunmayı önlemek zorundaydı. Serbestlik ya da özgürlüğün sınırlarını, gereksinimler ve zorunluluklar belirliyordu.

DİPNOTLAR

1            “Tarih III-Kemalist Eğitimin Tarih Dersleri” Kaynak Yay., 3.Bas.-2001, sf.100
2            “Ekonomi Sözlüğü” Orhan Hançerlioğlu, Remzi Kit., 5.Bas.1993, sf.284
3            a.g.e. sf.285

4            a.g.e. sf.284

1 yorum:

  1. Kapitalizmin tarihsel gelişim süreci yalın bir dille aktarılmış,yazarımız sayın Metin Aydoğan'ı bu çalışmalarından dolayı kutluyorum.

    YanıtlaSil