7 Temmuz 2017 Cuma

ADANA’DAN SAMSUN’A; KURTULUŞ SAVAŞI HAZIRLIKLARI

Mustafa Kemal’in Kurtuluş Savaşı hazırlıkları; Adana’da başlattığı, İstanbul’da geliştirdiği ve Samsun’da uygulamaya soktuğu dokuz aylık bir dönemini kapsar.19 Mayıs, hazırlık sürecinin son, Kurtuluş Savaşı’nın  başlangıç noktasıdır. Mondros Mütarekesi henüz imzalanmamışken, ülkenin işgal edilerek parçalanacağını önceden görmüş, hazırlıklarını buna göre yapmıştı. Ulusun kurtuluşu; halkın örgütlenmesine dayalı silahlı savaşımın ve ulusal bağımsızlık kararlılığının, toplumun ortak istenci durumuna getirilmesiyle olanaklıydı. “Türk ata yurduna ve Türk’ün bağımsızlığına saldıranlara” karşı, onların gücüne ve kim olduğuna bakmadan, “bütün ulusça ve silahlı olarak karşı çıkmak, onlarla savaşmak gerekiyordu”. Şimdi bunu yapıyor ve sonuna dek gideceği, dönüşü olmayan bir yola giriyordu.


1919; “Genel Durum ve Görünüş”:

Söylev (Nutuk), “1919 yılı Mayısı’nın 19. günü Samsun’a çıktım. Genel durum ve görünüş” girişiyle başlar ve “Orduyla İlişkiler” ara başlığına kadarki on bir sayfalık bölümde, ülkenin içinde bulunduğu durum, herkesin anlayacağı belirginlikle açıklanır. Özenle dile getirilen saptamalar, herhangi bir yanılsamaya yol açmayacak kadar somut ve belgeli, geçmişte kalan olayların gerçekliğine herhangi bir zarar vermeyecek kadar nesneldir.
“Genel Duruma Dar Bir Çerçeveden Bakış” ara başlıklı bölümde, durum şöyle özetlenir: “Düşman devletler, Osmanlı Devleti ve ülkesine maddi ve manevi bakımdan saldırarak yok etmeye, bölüp paylaşmaya karar vermiştir. Padişah ve Halife olan kişi, yaşam ve rahatını kurtarabilecek çareden başka bir şey düşünmüyor. Hükümet de aynı durumda. Farkında olmadığı halde başsız kalan millet, karanlık ve belirsizlik içinde, olacakları bekliyor. Felaketin korkunçluğunu ve ağırlığını anlamaya başlayanlar, bulundukları yere ve sezebildikleri etkilere göre kurtuluş çaresi saydıkları yollara başvuruyorlar... Ordu, adı var, kendi yok bir durumda. Komutanlar ve subaylar, Genel Savaş’ın bunca sıkıntı ve güçlükleriyle yorgun, vatanın parçalanmakta olduğunu görerek yürekleri kan ağlıyor; gözleri önünde derinleşen karanlık felaket uçurumunun kıyısında, kafaları, çıkar yol, bir kurtuluş yolu arıyor...”1

“Çıkar Yol”

Bu belirlemeden hemen sonra, “Düşünülen Kurtuluş Yolları” bölümünde o günlerde çıkar yol olarak ileri sürülen görüşleri, ardından kendi görüşünü açıklar. Parçalanmaktansa ülkeyi bütün olarak bir başka devletin korumasına vermeyi yeğleyenlerin, “İngiliz himayesini” ya da “Amerikan mandasını” istediğini; kimi bölgelerin ise, kendi başlarına kurtulmaya çalışarak “bölgesel kurtuluş yollarına” yöneldiğini söyler.
Dayandığı anlayış, “çürük” ve “temelsiz” olduğu için bu görüşlerin hiçbirini kabul etmez. “Neyin ve kimin korunması için, kimden ve ne gibi yardım istemek düşünülüyordu” der ve olayların temelinde yer alan ana sorunu, “Ortada bir avuç Türk’ün barındığı ata yurdu kalmıştı. Son sorun, bunun da bölünüp paylaşılmasını sağlamaktan başka bir şey değildi” sözleriyle ortaya koyar.2
Ulusal bağımsızlığın, her ne ad altında olursa olsun yitirilişini ölümle bir tutar ve yönelinmesi gereken amacın, “ulus egemenliğine dayanan, tam bağımsız, yeni bir Türk devleti kurmak” olduğunu açıklar. Düşüncesinde olgunlaştırdığı, gerçekleştirmek için Samsun’a çıktığı ve yaşamı boyunca ödünsüz savunduğu ulusal bağımsızlık anlayışını, şu sözlerle dile getirir: “Temel ilke, Türk ulusunun haysiyetli ve şerefli bir millet olarak yaşamasıdır. Bu ancak tam bağımsız olmakla sağlanabilir... Türk’ün onuru, kendine güveni ve yetenekleri çok yüksek ve büyüktür. Böyle bir ulus, tutsak yaşamaktansa yok olsun daha iyidir. Öyleyse, ya bağımsızlık ya ölüm. İşte, gerçek kurtuluşu isteyenlerin parolası bu olacaktır...”3

Direniş ve Kararlılık

“Bağımsızlığa ulaşıncaya kadar, bütün ulusla birlikte, özveriyle çalışacağıma kutsal inançlarım adına ant içtim. Artık benim için Anadolu’dan ayrılmak söz konusu olamaz”4 diyordu. Kararlılığını; koşullara ve Türk halkının özgürlükçü geleneğiyle birleştirmiş, ulusal olduğu kadar evrensel boyutlu bir eyleme girişmişti.
Düşünce olarak olgunlaştırdığı eylem tasarını, halkın anlayıp katılacağı söz ve davranışlarla bütünleştirerek, uygulamaya hazır duruma getirmişti. Yüksek erekleri vardı, ancak ayrılık yaratacak erken atılmış adımlardan, erken söylenmiş sözlerden özenle kaçınıyordu. “Ben, ulusun vicdanında ve geleceğinde sezdiğim büyük gelişme yeteneğini, bir ulusal sır gibi vicdanımda taşıyarak, yavaş yavaş bütün toplumumuza uygulatmak zorundaydım”5 diyor ve her evrede, o evrenin gereklerine uygun davranıyordu.

Güç İşi Başarmak

Çok güç bir işe girişmişti. Halk tükenmiş, umutsuz, yalnızca yaşamını sürdürmeye çalışan edilgen bir kitle durumuna gelmişti. Yazgısına boyun eğmiş, üzüntü içinde, gelecekleri için verilecek kararları bekliyordu. Çoğunluk, olay ve gelişmelerin gerçek boyutunu anlayamadığı için, durumun daha da kötüleşeceğini göremiyor, yalnızca savaştan uzak durmak, tarlasını ekmek, çocuklarını doyurmak istiyordu.
Bir kesim, en kötü sonucu bile benimsemeğe hazırlanıyor; direnmek isteyen azınlık, neyi nasıl yapacağını bilmiyordu. Ölümlerle, sakatlıklarla dolu yıkıcı savaşlar içinde, yoksulluk ve hastalıklarla geçen kısa yaşamlar, Anadolu’da direnme değil, yaşam gücü bırakmamıştı. Anadolu ve Rumeli Türklerinin genç nüfusu; Yemen’de, Galiçya’da, Kafkaslar’da ve Basra’da eriyip gitmişti.

Yılgınlar, İşbirlikçiler

Halkın bir bölümü özellikle köylüler, direnme gücünü tümüyle yitirmemiş, düşman köyüne dek geldiğinde birşeyler yapacağını ve tarlasını koruyacağını söylüyordu. Ancak ülkenin kimi bölgelerinde, işgal altında bile olsa, direnmeyen ve direnmeyecek olanlar da vardı. Bunlar, direnmek bir yana, kurtuluş için mücadele edenlere saldırıyor, kişisel çıkar peşinde koşarak işgal güçleriyle işbirliği yapıyordu.
İşbirlikçiliğin itici gücünü, padişahçı gericiler ve din inancını çıkar ve siyaset aracı olarak kullanan tefeci tüccarlar oluşturuyordu. Bunlar, güç duruma düşenlere, özellikle köylülere, yüksek faizli borç vererek varsıllaşmışlar, yasası olmayan bir tür köy bankerleri durumuna gelmişlerdi. İşgali kalıcı gördükleri için, çıkarlarını korumanın en güvenilir yolunun İngilizler’le işbirliğinden geçtiğine inanmışlardı.
İhanetin başını Vahdettin çekiyordu. Sırtını işgal güçlerine, özellikle İngilizlere dayamış, kurtuluş için mücadele edenlere saldırmada herhangi bir sınır koymuyordu. Damat Ferit’i ikinci kez hükümeti kurmakla görevlendirdiğinde, bu atamaya karşı çıkan Meclis-i Mebusan (İstanbul Meclisi) İkinci Başkanı Hüseyin Kazım Bey’e; “Ben istersem Rum patriğini de, Ermeni patriğini de, hahambaşını da iktidara getiririm” demişti.6 Damat Ferit kabinesinde Adliye Nazırlığı yapan Bosnalı Ali Rüştü, “Yunan taarruzunun başarısı için dua okutmuştu”.7
Ulusal savaşımı örgütlemek için ülkeye yayılan millici subaylara, kimi yerlerde düşmanca davranılıyor, gözaltına alma ya da tutuklamalar yapılıyordu.8 İşbirlikçiler, Aydın-Nazilli Millici örgütüne sızmıştı. Bunların en ünlülerinden biri olan Hürriyet ve İtilafçı Avukat İlhami, işgal etmeleri için Yunanlılar’ı Aydın’a davet etmişti.9
Direnme güç ve isteğinden yoksunluk, belli bir bölgeye özgü değil, ülkenin birçok yerinde karşılaşılan genel bir durumdu. Savaşın yarattığı çöküntü, işgal baskısı ve baskıyla bütünleşen padişah istemiyle birleşince, örgütsüz halk direnemez duruma gelmişti. Halkın ulusal direnişe katılımını sağlamak isteyen genç subaylar, Anadolu’ya yayılarak, büyük güçlük ve tehlike içinde Kuvayı Milliye’yi örgütlemeye çalıştılar. Birçok yerde; düşmanca davranışlalar, uzak durmalar, ilgisizlik ve açık saldırılarla karşılaştılar.

“Tarihin Emri”

Kurtuluş Savaşı, bu koşullarda verildi. Kuvayı Milliye, “Başımızı belaya sokmayın, bizden uzak durun, biz bir şey yapamayız” anlayışlarının var olduğu bu toplum içinden çıktı. Direnişi hiç düşünmeyen hatta adını bile duymak istemeyen pek çok insan, daha sonra kendilerini kurtuluş mücadelesi içinde buldu.
“Yedi düvele karşı gelemeyiz” diyerek güce boyun eğen insanların komşu ya da akrabaları, belki de kendileri daha sonra; Salihli’de, Aydın’da, Nazilli’de, Balıkesir’de direniş örgütleri kurdular, işgale karşı savaştılar. Yazgısına boyun eğmiş, güçsüz ve çaresiz gibi görünen sessiz kitle, birdenbire çok değişik bir ruh yapısına ulaştı.
Özellikle yabancılar için, inanılmaz gibi gelen bu beklenmedik değişimin, toplumsal bir dayanağı kuşkusuz vardı. Yaşadığı toprakların korunmasına, her zaman ve her koşulda duyarlı olan Türk insanı, yurt savunması söz konusu olduğunda, bu gizilgücü açığa çıkarmış ve önderini bulunca, yenilmesi olanaksız bir güç haline gelmişti.
Bu gücün oluşup devinime (harekete) geçmesi için, güvendiği önderini bulması, onun gösterdiği yola inanması ve örgütlü olması kesin koşuldu. 1919’da bu önder Mustafa Kemal’di ve Türk toplumunun direnme özelliğini, “bir elektrik şebekesi” gibi devreye giren “tarihin emri” olarak tanımlıyordu.10

Tam Bağımsızlıkta Ödünsüzlük

Mustafa Kemal, her türlü bağımlılığı, manda ve himaye anlayışlarını tümden reddederek tam bağımsızlık kararını, böyle bir ortam içinde aldı ödün vermeden sürdürdü ve sonunda herkese kabul ettirdi. “Türk ulusu ya kendi kendini kurtaracak ya da yok olacaktır” diyordu.11 Giriştiği işte tam anlamıyla yalnızdı. Ne destek alacağı hazır bir örgüt, ne kadro, ne de para vardı. Eğitim düzeyi düşük, kültürel yapı dağınıktı. Ulusal bilinç yeterince gelişmemişti. Düşüncelerini tam olarak anlatabilmek için, insanlara önce konuları öğretmesi, bunu yaparken karmaşık konuları onların anladığı dille anlatma gibi, güç bir işi de başarması gerekiyordu.
Yanlış kanıları değiştirmek için çok uğraştı. Bıkıp usanmadan; işgalin ekonomik siyasi nedenlerini, Batı kapitalizmini, sömürge politikalarını, Türkiye’nin konumunu, işbirlikçileri ve Padişah’ın yönelişlerini anlattı; olayların nasıl gelişeceğini söyledi.
Söylediği hemen her şey gerçekleşiyordu. “Manda’ya sıcak bakmak, savaşı ve işgali anlamamak demektir, yabancılardan yardım bekleyemeyiz, kendi gücümüze dayanmak zorundayız” diyordu. Manda ve mandacılığın sözünü bile duymak istemiyor, bu sözcükler geçtiğinde öfkeleniyor ve İngiliz korumasını ya da, Amerikan mandasını isteyenleri, “ahmaklık, gaflet ve budalalık”la suçluyordu.12

Halkı Kazanmak

Yakın çevresinden başlamak üzere, bilinçsizlik nedeniyle gerçeği göremeyen herkesi ayırım yapmadan kazanmaya çalıştı. Halk, başlangıçta mandacılık tartışmalarının dışındaydı. Halkı kazanmanın temel görev olduğunu önceden saptamıştı. Ulusal direnişe önderlik edebilecek aydınları bir araya getirmeye çalıştı.
Kazandığı ilk topluluk, doğal olarak, ordudaki silah arkadaşlarıydı. Nitelikli birer komutan olan bu insanlar, savaşmayı iyi biliyor, ancak savaştıkları gücü yani emperyalizmi gerçek boyutuyla bilmiyordu. Bu durum, kötü niyete dayanmayan ancak savaşıma zarar veren sonuçlar doğuruyordu.
Manda önerilerine duyduğu tepki ve tiksinti, onu, bu öneriyi olumlu bulanların tümünü bir sayma yanlışına sürüklemedi. Mandacıları etkisizleştirip yalıtırken (tecrit ederken), etki altında kalmış olanları kazanmaya çalıştı. Aynı yöntemi mandacılar kullandı ve onu çevresinden soyutlamak için yoğun çaba gösterdiler. Savaşımın doruk noktası Sivas Kongresi’ydi. Burada çok zorlandı. Mandacıları etkisizleştirmek, bağımsızlığı savunarak Türkiye’yi kurtarmak, onun varlık nedeni ve “en temel göreviydi”. “Bu özgöreve (misyona) duyduğu inanç, ona olağanüstü bir ikna yeteneği” kazandırmıştı.13

DİPNOTLAR

1       “Nutuk”, M. K. Atatürk, I.Cilt, T. T. K., 4.Bas, 1999, sf.15
2        a.g.e. sf.19
3        a.g.e. sf.19
4        a.g.e. sf.29
5        a.g.e. sf.23
6        “Çankaya” Falih Rıfkı Atay, Sena Mat., İstanbul-1980, sf.200
7        a.g.e. sf.201
8        “Milli Mücadele Hatıraları” Ali Fuat Cebesoy, Temel Yay., İst.-2000, sf.226
9        “Milli Kurtuluş Tarihi” D.Avcıoğlu, III.Cilt, İst., 1974, sf.1049
10     “Müdafaa-i Hukuk Saati”, Mustafa Kemal Palaoğlu, Bilgi Yay., Ank.-1998, sf.146
11     “Bozkurt”, H.C.Armstrong, Arba Yay., İst.-1996, sf.79
12     “Erzurum’dan Ölümüne Kadar Atatürk’le Beraber” M. M. Kansu, I.Cilt, Türk Tarih Kur. Yay., 3.Bas., Ank.-1988, sf.171
13     “Bozkurt”, H.C.Armstrong, Arba Yay., İst.-1996, sf.96




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder