İzmir’de
başlatılan silahlı şiddet, işgalin ortaya çıkardığı anlık bir düşmanlık tepkisi
değil; her yönüyle düşünülmüş, bir göç ettirme eylemiydi. Bu eylem, Anadolu’yu
Antik Çağ’dan beri mülkünün bir parçası gören ve Alman Profesör K.Kruger’in
“megalo manyak emeller” dediği, değişmez Grek anlayışının doğal
sonucuydu. Megalo İdea, 3 bin yıl sonra, şimdi gerçekleşecek ve Batı
Anadolu ele getirilecekti. Yunan Ordusu, yerli Rumlarla birlikte kuralsız bir
terör dalgasını gittiği her yere yaydı. Saldırdı, soydu, ırza geçti; yaktı,
yıktı ve öldürdü. Kendilerini, topraklarına geri dönen efendiler olarak
görüyorlardı. Yaptıkları gizlendi ve unutturulmaya çalışıldı. Bugünkü kuşak
dedelerinin çektiği acıyı bilmiyor. Tam tersi, Türklerin Rumlara ve Ermenilere soykırım
yaptığı yaymacasıyla karşılaşıyor. Yunanistan, 19 Mayıs’ı “Soykırım
Kurbanlarını Anma Günü” kabul ediyor. 96 yıl sonra, İzmir’e Metropolit atanmasına
izin veriliyor. Ege adaları işgal ediliyor ve 1915’te padişahın İzmir’in
işgalinde yaptığı gibi tüm bunlar görmezden geliniyor.
15 Mayıs 1919; İzmir
İngiltere’nin
Akdeniz Donanması Başkomutanı ve İstanbul İşgal Gücü Yüksek Komiseri Sir Arthur
Calthorpe (1864-1939), 14 Mayıs 1919 gecesi saat 23:00’de, İzmir’deki
İngiliz Garnizon Komutanlığı’na bir telgraf buyruğu göndererek, Mondros
Mütarekesi ve Paris Barış Konferansı kararları gereği, kentin Yunan askeri
birliklerince işgal edileceğini bildirdi. Olası karışıklıkları önlemek için
yardımcı olunmasını istedi. 15 Mayıs sabahı saat yedide; yani Calthorpe’un
emrinden sekiz saat sonra Averoff ve Limnos adlı iki Yunan
zırhlısı, peşlerinde birçok nakliye gemisiyle birlikte limana yanaştı ve Yunan
birlikleri karaya çıkmaya başladı.
Önce, bir efzun (püsküllü bir takke ile kısa etek giyen, Yunan
ordusunun seçkin birlikleri) alayıyla 40. ve 50. Piyade Alayları ve kimi deniz
birlikleri karaya çıktı. Türk birliklerinin bildirime uyup kışlalarında kalıp
kalmadığını denetledikten sonra, asıl birlikler saat 11:00’de Kordon’a yayıldı.
İngiliz birlikleri posta ve telgraf binalarını işgal etti. Calthorp,
basına bir açıklama yaparak, Müttefik güçlerin güvenliği sağlayacağını
bildirdi.
İzmir’in Müslüman
mahallelerinde derin bir sessizlik vardı. Ancak, Osmanlı yurttaşı yerli Rumlar;
erkekleri silahlı, kadın ve çocukları ellerinde mavi-beyaz Yunan bayraklarıyla
kentin caddelerini doldurmuş, saldırganlığa hazır aşırı davranışlarla sevinç
gösterilerinde bulunuyordu. Yunan askerleri, çevrelerinde silahlı sivillerle
birlikte uzun bir yürüyüş kolu oluşturmuş, kente yayılıyordu. 9 Eylül 1922’ye
dek sürecek ve Anadolu’yu yangın yerine döndürecek bir vahşet dönemi, 15
Mayıs’ta İzmir’de başlıyordu.
Vahşet
Saldırıların ilk hedefi, doğal olarak Sarıkışla ve buradaki Türk
subayları oldu. İstanbul Hükümeti’nden direnmeme buyruğu alan birlikler,
Kışla’da bekliyordu. Yunan birlikleri ve çevresindeki silahlı yerli Rumlar
oraya yöneldiler.
O günün olaylarını, yüksek rütbeli bir Fransız subayı not defterine
şöyle yazmıştı: “Yürüyüş kolunun önünde çok büyük bir Yunan bayrağı vardı.
Herkes çılgınca ‘zito Venizelos’ diye bağırıyor, sancaktar durmadan bayrağı
sallıyordu. Gösteri yapanlar, gürültü içinde gitgide kendilerini kaybettiler.
Bu biçimde, içinde çok sayıda Türk askerinin bulunduğu büyük kışlanın önüne
geldiler. Kışlada, 56.Süvari Alayı’nın subayları ve düşüncesizce verilmiş emir
gereği burada toplanmış başka birliklerden subaylar vardı. Bu savunmasız
insanlar, birbirlerine sokulmuşlardı. Bu sırada kışladan, tahrikçi bir Yunan
ajanı tarafından patlatılan bir tabanca sesi ortalığı çınlattı. Bu, beklenen
bir işaretti. Yunan askerleri hemen kışla karşısında mevzi aldılar ve bir ateş
salvosu başladı. Ateşe makineli tüfekler de katıldı. Kışlanın içinde ölü ve
yaralılar yere serildiler... Ateş kesilince elinde beyaz bir bezle bir Türk
subay, görüşmeci olarak kışladan çıkmıştı, fakat derhal süngülendi ve yere
yıkıldı. Daha sonra yeniden başlayan ateş yavaşlayınca, Türk komutan çıktı.
Tehditler ve küfürler arasında, komutana bazı emirler verildi. Türk subay ve
erler, kışlayı terk edecekler ve derhal gemilere bineceklerdi. Çıkış başladı,
ayakta yürüyebilecek durumdaki yaralılar, arkadaşlarının yardımıyla kafileye
katıldılar. Limana doğru yürüyorlardı. Hakaretler, tecavüz ve cinayetler
başladı, Türk subaylar, tüfek dipçikleri ve süngülerle hırpalandılar. Üstleri
arandı ve soyuldular. Hayatta kalarak oraya kadar gelebilmiş olanlara; Petris
kruvazöründen, destroyerlerden, İzmir’deki Yunan Bankası ve çevresinden ve
civardaki Rum evlerinden ateş açıldı. Yunan denizciler birbirleriyle gülüşerek
Türk subaylara nişan alıyorlardı. Otuzdan fazla subay vurularak, binecekleri
geminin önünde rıhtıma düştü. Geri kalanlar, türlü hakaretlerle bindikleri
geminin ambarına, hayvanların yanına tıkıldılar”.1
Saldırı kırksekiz saat
sürdü. Cadde ve sokaklardan başlayıp, çarşılara, konut ve işyerlerine uzanan
bir insan avı başlatılmış; sınır konmamış şiddet, Fransız ordu kaynaklarına
göre, o gün 300 Türk’ü öldürmüş, 600’ünü de yaralamıştı.2
Umarsız
ve Yalnız
Evlerine kapanan
İzmirli Türkler, örgütsüz, dirençsiz ve tepkisiz, sıranın kendilerine gelmesini
bekleyen sessiz kurbanlar gibi, umarsız ve yalnızdılar. Öç almayı amaçlayan
düşmanlık o denli ölçüsüzdü ki, dizginlenmeyen saldırı, kimi zaman Türk
olmayanları bile yanlışlıkla içine alıyordu. Valilikte çalıştıkları için fes
giyen 15 Rum memur, Fransız Demiryolu Şirketi’nin gar şefi ve İngiliz uyruklu
bir tüccar da öldürülmüştü. Olayları, İzmir’de görevli bir Fransız subayı şöyle
anlatıyordu: “Rıhtımda ve kışlalar önünde, eşlerinden ya da oğullarından bir
haber almak için bekleşen Müslüman kadınlar hakarete uğramış, çarşafları
yırtılmıştır. Sokaklar, işlenen cinayetlerin izleri ve artıklarıyla doludur.
Öldürmeler giderek yerini hırsızlıklara bırakmaktadır. Kimi Yunanlı tüccarlar,
silahlı çeteleri, borç aldıkları alacaklıların evlerine saldırtıyorlar”.3
Metropolit
Hrisostamos
Fener Rum Patrikliğine
bağlı, Osmanlı yurttaşı bir “din adamı!” olan İzmir Metropoliti Hrisostomos,
bunca vahşetin yaşandığı İzmir işgalini, kilisede yaptığı, daha sonra bildiri
olarak dağıtılan konuşmasında şöyle kutsuyordu: “Bugün sizleri, muhteşem ve
ilahi bir törene davet ettik. Bu öyle bir törendir ki, milletler uzun yüzyıllar
boyunca, ancak bir kez gerçekleştirme şansına sahip olabilirler. Huşu ve
saygıyla eğiliniz, ama başlarınızı dik tutunuz. Kardeşler, beklenen an
gelmiştir. Yüzyıllık arzular yerine gelmektedir. Olağanüstü yıllar
yaklaşmıştır. Irkımızın büyük umudu, anamız Yunanistan’la birleşmek yolunda,
bağrımızı kızgın demir gibi yakan ve kavuran o şiddetli, derin ve yakıcı
arzumuz, işte bugün, tarihi minnetle anılması gereken 15 Mayıs günü
gerçekleşiyor. Bugünden sonra, büyük vatanımız Yunanistan’ın ayrılmaz bir
parçası oluyoruz. Yunan tümenleri, Küçük Asya sahillerine çıkmaya başlamıştır.
Yaşasın Helenizm”.4
Vahdettin’in
İhaneti
İzmir’de işgale tepki gösterilmemesinin nedeni, ihanete varan teslimiyet
anlayışının devlet yönetimine egemen olmasıydı. 13 Mayıs’ta Vahdettin’in
gönderdiği bir Saray Kurulu, İzmir halkına, yakında gerçekleştirilecek olan
Yunan işgalinin geçici olacağını, bu nedenle “her ne olursa olsun kan
dökülmesine yol açacak” hareketlerden kaçınılmasını söylemişti.
Dahiliye Nazırlığı,
işgalden birkaç gün önce İzmir Valiliği’ne bir yazı göndermiş, “silahlı
direnişe izin verilmemesini”5
ve “işgal güçleri hangi dinden ve
milletten olursa olsun onlara Türk misafirperverliğinin gösterilmesini”6
gerekli önlemlerin alınmasını istemişti. Padişah temsilcisi Süleyman Şefik
Paşa, halkı Hükümet Konağı önüne toplamış ve burada, Padişah’ın yazılı
buyruğunu (hattı hümayununu) okumuştu. İzmir’lilerin işgale direnç
göstermemesinin nedeni buydu. Direniş işgalden sonra başlayacaktır.
Uyarıcı
Etki
İzmir’in işgali, Anadolu’da 3,5 yıl sürecek yaygın ve şiddetli bir
terörün başlangıcıydı ama aynı zamanda ulusal uyanışın da başlangıcı oldu.
Yunanistan’ın Anadolu’ya asker çıkarması, Türkler için kabullenilmesi ya da
sessiz kalınması olanaksız bir girişimdi. Her sonuca katlanabilecek gibi
görünen yorgun ve yoksul Türk halkında, işgalden hemen sonra, ‘şaşırtıcı’ bir hareketlilik başlamıştı.
Nerede ve nasıl gizlendiği bilinmeyen bir ek güç devreye girmiş, direnme
eğilimi ülkenin her yerine yayılmıştı.
İzmir Yunanlılar değil
de, örneğin İngilizler tarafından işgal edilseydi, Kurtuluş Savaşı belki de
farklı bir yol izleyecekti. Ulusal savaşım yine sürdürülecek, ancak yorgun halk
bu savaşıma, her halde daha geç katılacaktı. İngiltere, Yunan Ordusu’nu
Anadolu’ya göndermekle büyük bir hata yapmıştı. Saldırılarıyla yüz yıldır
uğraştıkları Yunanlıları hiç sevmeyen Türklerin, yapılarından gelen savunmaya
dönük gizilgücü (potansiyeli) onları harekete geçirmişti. Mustafa Kemal,
bu konudaki düşüncesini şöyle ifade eder: “Ahmak düşman İzmir’e gelmeseydi,
belki de bütün ülke gerçekleri göremez halde kalırdı”.7
“Yunan’a
Duyulan Nefret”
İngilizler için beklenmedik bir gelişme olan, “Yunan işgaline karşı
yurt düzeyinde başlayan milli tepki”8, Türk halkı için, son
tutunma noktası Anadolu’yu kurtarma girişimiydi. Halkta yaygın olan kanıya
göre, ana tehlike emperyalist politika uygulayan büyük devletler değil,
ordusunu karşısında gördüğü Yunanistan’dı. Eğitimsizlik ve örgütsüzlük,
yanıltıcı Batı yaymacasıyla (propagandasıyla) birleşince, bu yanlış ya da
yetersiz görüş etkili olabiliyor; işgali yaptıran değil, yapan görülebiliyordu.
Ülkeyi, “İngiltere işgal edebilir, Amerika himayesine alabilir ama
Yunanistan asla gelemezdi”.
Emperyalizm
yeterince bilinmiyordu ancak Yunanlılığın ne olduğu iyi biliniyordu. Türk halkı
bunu, Mora ve Girit ayaklanmalarından beri yüz yıldır, yaşadığı acılarla
öğrenmişti. Palikarya dediği Yunanlıların, amacını ve neyin peşinde
olduğunu kavramıştı.
Churchill, bu durum için daha sonra, “Türkler derin nefret ve kin beslediği,
kuşaklar boyu düşmanı olan Yunanistan’a boyun eğeceğini anladığı an,
denetlenemez hale geldi” diyecektir.9
Megalo
İdea
Yunanlılar, Megalo
İdea, için, ruh bozukluğu yaratan
bir heyecanla saldırdılar. Subay ve erler yıllarca bu iş için eğitilmişlerdi. Arkalarında İngiltere, yanlarında, yetmiş yıldır
toprak satın alarak buralara yerleşen işbirlikçi Rumlar vardı. Ordularının
donanımı iyi, morali yüksekti. Anadolu’ya bir daha çıkmamak üzere, kesin
biçimde yerleşmek için gelmişlerdi.
Fransız gazeteci Berthe
G.Gaulis bu amacı şöyle özetlemişti: “Yunanlılar için, Türklerin yok
edilmesi Anadolu’yu sömürgeleştirmenin tek yoluydu. Bu nedenle yok etmeye yönelik
bütün çabaları; kutsal binaların, tarihi yerlerin, belediye mülklerinin,
kısacası, Türk milletinin yerinde kalmasını sağlayan herşeyin yok edilmesinde
toplanıyordu”.10
Yayılan
İşgal
Yunan Ordusu, içine aldığı ya da milis olarak silahlandırdığı yerli Rumlar’la
birlikte, hızla İzmir’in çevresine yayıldı. Bir ay içinde Urla (16 Mayıs),
Çeşme (17 Mayıs), Menemen (21 Mayıs), Manisa (26 Mayıs), Aydın (27 Mayıs), Tire
(28 Mayıs), Ayvalık (29 Mayıs), Ödemiş (1 Haziran), Akhisar (5 Haziran),
Bergama (12 Haziran) ve Salihli’ye (23 Haziran) girdiler.
Daha sonra İzmit’ten
Balıkesir, Bursa, Uşak, Afyon ve Eskişehir’e, Ankara’nın dibindeki Haymana
Ovası’na dek, hemen tüm Batı Anadolu’yu ele geçirdiler. Girdikleri her yerde,
İngilizler’in bilgisi ve sessiz onayıyla, dünya kamuoyundan ustaca gizlenen,
sınırsız kıyım uyguladılar.
Menemen
Menemen’de korumasız halka yöneltilen saldırı, aralıksız üç gün sürdü.
Bu süre içinde ilçe merkezinde üçyüz kişi öldürülmüş, tarlalarda ekin
kaldırmaya giden yedi yüz köylü, geri dönmemişti. Menemenli tüccarların malları
yağmalanmış, altınları alınmıştı11, hemen her Müslüman aile bir ölü
vermişti.
Fransız
birliklerinden, 6.Demiryolu İstihkam Bölüğü’nün Menemen istasyonunda görevli
çavuş Pichot, Menemen’de olanları gördükten sonra, İzmir’deki
yüzbaşısına şu mektubu yazmıştı: “Burada geçen çok üzücü olaylar ve hiçbir
yardımcım olmaması nedeniyle, beni buradan almanızı ve Yunanlıların olmadığı
bir yere atamanızı rica ederim. Burda hayat çekilmez bir hal aldı. Gördüklerim
ve duyduklarım nedeniyle, büyük bir nefret duymaktayım. Dün Bergama’dan dönen
Yunan askerleri, Gar meydanında bir açık hava pazarı kurdular; elbise, gümüş
takımları, mücevherler, ayakkabılar gibi yağma edilmiş eşya satıyorlar”.12
Aydın
Yunan kırımının
boyutunu gösteren ikinci belge, Rahibe Marie’ye aittir ve Aydın’da
yaşananları aktarır. Bölgede uzun yıllar misyoner olarak çalışan ve olayları
yakından izleyebilecek bir konumda olan Rahibe Marie, hazırladığı
raporda şunları söylüyordu: “24 Haziran Salı. Öğleden sonra kentin Güneyine
giden Yunan birliği, akşam saat 08:00’de Emineköy’ü ateşe verdikten sonra kente
döndü. Askerler, tüfeklerinin ucundaki süngülere, yağmadan ele geçirdikleri
şeyleri takmışlardı... 28 Haziran Cumartesi öyleye doğru silah sesleri yeniden
duyulmaya başladı. Türk mahallelerinden ateş sesleri geliyor, evler yanıyordu.
Kaçmak isteyen Türkler, Yunan askerlerince yanmakta olan evlere tıkıldı...
Akşam saat 06:00’da, bir Türk aile bize gelerek sığınmak istedi. Yangın gece
boyunca, Türk mahallelerinin tümüne yayılarak, bütün korkunçluğuyla sürdü.
Türkler sokak ortasında öldürülüyordu”.13
Söğüt,
Bilecik
Berthe G.Gaulis, Ankara’ya gelirken Söğüt ve Bilecik’te yaşananlardan çok etkilenmiş ve
gördüklerini kendine özgü anlatımıyla yazıya dökmüştür. Yazdıkları, uygulanan
kıyımı ve Türk insanının çektiği acıları, gerçek boyutuyla aktaran saptamalar;
tarihsel değeri olan belgelerdir. Gaulis gördüklerini şöyle aktarır: “Söğüt’e
doğru geliyoruz. Düşman köprüleri atmış, köyleri yakmış. Her yerde üstleri hâlâ
tüten kararmış taşlar. Yokedilmiş yuvalarının yıkıntıları içindeki zavallı
insanlar, ölü hayvanlarına, harap olmuş meyvalıklarına, yakılmış tarlalarına
bakıp duruyorlar. Bütün bunlar, Anadolu’nun o muhteşem ilkbaharının yeşillikleri
içinde oluyor. Bölgenin en güzel kasabası Söğüt’te, Ertuğrul Gazi’nin türbesine
bekçilik eden bu ince kasabada, yerel komutanın yanında duruyoruz... 1054
haneden, 800’ü yakılmıştı. Camiler, okullar, dükkanlar, evler; parçalanmış,
dinamitle patlatılmıştı. Yıkıntılar altında kalan insan ölüleri, pis kokularını
belli etmeye başlamıştı. İhtiyarlar bile öldürülmüş, kadınlara kızlara tecavüz
edilmişti. Anadolu köylüsü, insanların en sakini, en disiplinli olanı, en
çalışkanı ve en iyi askeridir. Seçtiği şefe her zaman en sadık adamdır... Ne
kadar çok görmüşümdür; bu insanlara her türlü maddi zarardan bin kez daha acı
veren şey; kadınlara, çocuklara yapılan tecavüz ve kutsal yerlerin
kirletilmesiydi. Yitirdikleri mallar için söyleniyorlardı ama bu tür iğrenç suçları
asla affetmiyorlardı”.14
İnsanlık
Sorunu
Doğu’da
Ermeniler, Batı’da Rumlar, girdikleri yerlerde uyguladıkları sistemli terörden
başka, çekilirken her yeri ve her şeyi yakıp yıktılar. Ülkenin Doğusu ve
Batısında, neredeyse oturacak ev, yaşayacak kent ya da köy kalmamıştı. Erzurum,
Ağrı, Kars ve çevreleri, Kocaeli, Bilecik, Bursa, Balıkesir, Kütahya, Afyon,
Uşak, Denizli, Manisa, İzmir, ilçe ve köyleriyle yakılmış, büyük bölümü ağır
hasar görmüştü. 830 köy tümüyle, 930 köy kısmen yakılmıştı. Yakılan bina sayısı
114 408, hasar gören bina sayısı 404’dü.15
Fransız tarihçi Benoit Méchin,
Yunan Ordusu’nun 30 Ağustos 1922’den sonra İzmir’e doğru kaçarken yaptıkları
konusunda şunları yazar: “Yunanlılar, Anadolu yaylasının taşlı ovaları
arasında, arkalarında olağanüstü miktarda savaş artığı malzeme bırakarak
kaçtılar. Hem kaçanlar hem de kovalayanlar, insanlar ve atlar, ölüler ya da
yaralılar, üstlerine yapışmış bir toz tabakasıyla örtülmüştü. Sineklerin ve
akbabaların yemi olan cesetler, cehennem gibi bir sıcak altında çürüyorlardı.
Kaçan Yunanlılar çocuk, kadın, yaşlı gözetmeksizin önlerine çıkan bütün
Türkleri öldürüyordu. Kaçanlar, köyleri yakıyor, su kuyularına zehir
atıyordu... Eskiden, Yunan işgalinden önce; tahıl ve meyvanın bol yetiştiği,
verimli otlaklar, bağlar ve sebze bahçeleriyle dolu Ege ovaları, şimdi, acı
veren bir boşluk haline gelmişti. Kadınlar, ırzına geçildikten sonra ağaçlara
çarmıha gerilmişti. Çocuklar, canlı olarak samanlık kapılarına çakılmıştı.
Bütün bu dehşet sahnelerinin üzerinden, bir de yanmış insan cesetlerinin mide
bulandırıcı kokusu geliyordu...”16
DİPNOTLAR
1
“Kurtuluş
Savaşı Sırasında Türk Milliyetçiliği” Berthe Georges-Gaulis, Cumhuriyet Kitapları, İstanbul-1999, sf.56-58
2
a.g.e. sf.60
3
“Kurtuluş
Savaşı Sırasında Türk Milliyetçiliği” B.G.Gaulis, Cumhuriyet Kit., İstanbul-1999, sf.60
4
“Sancılı
Yıllar:İzmir 1918-1922” Engin Berber, Ayraç Yay., 1997, sf.218
5
a.g.e. sf.58-59
6
“Tamu Yelleri”,
Esat K.Ertur, T.T.K. Ankara-1994,
sf.158
7
“Milli Kurtuluş
Tarihi” Doğan Avcıoğlu, I.Cilt, İst.
Mat., 1974, sf.19
8
“Milli Kurtuluş
Tarihi” D.Avcıoğlu, I.Cilt,
İstanbul Mat., 1974, sf.18
9
“Milli Kurtuluş
Tarihi” D.Avcıoğlu, I.Cilt,
İstanbul Mat., 1974, sf.27
10
“Çankaya Akşamları-II”, B.G.Gaulis, Cumhuriyet Kit., 2001, sf.12
11
“Kurtuluş Savaşı Sırasında Türk Milliyetçileri”, B.G.Gaulis, Cumhuriyet Kit., İst.-1999, sf.63
12
a.g.e. sf.63-64
13
a.g.e. sf.64-65
14
“Çankaya Akşamları-II”, B.G.Gaulis, Cumhuriyet Kit.,2001, sf.10-14
15
“Atatürk Zamanında Türk Ekonomisi” Prof.Dr.Ferudun Ergin, Yaşar Eğitim ve Kültür Vakfı Yay., No:1,
sf.19
16
“Mustafa Kemal”
Benoit Méchin, Bilgi Kit.,
Ank.-1997, sf.220-221
Türkiye'de okuma özürlü beyinsizler çok olduğu için bu konuları pek takmazlar....
YanıtlaSilSorum şu; neden bunlar okul çağlarında anlatılmıyor. Bu tarihî bilgisini saklamak hangi milli eğitim politikasıdır. Teşekkürler.
YanıtlaSilMilli Eğitim, 1949 yılında ABD’ye teslim edildi Sevgili Gökhan.
YanıtlaSil