Son 30 yıllık dönemde etnik ve dinsel yapılanmaların güçlenip
yayıldığını görüyoruz. Dünyayı tanımayan, örgütlenme birikimi olmayan, mali kaynaktan
yoksun geri ve eğitimsiz kimi gruplar; 1980’lerden sonra birden bire ekonomik
ve siyasi gücü yüksek küresel örgütler haline geldi. İkiyüz yıllık demokrasi
birikimi ortada dururken Batı’da feodalizm ortadan kaldırılmışken; toplumsal
gelişime ve demokratik yaşama ters bu gelişme, bu denli yaygınlıkla nasıl
ortaya çıkabiliyor? İnancın ve etnik kimliğin özgürleşmesi olarak ileri sürülen
bu gerici yönelme neye dayanıyor? Kime nasıl yarar sağlıyor?
Din Üzerinden Siyaset
Küreselleşme uygulamalarının tekelci şirket çıkarlarına
dayandığı ve bu uygulamaların büyük devlet politikalarının stratejik
öncelikleri olduğu; bugün herkesin gördüğü somut bir gerçektir. Kolay
görülebilecek bir başka gerçek ise, küresel politikaların gelişip güç
kazanmasıyla, feodal kalıntıların ve dinsel yapıların yozlaşarak güçlenmesidir.
Din, dil, mezhep, etnik köken ayrımları; uluslararası
boyutu olan örgütlenmelerle hemen tüm azgelişmiş ülkelerde politik eylemlere
dönüşmektedir. Etnik ve dinsel örgütlenmenin, ulusal varlık üzerinde baskı oluşturacak
kadar güçlenmesi, tarihsel gelişime ve toplumsal ilerlemeye uygun düşmese de
yayılmasını sürdürüyor.
Etnik ve dinsel ayrılıkların siyasallaşması, kendiliğinden ortaya çıkan
doğal bir olgu değildir. Yaratılması ve ayakta tutulması, mali ve siyasi güce
dayanan tasarlanmış uygulamalardır. Bu nedenle gücü ve varlığı yapaydır.
Kökleri sömürgeciliğe ve 20.yüzyıl emperyalizmine dayanan, şimdi küreselleşme
adıyla yeni bir olguymuş gibi ileri sürülerek yaygınlaştırılan bu uygulama,
büyük devlet politikalarının doğal sonucudur. Azgelişmiş ülkelerin,
güçsüzleştirilerek parçalanmalarında etkili bir araç olarak kullanılmaktadır.
Sömürgecilikten
Emperyalizme
“Böl ve yönet” anlayışına
dayalı bu politika, inanç ayrılıklarını; sömürgecilikten emperyalizme, bölgesel
çatışmalardan dünya savaşlarına dek dörtyüz yıldır sürekli bir biçimde
kullanmıştır. Aynı anlayış, bugün akçalı (mali) ve teknolojik olanakların itici
gücüyle, amacı değişmeden sürmektedir. “Dinin” siyasileşmesi, doğrudan
ve kesin olarak küreselleşme politikalarına bağlı olan bir gelişmedir.
İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ABD öncülüğünde
geliştirilen Yeni Dünya Düzeni politikaları tüm Müslüman ülkelerde uygulandı. ABD
tarafından geliştirilen bu kurama göre: komünizme karşı, İslam ve
İslam ülkeleri kullanılacak ve Sovyetler Birliği Çin’den Yunanistan’a dek
uzanan bir güvenlik kuşağı ile sarılacaktı.
Yarım yüzyıla yakın uygulanan bu kuram, kuşak içinde yer alan
İslam ülkelerinde, dinsel ya da etnik ayrılıkları dirençli siyasi hareketler
durumuna getirdi. Sovyetler Birliği’nin dağılması, İran, Irak ve
Afganistan’daki gelişmeler ve ikiz kuleler olayı bile Yeşil Kuşak
anlayışını değiştirmedi.
Dinden Teröre
Kurulup geliştirilen kimi dinsel örgütlenmeler, yönetim
dışına çıkıp terör kümeleri oluşturdu. Bunlara karşı başka dinsel ya da etnik
kümeler kullanıldı; “dinin” siyasallaştırılmasından vazgeçilmedi;
vazgeçilmesi de olası değildi. Çünkü bu politikayı oluşturan nedenler siyasi
değil, ekonomikti. “Dinin” siyasallaştırılmasının arkasında yatan temel
neden, uluslararası şirket etkinlikleri ve bu etkinlikleri düzenleyen
emperyalist politikalardı.
1980’lerden sonra dünyanın tümünü kapsayan, doğal olarak Müslüman
ülkeleri de içine alan, yeni bir politik söylem ve bu söyleme uygun uygulamalar
geliştirildi; küreselleşme sözleri bu dönemde yaygınlık kazandı.
Ulus Devletin Güçsüzleştirilmesi
Küreselleşme, insanlara yeni ve ileri bir dünya düzeninin
habercisi olarak sunuldu ancak toplum yaşamında ortaya çıkan somut sonuç,
toplum yaşamının çok hızlı bir biçimde ortaçağ geleneklerine doğru kayması
oldu. Ekonomik yetmezlik ve ulusal çözülme içine giren azgelişmiş ülkelerde,
paranın yaptırım gücü yüksek politik bir güç durumuna gelmesi, ona sahip
olanlara, toplumsal yaşamın her alanına dilediği biçimi verme olanağını
sağlamaktadır.
Etnik ayrılıkların yayılıp güçlenmesiyle, örgütlü “dinsel”
yapılanmaların sayı ve etkilerinin artması, uluslararası sermayenin mali gücüne
dayanılarak gerçekleştirildi. Bu tür gelişmelerin temelinde, ulusal ya da
sınıfsal nitelikli demokratik örgütlenme biçiminin güçsüzleşmesi, ulus devlet
işleyişinin çözülmesi ve geleneksel partilerin etkisizleşmesi yer almaktadır.
Günümüzün yaşanan gerçeği, siyasi partilerin, toplumsal gelişime uyum gösteren
atılımları gerçekleştirecek demokratik bir yapıya kavuşmaları değil, inanç
temeli üzerinde siyaset yapan kuruluşlar durumuna gelmeleridir. Bugün, “dinsel”
ya da etnik yapılar partileşirken; partiler, inanç temelinde siyaset yapan
yapılar durumuna gelmektedir.
Ayırımcılık ve İnanç Bozulması
Günümüzde yaşanmakta olan inanç bozulmasının nedenleri
tekelci şirket çıkarlarının yön verdiği küresel ilişkilerin içinde
bulunmaktadır. Demokrasi sorunu olarak ileri sürülüp saldırgan bir politikaya
dönüştürülen etnik ayrımcılık ya da dinsel düzen arayışı, birçok insanın
sandığı gibi, demokrasinin ya da insan haklarının sınırları içine giren bir
çaba değildir. Küçülme politikaları izleyen, bu nedenle ülkeleri
parçalamaya yönelen uluslar arası şirket çıkarlarıyla uyum gösteren, ekonomik
kaynaklı, küresel bir politikadır.
Ekonomik temeli olmayan politik yapılanma var olamaz.
Bilinen bir gerçektir ki, her politik açılım temsil etmeye çalıştığı gücün
çıkarlarını savunur. Geniş kapsamlı mali ve politik destekle güncelleştirilip
küresel bir boyut kazandırılan etnik ve dinsel yapılanmaların, uluslararası
şirket çıkarlarıyla, ekonomik anlamda nasıl örtüşme içinde olduğunun açık bir
biçimde ortaya konulması gerekir.
Uluslararası Şirketlerin Gereksinimi
Etnik ve dinsel yapılanmaların, azgelişmiş ülkelere
yönelik büyük devlet politikalarında temel stratejik öğe durumuna gelmesinin,
uluslararası şirketlerin küresel çıkarlarıyla doğrudan ilişkisi vardır. Bu
ilişkiyi gerçek boyutuyla kavramak için; uluslararası şirketler arasında
1980’lerden sonra yoğunlaşan “küçülme” eğilimlerinin, şirketler ve
ülkeler üzerinde yaptığı etkiyi incelemek gerekecektir. Bu yapıldığında, etnik
ve dinsel yapılanmalarla tekelci şirket çıkarları arasındaki ilginç ilişki
kendiliğinden ortaya çıkacaktır.
Küreselleşme ideologlarından John Naisbitt, Global
Paradox adlı kitabında şunları söylemektedir: “Büyük şirketlerin özerk
ve küçük birimlere bölünerek daha iyi çalışabileceklerini görüyoruz. Aynı durum
ülkeler için de geçerli. Tek bir dünya durumuna gelmemizle birlikte parçalar
küçülüyor ve şirketler için iyi işliyorlar... Din, kültür, dil ve etnik
köken, insanlarda ait olma duygusunu güçlendiriyor. Yeni toplumlar bu bağlardan
yaratılacak... Bu bağları korumak için gelişen yeni küresel eğilim zamanla tüm
toplumları aynı davranış standartlarına ulaştıracak. Bu standarda uymayanlar uluslararası
topluluğun sorgusuna uğrayacaklardır”.1
Burada söylenen, bölünme ve parçalanmayı amaçlayan, yaptırım gücü yüksek
ve güce dayanan küresel bir politikadır. Büyük güçlerin kararlı birlikteliğiyle
uygulanan bu politika, sonuçlarını kısa bir sürede vermiş ve yalnızca 1990-2000
yılları arasındaki on yılda 25 yeni ülke ortaya çıkmıştır.
“Yerelleşmenin” Anlamı
Ulusların küçülmesi, yalnızca topraklarının küçülmesiyle
sınırlı değildir. Ulus-devletin temelini oluşturan merkezi yönetim yetkilerinin
yerelleştirilmesi, ulusal pazarın sınır değişikliğine gerek kalmadan
küçültülmesi anlamına gelir.
Ulusal ekonominin yok olması, ulusal varlığın yok olması
demektir. Azgelişmiş ülkeleri sömürge durumuna getiren ve yönetim bozulmasıyla
başlayan bu süreç, yerelleşmeyi yaygınlaştırmış; etnik ve dinsel yapıların
siyasallaşmasını gündeme getirmiştir.
Etnik ve Dinsel Ayrılığın İşlevi
Etnik ve dinsel ayrılıklar, küçülme projesinin mimarlarına, düşüncelerini
uygulamaları için hazır bir ortam sunar. Bu nedenle, çözülme sürecine girmiş
olan etnik ve dinsel yapıların canlandırılması gerekir.
Kurulmak istenen “yeni” düzenin
gerçekleştirilmesi, para ve politikanın etkili gücü ve bağlayıcı uluslararası
anlaşmalarla sağlanır. Gereksinim duyulan birikim, uzun yıllara dayanan
bağımlılık ilişkileri ile yaratılmıştır.
Yerellikten Küreselliğe
Geçmişte gerçekten yerel olan ve ülkelerin inanç
kimliğini oluşturan kümelerin, yerel bir “cemaat” olmaktan çıkarak
küresel bir güç konumuna gelmesi, günümüzde büyük devlet politikalarının önemli
bir parçası haline gelmiştir. Etnik ve dinsel yapılanmaların, ekonomik ve
siyasi gücü yüksek küresel imparatorluklar durumuna gelebilmesinin nedeni
budur.
Büyük devletlerin etnik ve dinsel ayrımları siyasi araç
olarak kullanmaları yeni değildir. Yeni olan, bu işin haber alma birimlerinin
ilgi alanından çıkarılarak yasal düzlemlere taşınmış olmasıdır. ABD Temsilciler
Meclisi, Mayıs 1998’de 41’e karşı 375 oyla kabul ettiği ve adına Uluslararası
Dini Özgürlükler Yasası dediği bir yasayla; sanki varmış gibi, dinsel
inançlara baskı uygulayan ülkelere yaptırım uygulanmasını kabul etmiştir.2
ABD yönetimi ayrıca, Pentagon’un istek ve önerileriyle Virginia’da
bir İslam ve Sosyal Bilimler Yüksek Okulu açmıştır. 2 Eylül 1999’da ilk
mezunlarını veren “Yüksek Okul”un mezuniyet töreni, hükümet
yetkililerinden büyükelçilere dek uzanan geniş yelpazeli bir katılımla
gerçekleştirildi.3 Bu katılım, Amerika Birleşik Devletleri’nin “Müslümanlık
İşleri” çalışmalarına verdiği önemin! gösterisiydi.
Emperyalizmin Din Siyaseti
ABD bugün, “Müslümanlık
İşlerine” önem veren
ülkelerin başında gelmektedir, ancak bu “önem” ne bugüne özgüdür ne de
ABD ile sınırlıdır. 20.Yüzyılın başlarında Almanya, Türkiye üzerindeki etkisini
arttırmak için İslam Dinini yoğun olarak kullanmıştı.
Osmanlı topraklarındaki cami ve pazar yerlerinde; Alman
İmparatoru Wilhelm’in gizlice İslam
Dinini seçtiği, kılık değiştirerek Mekke’ye hacca gittiği ve ismini Hacı Wilhelm Muhammet olarak
değiştirdiğine yönelik söylentiler yayıldı. Almanlara yakın birtakım “din
bilginleri”, Kur’ân’da Wilhelm’in
müminleri kafir boyunduruğundan kurtarmak için, Allah tarafından
görevlendirildiğini gösteren esrarengiz “ayetler” bile buldu.4
DİPNOTLAR
1
“Global
Paradoks” J.Naisbitt, Sabah Kit.,
1994, sf. 24-14
2
“Global
Paradoks” J.Naisbitt, Sabah Kit.,
1994, sf. 5
3
a.g.e. sf. 5
4
“New
Perspectives Quarterly (NPQ)” 2.C, Sa.5; ak. Hıdır Göktaş-Metin Gölbay, “Soğuk Savaştan Sıcak
Barışa” Alan Y. 1994, sf. 40
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder