5
Şubat 1937’de Anayasa maddesi yapılan Altıok, yaymaca amaçlı sıradan bir
tanımlama değil; direniş içinde oluşan, yaşama bağlı ve geleceğe yön veren
ilkeler bütünüdür. Geri kalmışlıktan kurtularak gelişmek isteyen bir ulusun,
kalkınıp güçlenmek için izleyeceği yolu gösterir. Bu işin nasıl yapılacağını
açıklar. İnsanı esas alır, bilime ve gerçeklere dayanır. Herşeyden önce, çok
yönlü, ileri ve çağın gereklerine uygun belirlemeler; halka verilen söz ve
yükümlenmelerdir. Toplumsal gelişimi temel amaç sayan, kendine güvenli ve
devrimci bir yönetimin yapabileceği bir girişimdir. Türk ulusunun buluşudur ve
evrensel bir boyutu vardır.
Yaşanan Gerçek
Nutuk’un okunduğu Cumhuriyet Halk Fırkası İkinci Büyük
Kongresi (1927), bir tüzük değişikliği yaparak; Cumhuriyetçilik, Milliyetçilik ve
Halkçılık olarak tanımlanan üç anlayışı, partinin temel ilkeleri durumuna
getirdi. 1931 Kurultayı’nda bunlara; Laiklik, Devletçilik ve Devrimcilik eklendi
ve bu altı ilke, 1937’de Anayasaya maddesi durumuna getirilerek, yalnızca
partinin değil, devletin de temel ilkesi oldu.
Özgün
ve Evrensel
Altıok, Türk
Devrimi’nin yarattığı bir çağdaşlaşma izlencesi (programı) ve ezilen ulusların
tümüne örnek oluşturan bir kalkınma yönetimidir. Temelinde, altı ilkenin tümüne
tek tek ya da bütün olarak yön veren, tam bağımsızlık ve ulusal egemenlik anlayışı
vardır. Bu anlamıyla altıok, bir dünya görüşüdür.
İlkeler, birbirinden
kopuk, biçimsel belirlemeler değil, birbirini tamamlayan ve birlikte
değerlendirildiğinde anlamı olan saptamalardır. Birbirinden koparılarak ele
alınırsa ya da bir kaçı yok sayılırsa, Türk Devrimi’ni temsil etmez, somut bir
başarı sağlayamaz.
1923-1938 arasında
gerçekleştirilen devrim atılımlarının tümü, Altıok içinde ifadesini bulur;
hiçbir girişim dışarda kalmaz. Örneğin; Saltanat ve Hilafetin kaldırılması Cumhuriyetçilik’le;
dil-tarih yenileşmesi Milliyetçilik’le; eğitimin birliği, tekke ve zaviyelerin
kapatılması Laiklik’le; kamulaştırmalar ve ekonomik uygulamalar Devletçilik’le;
tarım ve sağlık atılımları Halkçılık’la; hukuk ve yenilikçi girişimler Devrimcilik’le
ilişkilidir. Bu ilişkiler, altı ilkenin bütünlüğü içinde, ayrıca birbirlerine
bağlanmışlardır.
Cumhuriyetçilik
Türk Devrimi’nin
cumhuriyet anlayışı, kimi ülkelerde olduğu gibi, kişi, zümre ya da soy
egemenliğini örtmek için kullanılan, adıyla uyumsuz, biçimsel bir yönetim
anlayışı değildir. Batı’da (ya da Doğu’da) görülen hiçbir cumhuriyet biçimine
benzemez. Toplumu oluşturan tüm kesimleri kapsayan anlayışıyla, doğrudan ulusal
egemenliği ve halkın gönencini amaç edinmiştir. Türk toplumuna özgü
nitelikleriyle, eskiden gelen katılımcı anlayışın günün koşullarına göre
uygulandığı, halka dayalı demokratik bir yönetim biçimidir. Toplumun ve
devletin tüm gücü, yalnızca ulus ve halk için kullanılmıştır.
Yasama organı olarak
Türkiye Büyük Millet Meclisi, azınlığı temsil eden, sınıf egemenliğine dayalı
Batı parlamentolarından çok ayrımlıdır. Emperyalist işgale karşı, halkın
temsilcileriyle ve bizzat halkın kendisi tarafından oluşturulmuştur. Aynı
durum; yürütme, yargı ve yasama oluşumu için de geçerlidir. Bu kurumlarda görev
yapan insanlar, egemen sınıf temsilcileri değil halkın içinden gelen
kişilerdir.
TBMM yönetim
anlayışını, Fransız cumhuriyetçiliğinden ya da İngiliz parlamentarizminden
değil; Göktürk toylarındaki katılımcılıktan, Anadolu Ahi paylaşımcılığından ve
İslamiyet’in danışma (meşveret) geleneklerinden almıştır. Kurtuluş Savaşı’nı yürüten
mecliste, toplumun hiçbir kesimi temsil dışı kalmamış; köylüler, askerler, din
adamları, tüccarlar, aşiret ve tarikat şeyhleri, esnaf temsilcileri, doktorlar,
avukat ve gazeteciler, aynı çatı altında tek bir amaç çevresinde birleşmişti. Cumhuriyetçilik
anlayışı böyle bir meclis içinde oluştu.
Ulusçuluk
Kurtuluş Savaşı’yla yükselen
Türk ulusçuluğu, devrimlerle uygulamaya sokuldu ve kuramsal çerçevesi
belirlenerek devlet siyasetine yerleştirildi. Kapsam ve nitelik olarak Batı
ulusçuluğundan çok farklıydı. Kurtuluş Savaşı’yla başarılan şey, yönetim
geleneklerini yitirerek çöken Osmanlı İmparatorluğu’nun yerine, Türk kimliğine
geri dönerek, çağa uyan yeni bir devletin kurulmasıydı. Eskide olduğu gibi, ezene
karşı ezilen, haksıza karşı haklı savunulacak ve ulusal varlık korunacaktı.
Türk ulusçuluğu buydu.
Emperyalist
devletler, dünyaya yayılıp ülkeleri kendilerine bağlarken, daha önce
birbirleriyle ilişkisi olmayan bu ülkeleri, ister istemez ortak düşmana, yani
kendisine karşı birleştirmiş olur. Onları, küresel işleyişin parçaları durumuna
getirirken, aynı zamanda, ezilen ülke ulusçuluğuna sömürgeciliğe karşı evrensel
bir boyut kazandırır. Ezilen ülke ulusçuları bilirler ki; ortak düşmana, yani
emperyalizme karşı oluşan tepki, direnme duygularını geliştirerek onları
birbirine yakınlaştıracaktır.
Emperyalizmi ilk kez
yenilgiye uğratan Türk ulusçuluğunun, ezilen uluslarda büyük heyecan yaratması
ve yüksek bir saygınlığa ulaşarak evrensel bir devinim yapmasının nedeni budur.
Emperyalizme karşı
savaşım, ezilen ülke ulusçuluğunu, ırkçılığın dar kalıplarından çıkarır, onu
özgürlüğü amaçlayan demokratik bir devinim durumuna getirir. Ezen ülke
ulusçuluğuyla, ezilen ulus ulusçuluğu arasındaki ayrım; despotlukla demokrasi,
saldırganlıkla savunma, tutsaklıkla özgürlük arasındaki ayrımdır. emperyalizme
karşı çıkmayan kişi ya da siyasetler, demokrat ya da sosyalist olamaz. Ezilen
ulus aydınları, herşeyden önce emperyalizme karşı çıkmak, bunun için de ulusçu
olmak zorundadır. Ulusçuluk, ezilen ulusların emperyalizme karşı
kullanabileceği tek silahtır.
Türkiye Cumhuriyeti’nin
ulusçuluk anlayışı, Misak-ı Milli sınırları içinde yaşayan Türklerin, gönenç ve
mutluluğunu esas alır. Pantürkist (dünya Türklerinin birliği) görüşleriyle bir
ilgisi yoktur. Ülke dışındaki Türkleri, iç siyasi uğraş alanı dışında tutar.
Atatürk, Ulusçuluğun evrensellik anlayışını, “dünyanın
neresinde bir rahatsızlık varsa, bizden ne kadar uzak olursa olsun, bu
rahatsızlıkla ilgilenmeliyiz. İnsanlığın tümünü bir vücut, her milleti bir uzuv
saymak gerekir... İnsan kendi milletinin varlığını ve mutluluğunu düşündüğü
kadar, bütün dünya milletlerinin huzur ve refahını da düşünmeli, kendi ulusunun
mutluluğuna ne kadar değer veriyorsa, bütün dünya uluslarının mutluluğuna da o
kadar önem vermelidir”1 biçiminde açıklamıştır.
Halkçılık
Fransız Devrimi’nde yurttaş,
Rus Devrimi’nde yoldaş olan kavram, Türk Devrimi’nde halk sözcüğüyle
tanımlanmıştır. Sözcük anlamlarıyla sınırlı kalmayan bu tanım, devrimler
arasındaki niteliksel başkalığın doğal sonucudur.
Fransız Devrimi’nde
kentsoylular (burjuvalar), işçi ve köylüleri arkasına alarak beysoylular
(aristokratlar) sınıfını; Rus Devrimi’nde ise, işçi sınıfı, köylüleri arkasına
alarak kentsoylular ve beysoylular sınıfını yönetimden uzaklaştırmıştır.
Ayrı nitelikteki bu
iki devrimin ortak özelliği, sınıf savaşımına dayanan iç çatışmanın, toplumsal
savaşım durumuna gelmesidir. Fransız Devrimi’nin temel söylemi olan eşitlik,
özgürlük, kardeşlik ve adalet gibi kavramlar, Fransız ulusunun tümünü değil
kentsoylu sınıfını; Rus Devrimi’nde ise, toplumun tümünü değil, işçi sınıfını,
belli oranda da köylülüğü kapsamıştır.
Türk Devrimi’ndeki halk anlayışı, Fransız ve Rus
Devrimlerindeki yurtdaş ve yoldaş kavramından çok ayrımlıdır. Her şeyden önce,
çatışma içe değil, dışa dönüktür. Sınıfsal değil, ulusaldır. Emperyalist saldırganlığa
karşı savaşılmıştır. Bu özellik, halk tanımını sınıfsal ayırımlarla sınırlamaz,
saldırganlarla işbirliği yapmayan herkesi kapsayacak biçimde genişletir. Halk tanımı,
önemli oranda millet tanımıyla bütünleşir ya da en azından yakınlaşır.
Devrimler
gerçekleştirilirken, yapılanların tümü halk içindir. Devrim araç, halk amaçtır.
Mücadele anlayışı; bürokratik yetkileri, siyasi bağlaşmaları (ittifakları) ve
uzlaşmaları değil, halkla bütünleşmeyi esas alır. Atatürk bunu halka
yaptığı bir konuşmada şöyle dile getirir; “Siz halksınız, devlet artık
sizsiniz: Türkiye’de bireyler arasında sınıf çatışması yoktur, çünkü yoksul
düşmüş milletin tümü halktır. Türkiye’de işçi sınıfı yok, çünkü gelişmiş bir
sanayi yok. Milli burjuvazi henüz sınıf durumuna gelememiş. Ticaretimiz çok
cılız, çünkü sermayemiz yok. Yabancılar bizi eziyor...2 Sosyoloji
bakımından bizim hükümetimizi anlatmak gerekirse, buna halk hükümeti deriz.
Biz yaşamını, istiklalini kurtarmak için çalışan emekçileriz, kurtulmak ve
yaşamak için çalışmaya mecbur bir halkız”.3
Laiklik
Eski Türk
geleneklerinde din, çıkar amaçlı kullanılmamış, siyaset dışında tutularak,
inanç özgürlüğü kişisel bir sorun olarak bırakılmıştı. Hiçbir eski Türk
devletinde; din, mezhep ya da ırk; devlet siyasetine yön vermemişti. Bu
nedenle, laiklik ilkesini dünyada belki de en çok Türkler temsil ediyordu ya da
temsil etmesi gerekiyordu. 1. Selim’den sonraki Osmanlı uygulamaları,
eski Türk anlayışına büyük zarar vermişti.
İslamiyette, eşitlik ve
adalet kavramı, yalnızca kişisel bir sorun değil, onu aşan ve devlet işleyişine
yön veren bir düzen sorunuydu. Adalet sağlama ise, din adamlarına değil, hukuk
bilginlerine (müçtehidlere) bırakılmıştı. Adaleti sağlamanın, inanç ve yorum
değişikliğine bağlı olmayan ve varsıl yoksul herkesi kapsayan sağlam kuralları
vardı. Bu nedenle, halka adalet götüren ve hukuka kaynak oluşturan İslami
gelenekler, Prof.Cahit Tanyol’a göre, “laiklik kavramıyla büyük bir
yakınlık içindeydi”. Osmanlı’nın devlet yönetimine soktuğu din anlayışı,
İslami kurallarla tam olarak örtüşmüyordu.
Laiklik İlkesi, Kurtuluş Savaşı’yla başlayan, devrimlerle süren,
birbiriyle ilişkili devrimci uygulamalar sürecinde oluşturuldu. Bağnazlığa
ortam hazırlayan ve işbirlikçi nitelikleri nedeniyle halkla ve dinle ilişkileri
kalmayan; Saltanat, Hilafet, medrese ve tarikatlara karşı savaşım içinde
olgunlaştı. Saltanata karşı Cumhuriyet, Hilafete karşı Diyanet, medreseye karşı
çağdaş okullar, tarikatlara karşı halk örgütlenmeleri kuruldu.
Atatürk, laikliğe temel oluşturan anlayışı için; “Din ve
mezhep, herkesin vicdanına kalmış bir iştir. Hiçbir kimse hiçbir kimseyi, ne
bir din ne de bir mezhebi kabul etmeye zorlayabilir. Din ve mezhep hiçbir zaman
politika aracı olarak kullanılamaz”4 diyor; dini çıkarı için
kullananlara duyduğu nefreti, “softa sınıfının din simsarlığına izin
verilmemelidir. Dinden maddi menfaat temin edenler, iğrenç kimselerdir. Bu
duruma karşıyız ve buna müsaade etmiyoruz” sözleriyle dile getiriyordu.5
Devletçilik
Devletçilik İlkesi, kimi kesimlerce yalnızca ekonomik kalkınma sorunu
olarak ele alınır, bu çerçeve içinde değerlendirilir. Bu yaklaşım doğru, ancak
özellikle Türk toplumu için eksiktir.
Türklerde devlet,
ekonominin sınırlarını aşan ve topluma yön veren bambaşka bir etkiye, tarihsel
bir saygıya sahiptir. Batı’da olduğu gibi, yönetimi ele geçiren egemen
sınıfların topluma karşı kullandığı baskı aracı değil, toplumun tümünü temsil
edip ulusu kucaklayan, koruyucu ve sosyal bir kamu gücüdür. Yalnızca Türklere
özgü olan ve toplum yaşamını düzenleyen bu özellik, doğaldır ki, Cumhuriyet’in
geliştirdiği Devletçilik İlkesine de yön ve biçim vermiştir.
Cumhuriyet Devleti, bu birikim ve anlayış üzerine kuruldu.
Mustafa Kemal, Devletçilik İlkesine temel oluşturan kuramsal
araştırmaları içinde, önem verdiği bu özelliğe sıkça değindi; devlet
uygulamalarını bu özellikle uyumlu kıldı. “Cumhuriyet Hükümetinin,
yurttaşların yaşamı, geleceği ve refahıyla her bakımdan ilgilenmesi doğaldır.
Halkımız yaradılıştan (teb’an) devletçidir ki, her şeyi devletten istemeyi
kendisinde bir hak olarak görür. Bu nedenle, milletimizin yapısıyla,
devletçilik programı arasında, tam anlamıyla bir uyum vardır. Bu yönde
yürüyeceğiz ve başarılı olacağız. Bundan kuşkumuz yoktur”.6
Devletin, ekonomik
gelişmeye yön vermesi, kökleri eskiye giden yaygın ve genel bir uygulamadır.
Batı’da, kapitalizmin gelişim döneminde etkili olan Merkantilizm, ekonomik
ulusçuluğu ve devletçiliği temsil ediyordu. Fransa’da Kolbertizm,
Almanya’da Kameralizm, İspanya’da Bulyonizm adını alan merkantilist
işleyiş; devletçilik, korumacılık, sanayicilik ve ulusçuluk üzerine kurulmuştu.
Mustafa
Kemal, Türkiye için geçerli olan devletçilik
biçimi üzerine yoğun çalışma yaptı. Türk ve Batı toplumlarının tarihsel
evrimini, ekonomik yönleriyle ele aldı, ortak yönlerini ya da ayrılıkları
inceledi. Vardığı sonuçları, Türkiye’nin koşullarına ve gelişim isteğine uyumlu
yöntemler durumuna getirdi. “Sosyal, ahlaki ve ulusaldır” diye
tanımladığı Devletçilik İlkesi, bu bilinç ve çabanın ürünü olarak ortaya çıktı.
1922 yılında şunları söylüyordu; “ülkemizi düşman işgalinden kurtardıktan
sonra, amacımız, kamu yararı taşıyan büyük işletmeleri devlet eliyle yönetmek,
böylece büyük sermaye sınıfının gelecekte ülkeye hakim olmasını önlemektir”.7
Devrimcilik
Fransız yazar Paul
Gentizon, Türk Devrimi’ni, Fransız İhtilali’nden ve Rus Devrimi’nden daha
ileride bulur ve şu saptamayı yapar: “Sürekli devrim anlayışı, Türkiye’den
başka hiçbir ülkede, bu denli radikal bir tutumla uygulanamamıştır. Fransız
ihtilali, siyasi kurumlar arasında sınırlı kalmış, Rus İhtilali sosyal alanları
sarsmıştır. Yalnızca Türk Devrimi, siyasi kurumları, sosyal ilişkileri, dinsel
alışkanlıkları, aile ilişkilerini, ekonomik yaşamı ve toplumun moral
değerlerini ele almış ve bunları devrimci yöntemlerle, köklü bir biçimde
yenilemiştir. Her değişim, yeni bir değişime neden olmuş; her yenilik, bir
başka yeniliğe kaynaklık etmiştir. Ve bunların tümü halkın yaşamında yer tutmuştur”.8
Türk Devrimi’ne halka ve gerçeğe dayanan olağanüstü bir devrimci
ruh, sıradışı bir atılganlık egemendir. Devrimci tutumda gevşeme ya da düzeni
durağanlaştırma eğilimi, Kemalist Devrim’de görülmez. Koşulları oluşan atılım
ertelenmez, kesintiye uğratılmaz. Hiçbir güçlük; bağımsızlığı örselemeye,
tutuculukla uzlaşmaya, bilimi savsaklamaya ya da devrimden ödün vermeye gerekçe
yapılmaz. Sınıf, zümre ve küme ayrıcalığına izin verilmez. Anlayış olarak,
yaşamdan kopuk sanal amaçlara değil, bilime ve gerçeklere dayanılır. Halka
hizmete yönelen somut belirlemeler, tutarlı bir devrimci anlayışla,
uygulanabilir izlencelere dönüştürülür.
Devrimci kararlılık
ve irade gücü, Devrim’in her aşamasında geçerli olan temel yöntemdir. İç ve dış
hiçbir karşıtlık, bu iradeyle başedememiştir. Devrim’in önderi, “Devrimin
kanunu, tüm kanunların üstündedir. Bizi öldürmedikçe, bizim düşüncelerimizi
boğmadıkça, başlattığımız devrim ve yenilikler, bir an bile durmayacaktır” demiş,
bu tutumu ölene dek sürdürmüştür.9
Türk Devrimi, etkisine
ve köktenliğine karşın, ülke içinde şiddet uygulamamıştır. Fransız ve Rus
Devrimlerinde, yüzbinlerce insan ölürken, Türk Devrimi’nde, çok az kan
dökülmüştür. Devrim, her aşamasında meşruiyetçiliği esas almış, Kurtuluş Savaşı,
katılımcı bir halk meclisiyle yürütülmüştür. Yasama, yürütme ve yargı gücü, bu
mecliste bütünleştirilerek, devrimcilik adına kişisel egemenliğe izin
verilmemiştir. Emperyalizme karşı savaşı, meclis kurarak yürüten bir başka
örnek yoktur.
Atatürk, devrimi, “mevcut kurumları zorla değiştirmek” olarak
tanımlar ve Türk Devrimi’ni; “uçurumun kenarında yıkık bir ülke, türlü
düşmanlarla kanlı boğuşmalar, yıllarca süren savaş... Bunlardan sonra içerde ve
dışarda saygı duyulan yeni bir vatan, yeni bir toplum, yeni devlet ve bunları
başarmak için sürekli devrimler... İşte Türk Devrimi’nin kısa ifadesi” biçiminde
özetlemiştir.10
Devrimi başarmanın
tek yolunun, halkı kazanmaktan geçtiğini bildiği için, halkın duygu ve
düşüncelerine büyük önem veriyordu. Devrimcileri; her ne pahasına olursa olsun
halkla bütünleşmeye, onu anlayıp bilinçlendirmeye çağırıyor; her şeyin halkın
gönencini sağlamak için yapıldığını söylüyordu; “Gerçek devrimciler onlardır
ki, gelişme ve yenileşme devrimine katmak istedikleri insanların, ruh ve vicdanlarındaki
gerçek eğilimi kavramasını bilirler... Devrimin gerçek sahibi halktır. Milletin
yetenek ve olgunluğu olmasaydı, devrimi yaratmaya hiçbir güç yeterli
olamazdı... Yaptığımız ve yapmakta olduğumuz devrimin amacı, Türkiye
Cumhuriyeti halkını tümüyle çağdaş, bütün anlam ve biçimiyle uygar bir toplum
haline getirmektir. Devrimimizin gerçek ilkesi budur”.11
DİPNOTLAR
1 ”Tek
Adam” Ş.S.Aydemir, 3.Cilt, Remzi Kit., 8.Baskı, İst.-1983, sf.417
2 “Bir
Sovyet Diplomatının Türkiye Anıları” Ş.İ.Aralof, Birey Toplum Yay.,
2.Baskı, Ank.-1985, sf.253
3 ”Atatürk
Diyor ki” Varlık Yay., İst.-1957, sf.27
4 “Atatürk’ün
Hususiyetleri” Kılıç Ali, 1955, sf.57 (111)
5 “Atatürk’ün
Hususiyetleri” Kılıç Ali, 1955, sf.57 (111)
6 “Atatürk’ün
Söylev ve Demeçleri”, II.Cilt, sf.262; ak. Hüseyin Cevizoğlu,
“Atatürkçülük” Ufuk Ajans Yay., sf.48
7 “Atatürk’ün
Bütün Eserleri” 12.Cilt, Kaynak Yay., İst.-2003, sf.210
8 “Mustafa
Kemal ve Uyanan Doğu” P.Gentizon, Bilgi Yay., 2.B., sf.164
9 “Atatürkçülük”
Hüseyin Cevizoğlu, Ufuk Ajans Yay., sf.63
10 “Atatürk’ün
Söylev ve Demeçleri”, I.C, 1945, Türk.İnk.Tar.Ens.Yay., sf.365
11 “Düşünceleriyle
Atatürk” Arı İnan, TTK, 2.Baskı, Ank.-1991, sf.87
Bu, böbrek satmak isteyen herkese açık bir ilan, böbrek nakli ihtiyacı olan hastalarımız var, bu nedenle böbrek satmakla ilgileniyorsanız, lütfen iowalutheranhospital@gmail.com adresindeki e-posta adresimizden bizimle iletişime geçin.
YanıtlaSilAyrıca +1 515 882 1607 numaralı telefondan whatsapp'ı arayabilir veya bize yazabilirsiniz.
NOT: Güvenliğiniz garanti altındadır ve hastamız, onları kurtarmak için böbrek bağışı yapmayı kabul eden herkese büyük miktarda para ödemeyi kabul etmiştir. Sizden haber almayı umuyoruz, böylece bir hayat kurtarabilirsiniz.