Mustafa Kemal’in Kurtuluş Savaşı hazırlıkları; Adana’da başlattığı, İstanbul’da geliştirdiği ve Samsun’da uygulamaya
soktuğu dokuz aylık bir dönemini kapsar.19 Mayıs, hazırlık sürecinin
son, Kurtuluş Savaşı’nın
başlangıç noktasıdır. Mondros Mütarekesi henüz imzalanmamışken,
ülkenin işgal edilerek parçalanacağını önceden görmüş, hazırlıklarını buna göre
yapmıştı. Ulusun kurtuluşu; halkın örgütlenmesine dayalı silahlı savaşımın ve
ulusal bağımsızlık kararlılığının, toplumun ortak istenci durumuna getirilmesiyle
olanaklıydı. “Türk ata yurduna ve Türk’ün bağımsızlığına saldıranlara”
karşı, onların gücüne ve kim olduğuna bakmadan, “bütün ulusça ve silahlı
olarak karşı çıkmak, onlarla savaşmak gerekiyordu”. Şimdi bunu yapıyor ve
sonuna dek gideceği, dönüşü olmayan bir yola giriyordu.
1919;
“Genel Durum ve Görünüş”:
Söylev (Nutuk), “1919 yılı Mayısı’nın 19. günü Samsun’a çıktım. Genel durum ve
görünüş” girişiyle başlar ve “Orduyla İlişkiler” ara başlığına
kadarki on bir sayfalık bölümde, ülkenin içinde bulunduğu durum, herkesin
anlayacağı belirginlikle açıklanır. Özenle dile getirilen saptamalar, herhangi
bir yanılsamaya yol açmayacak kadar somut ve belgeli, geçmişte kalan olayların
gerçekliğine herhangi bir zarar vermeyecek kadar nesneldir.
“Genel Duruma Dar Bir Çerçeveden
Bakış” ara başlıklı bölümde, durum şöyle özetlenir: “Düşman
devletler, Osmanlı Devleti ve ülkesine maddi ve manevi bakımdan saldırarak yok
etmeye, bölüp paylaşmaya karar vermiştir. Padişah ve Halife olan kişi, yaşam ve
rahatını kurtarabilecek çareden başka bir şey düşünmüyor. Hükümet de aynı
durumda. Farkında olmadığı halde başsız kalan millet, karanlık ve belirsizlik
içinde, olacakları bekliyor. Felaketin korkunçluğunu ve ağırlığını anlamaya
başlayanlar, bulundukları yere ve sezebildikleri etkilere göre kurtuluş çaresi
saydıkları yollara başvuruyorlar... Ordu, adı var, kendi yok bir durumda.
Komutanlar ve subaylar, Genel Savaş’ın bunca sıkıntı ve güçlükleriyle yorgun,
vatanın parçalanmakta olduğunu görerek yürekleri kan ağlıyor; gözleri önünde
derinleşen karanlık felaket uçurumunun kıyısında, kafaları, çıkar yol, bir
kurtuluş yolu arıyor...”1
“Çıkar
Yol”
Bu belirlemeden
hemen sonra, “Düşünülen Kurtuluş Yolları” bölümünde o günlerde çıkar yol
olarak ileri sürülen görüşleri, ardından kendi görüşünü açıklar.
Parçalanmaktansa ülkeyi bütün olarak bir başka devletin korumasına vermeyi
yeğleyenlerin, “İngiliz himayesini” ya da “Amerikan mandasını”
istediğini; kimi bölgelerin ise, kendi başlarına kurtulmaya çalışarak “bölgesel
kurtuluş yollarına” yöneldiğini söyler.
Dayandığı
anlayış, “çürük” ve “temelsiz” olduğu için bu görüşlerin
hiçbirini kabul etmez. “Neyin ve kimin korunması için, kimden ve ne gibi
yardım istemek düşünülüyordu” der ve olayların temelinde yer alan ana
sorunu, “Ortada bir avuç Türk’ün barındığı ata yurdu kalmıştı. Son
sorun, bunun da bölünüp paylaşılmasını sağlamaktan başka bir şey değildi”
sözleriyle ortaya koyar.2
Ulusal bağımsızlığın, her ne ad altında olursa olsun
yitirilişini ölümle bir tutar ve yönelinmesi gereken amacın, “ulus
egemenliğine dayanan, tam bağımsız, yeni bir Türk devleti kurmak” olduğunu
açıklar. Düşüncesinde olgunlaştırdığı, gerçekleştirmek için Samsun’a çıktığı ve
yaşamı boyunca ödünsüz savunduğu ulusal bağımsızlık anlayışını, şu sözlerle
dile getirir: “Temel ilke, Türk ulusunun haysiyetli ve şerefli bir millet
olarak yaşamasıdır. Bu ancak tam bağımsız olmakla sağlanabilir... Türk’ün
onuru, kendine güveni ve yetenekleri çok yüksek ve büyüktür. Böyle bir ulus,
tutsak yaşamaktansa yok olsun daha iyidir. Öyleyse, ya bağımsızlık ya ölüm.
İşte, gerçek kurtuluşu isteyenlerin parolası bu olacaktır...”3
Direniş
ve Kararlılık
“Bağımsızlığa
ulaşıncaya kadar, bütün ulusla birlikte, özveriyle çalışacağıma kutsal
inançlarım adına ant içtim. Artık benim için Anadolu’dan ayrılmak söz konusu
olamaz”4 diyordu.
Kararlılığını; koşullara ve Türk halkının özgürlükçü geleneğiyle birleştirmiş,
ulusal olduğu kadar evrensel boyutlu bir eyleme girişmişti.
Düşünce olarak olgunlaştırdığı eylem tasarını, halkın
anlayıp katılacağı söz ve davranışlarla bütünleştirerek, uygulamaya hazır
duruma getirmişti. Yüksek erekleri vardı, ancak ayrılık yaratacak erken atılmış
adımlardan, erken söylenmiş sözlerden özenle kaçınıyordu. “Ben, ulusun
vicdanında ve geleceğinde sezdiğim büyük gelişme yeteneğini, bir ulusal sır
gibi vicdanımda taşıyarak, yavaş yavaş bütün toplumumuza uygulatmak
zorundaydım”5 diyor ve her evrede, o evrenin gereklerine uygun
davranıyordu.
Güç
İşi Başarmak
Çok güç bir işe
girişmişti. Halk tükenmiş, umutsuz, yalnızca yaşamını sürdürmeye çalışan
edilgen bir kitle durumuna gelmişti. Yazgısına boyun eğmiş, üzüntü içinde,
gelecekleri için verilecek kararları bekliyordu. Çoğunluk, olay ve gelişmelerin
gerçek boyutunu anlayamadığı için, durumun daha da kötüleşeceğini göremiyor,
yalnızca savaştan uzak durmak, tarlasını ekmek, çocuklarını doyurmak istiyordu.
Bir kesim, en kötü sonucu bile benimsemeğe hazırlanıyor;
direnmek isteyen azınlık, neyi nasıl yapacağını bilmiyordu. Ölümlerle,
sakatlıklarla dolu yıkıcı savaşlar içinde, yoksulluk ve hastalıklarla geçen
kısa yaşamlar, Anadolu’da direnme değil, yaşam gücü bırakmamıştı. Anadolu ve
Rumeli Türklerinin genç nüfusu; Yemen’de, Galiçya’da, Kafkaslar’da ve Basra’da
eriyip gitmişti.
Yılgınlar, İşbirlikçiler
Halkın bir
bölümü özellikle köylüler, direnme gücünü tümüyle yitirmemiş, düşman köyüne dek
geldiğinde birşeyler yapacağını ve tarlasını koruyacağını söylüyordu. Ancak
ülkenin kimi bölgelerinde, işgal altında bile olsa, direnmeyen ve direnmeyecek
olanlar da vardı. Bunlar, direnmek bir yana, kurtuluş için mücadele edenlere
saldırıyor, kişisel çıkar peşinde koşarak işgal güçleriyle işbirliği yapıyordu.
İşbirlikçiliğin
itici gücünü, padişahçı gericiler ve din inancını çıkar ve siyaset aracı olarak
kullanan tefeci tüccarlar oluşturuyordu. Bunlar, güç duruma düşenlere,
özellikle köylülere, yüksek faizli borç vererek varsıllaşmışlar, yasası olmayan
bir tür köy bankerleri durumuna gelmişlerdi. İşgali kalıcı gördükleri için,
çıkarlarını korumanın en güvenilir yolunun İngilizler’le işbirliğinden
geçtiğine inanmışlardı.
İhanetin başını
Vahdettin çekiyordu. Sırtını işgal güçlerine, özellikle İngilizlere
dayamış, kurtuluş için mücadele edenlere saldırmada herhangi bir sınır
koymuyordu. Damat Ferit’i ikinci kez hükümeti kurmakla
görevlendirdiğinde, bu atamaya karşı çıkan Meclis-i Mebusan (İstanbul
Meclisi) İkinci Başkanı Hüseyin Kazım Bey’e; “Ben istersem Rum patriğini de, Ermeni patriğini de,
hahambaşını da iktidara getiririm” demişti.6 Damat Ferit
kabinesinde Adliye Nazırlığı yapan Bosnalı Ali Rüştü, “Yunan
taarruzunun başarısı için dua okutmuştu”.7
Ulusal savaşımı
örgütlemek için ülkeye yayılan millici subaylara, kimi yerlerde düşmanca
davranılıyor, gözaltına alma ya da tutuklamalar yapılıyordu.8
İşbirlikçiler, Aydın-Nazilli Millici örgütüne sızmıştı. Bunların en
ünlülerinden biri olan Hürriyet ve İtilafçı Avukat İlhami, işgal
etmeleri için Yunanlılar’ı Aydın’a davet etmişti.9
Direnme güç ve isteğinden yoksunluk, belli bir bölgeye
özgü değil, ülkenin birçok yerinde karşılaşılan genel bir durumdu. Savaşın
yarattığı çöküntü, işgal baskısı ve baskıyla bütünleşen padişah istemiyle
birleşince, örgütsüz halk direnemez duruma gelmişti. Halkın ulusal direnişe
katılımını sağlamak isteyen genç subaylar, Anadolu’ya yayılarak, büyük güçlük
ve tehlike içinde Kuvayı Milliye’yi örgütlemeye çalıştılar. Birçok
yerde; düşmanca davranışlalar, uzak durmalar, ilgisizlik ve açık saldırılarla
karşılaştılar.
“Tarihin
Emri”
Kurtuluş Savaşı, bu koşullarda verildi. Kuvayı Milliye, “Başımızı belaya
sokmayın, bizden uzak durun, biz bir şey yapamayız” anlayışlarının var
olduğu bu toplum içinden çıktı. Direnişi hiç düşünmeyen hatta adını bile duymak
istemeyen pek çok insan, daha sonra kendilerini kurtuluş mücadelesi içinde
buldu.
“Yedi düvele
karşı gelemeyiz” diyerek güce boyun eğen insanların
komşu ya da akrabaları, belki de kendileri daha sonra; Salihli’de, Aydın’da,
Nazilli’de, Balıkesir’de direniş örgütleri kurdular, işgale karşı savaştılar. Yazgısına
boyun eğmiş, güçsüz ve çaresiz gibi görünen sessiz kitle, birdenbire çok
değişik bir ruh yapısına ulaştı.
Özellikle
yabancılar için, inanılmaz gibi gelen bu beklenmedik değişimin, toplumsal bir
dayanağı kuşkusuz vardı. Yaşadığı toprakların korunmasına, her zaman ve her
koşulda duyarlı olan Türk insanı, yurt savunması söz konusu olduğunda, bu
gizilgücü açığa çıkarmış ve önderini bulunca, yenilmesi olanaksız bir güç
haline gelmişti.
Bu gücün oluşup devinime (harekete) geçmesi için,
güvendiği önderini bulması, onun gösterdiği yola inanması ve örgütlü olması
kesin koşuldu. 1919’da bu önder Mustafa Kemal’di ve Türk toplumunun
direnme özelliğini, “bir elektrik şebekesi” gibi devreye giren “tarihin
emri” olarak tanımlıyordu.10
Tam
Bağımsızlıkta Ödünsüzlük
Mustafa Kemal, her türlü bağımlılığı, manda ve himaye anlayışlarını
tümden reddederek tam bağımsızlık kararını, böyle bir ortam içinde aldı
ödün vermeden sürdürdü ve sonunda herkese kabul ettirdi. “Türk ulusu ya
kendi kendini kurtaracak ya da yok olacaktır” diyordu.11 Giriştiği
işte tam anlamıyla yalnızdı. Ne destek alacağı hazır bir örgüt, ne kadro, ne de
para vardı. Eğitim düzeyi düşük, kültürel yapı dağınıktı. Ulusal bilinç
yeterince gelişmemişti. Düşüncelerini tam olarak anlatabilmek için, insanlara
önce konuları öğretmesi, bunu yaparken karmaşık konuları onların anladığı dille
anlatma gibi, güç bir işi de başarması gerekiyordu.
Yanlış kanıları
değiştirmek için çok uğraştı. Bıkıp usanmadan; işgalin ekonomik siyasi
nedenlerini, Batı kapitalizmini, sömürge politikalarını, Türkiye’nin
konumunu, işbirlikçileri ve Padişah’ın yönelişlerini anlattı; olayların nasıl
gelişeceğini söyledi.
Söylediği hemen her şey gerçekleşiyordu. “Manda’ya
sıcak bakmak, savaşı ve işgali anlamamak demektir, yabancılardan yardım
bekleyemeyiz, kendi gücümüze dayanmak zorundayız” diyordu. Manda ve mandacılığın
sözünü bile duymak istemiyor, bu sözcükler geçtiğinde öfkeleniyor ve İngiliz
korumasını ya da, Amerikan mandasını isteyenleri, “ahmaklık, gaflet ve
budalalık”la suçluyordu.12
Halkı
Kazanmak
Yakın
çevresinden başlamak üzere, bilinçsizlik nedeniyle gerçeği göremeyen herkesi
ayırım yapmadan kazanmaya çalıştı. Halk, başlangıçta mandacılık tartışmalarının
dışındaydı. Halkı kazanmanın temel görev olduğunu önceden saptamıştı. Ulusal
direnişe önderlik edebilecek aydınları bir araya getirmeye çalıştı.
Kazandığı ilk
topluluk, doğal olarak, ordudaki silah arkadaşlarıydı. Nitelikli birer komutan
olan bu insanlar, savaşmayı iyi biliyor, ancak savaştıkları gücü yani
emperyalizmi gerçek boyutuyla bilmiyordu. Bu durum, kötü niyete dayanmayan
ancak savaşıma zarar veren sonuçlar doğuruyordu.
Manda önerilerine duyduğu tepki ve tiksinti, onu, bu öneriyi olumlu bulanların
tümünü bir sayma yanlışına sürüklemedi. Mandacıları etkisizleştirip
yalıtırken (tecrit ederken), etki altında kalmış olanları kazanmaya çalıştı.
Aynı yöntemi mandacılar kullandı ve onu çevresinden soyutlamak için
yoğun çaba gösterdiler. Savaşımın doruk noktası Sivas Kongresi’ydi. Burada çok
zorlandı. Mandacıları etkisizleştirmek, bağımsızlığı savunarak Türkiye’yi
kurtarmak, onun varlık nedeni ve “en temel göreviydi”. “Bu özgöreve (misyona) duyduğu
inanç, ona olağanüstü bir ikna yeteneği” kazandırmıştı.13
DİPNOTLAR
1 “Nutuk”, M. K. Atatürk,
I.Cilt, T. T. K., 4.Bas, 1999, sf.15
2 a.g.e. sf.19
3 a.g.e. sf.19
4 a.g.e. sf.29
5 a.g.e. sf.23
6 “Çankaya” Falih Rıfkı Atay,
Sena Mat., İstanbul-1980, sf.200
7 a.g.e. sf.201
8 “Milli Mücadele Hatıraları” Ali
Fuat Cebesoy, Temel Yay., İst.-2000, sf.226
9 “Milli Kurtuluş Tarihi” D.Avcıoğlu,
III.Cilt, İst., 1974, sf.1049
10 “Müdafaa-i Hukuk Saati”, Mustafa
Kemal Palaoğlu, Bilgi Yay., Ank.-1998, sf.146
11 “Bozkurt”, H.C.Armstrong,
Arba Yay., İst.-1996, sf.79
12 “Erzurum’dan Ölümüne Kadar
Atatürk’le Beraber” M. M. Kansu, I.Cilt, Türk Tarih
Kur. Yay., 3.Bas., Ank.-1988, sf.171
13 “Bozkurt”, H.C.Armstrong,
Arba Yay., İst.-1996, sf.96
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder