31 Mayıs 2019 Cuma

FESİN KAVUKLA, ŞAPKANIN FESLE MÜCADELESİ



“İdeal ele geçince, ideal olmaktan çıkar, yaşanır bir şey olur... Bazı şeyler, kanunla, emirle, milletçe omuz omuza boğuştuğunuz halde düzelmezler. Adam fesi atar, şapkayı giyer ama alnında fesin izi vardır. Siz sarıkla gezmeyi yasaklarsınız, kimse sarıkla dolaşmaz. Ama bazı insanlardaki görünmeyen sarıkları yok edemezsiniz. Çünkü onlar zihniyetin içindedir. Zihniyet binlerce yılın birikimidir. O birikimi bir anda yok edemezsiniz, onunla boğuşursunuz. Yeni bir zihniyet, yeni bir ahlak yerleştirinceye kadar boğuşursunuz ve sonunda başarılı olursunuz. Önemli olan boğuşmaktan yorulmamak, umutsuzluğa düşmemektir. Milletler böyle ilerler. Yorulan, umutsuzluğa kapılan yenilir. Biz biliyoruz ki, inandığımız şey doğrudur, yenidir, ileridir. Öyleyse; eskiyi, geriyi, işe yaramazı mutlaka yeneceğiz demektir. Çünkü ilerlemenin başka çaresi yoktur. Yaşamak kanunu budur”.(×)                                                                                                                                                                                           Mustafa Kemal Atatürk 29 Ekim 1933


Kastamonu Gezisi

Atatürk, 23 Ağustos 1925’te ünlü Kastamonu gezisine çıktı. Yöreye ilk kez geliyordu. Yöre halkı onu, “yetenekli bir köylünün görmeden yaptığı bir resimden! İri yarı, pala bıyıklı, elinde iki metrelik bir kılıçla gavurları kesen bir savaşçı”1 olarak biliyordu. Oysa bambaşka bir insanla karşılaşmışlardı. “Askere benzer bir yanı yoktu, fes yerine başına geçirdiği o şey, ne olabilirdi?”2 Herhalde, gavurluğun göstergesi şapka değildi!..
Kastamonu’ya girdiğinde, şapkasını başından çıkararak kendisini alkışlayanları selamlamış, karşılayan görevlilerin ellerini sıkarken “sizin şapkalarınız nerde?” diye takıldığında, konuğa ve devlet büyüğüne saygı gereği, “sizin şapka ile geleceğinizi bilseydik...”3 gibi sıkılgan yanıtlar almıştı.

Kurtarıcıya Saygı

Kastamonu sokaklarında o gün fes giymiş erkek görünmüyordu, insanlar başı açık dolaşmaya başlamıştı. Bu durum, görmeyenlerin inanamayacağı bir olaydı. Yüzyıllardır katı bir tutuculukla sürdürülen bir alışkanlık, bir anda ve kendiliğinden bırakılıyordu. Bu durumun açık anlamı şuydu: “Ondan gelen her söz ya da işaret, uygulanacaktı. Belli ki, bu insan ne derse Türkiye’de o olacaktı”.4
“Kastamonu Müftüsü, sarığını çıkararak eline almış, karşılayanlar arasında saygı duruşuna geçmişti”.5 Müftüye, “İslam’da kıyafetin biçimi nedir?” diye sormuş; “İslam’da kıyafetin biçimi yoktur. Kıyafet yarar ve gereksinime bağlıdır”6 yanıtını almıştı.

Kastamonu Nutku

Halk önünde konuşurken, ‘asla buyurucu durumuna düşmüyor’7 onlarla kendi deyimiyle, ‘bir arkadaş, bir özkardeş’ gibi konuşuyordu. Bir gün sonra Kastamonu Halk Fırkası binasında tarihe ‘Kastamonu Nutku’ diye geçen ünlü konuşmayı yaptı. Varlık nedenini yitirerek, gelişme önünde engel oluşturan çürümüş kurumlara yüklendi ve halkı ‘uygarlaşma yolunda’ birlik olmaya çağırdı.
Kastamonulular aracılığıyla Türkiye’ye söyle seslendi: “Efendiler, Ey Millet! İyi biliniz ki, Türkiye Cumhuriyeti; şeyhler, dervişler, müritler, mensuplar ülkesi olamaz. En doğru, en gerçek tarikat, uygarlık tarikatıdır”.8

Gönüllü Katılım

Ankara’ya başında şapkayla döndü ve mutluluk duyduğu ilginç bir görüntüyle karşılaştı. Ankara sokaklarında, ‘fesliler değil, şapkalılar çoğunluktaydı’.9 Karşılaşmaya gelenlerin tümü, yasal bir zorunluluk olmamasına karşın şapka giymiş, sokağa onunla çıkmıştı.
Halkın üzerinde yarattığı güven o denli güçlüydü ki, yaptığı ve yapılmasını istediği her şey hemen kabul görüyor, kitleler neden ve sonuçlarını tam olarak kavrayamasa bile onu izliyordu. İngiltere Büyükelçisi bir gün, Ankara’nın sebze pazarında bir köylü topluluğuna; “Mustafa Kemal’i neden bu kadar sayıp, dinliyorsunuz?” diye sorduğunda, bir genç çiftçi hiç duraksamadan; “çünkü o bizi bizden daha iyi tanıyor ve neye ihtiyacımız olduğunu bizden daha iyi biliyor demişti”.10

Şapka’nın da Devrimi mi Olur

Baş giysisi sorununu, bir başka deyişle fesin yerine şapka giyilmesinin, uygarlık demek olmadığını kuşkusuz biliyordu. Ancak, ‘baş giysisi değiştirmenin, din ve iman değiştirme olduğunu’11 söyleyecek kadar geri inançların bulunduğu bir toplumda, bu inancı kırmadan gelişip ilerlemenin olanaksız olduğunu da biliyordu.
Onun çözmek için uğraştığı ana sorun, düşüncelerde yaşayan boş inançları söküp atmak, bilimi ve özgür düşünceyi egemen kılmaktı. Bu nedenle Kastamonu’da başlattığı girişim, ‘başlık değil, baş davasıydı’.12

Osmanlı’da Baş Giysisi

Baş giysisi konusunun Osmanlı toplumunda nasıl ele alındığı bilinmeden, ‘Şapka Devrimi’ olarak tanımlanan girişim gerçek boyutuyla kavranamaz. Baş giysisi, yalnızca Türkiye’de değil İslam dünyasının tümünde, sanılandan ve bilinenden daha önemli bir sorun olmuştur. Baş giysisi, Müslümanlar için din inancıyla bağlantılı, siyasi boyutu olan toplumsal bir olaydır.
Baş giysisi, Osmanlı İmparatorluğu’nda yalnızca giyenin ırkını, dinini, mezhebini değil, mesleğini, sınıfını ve görevini de ortaya koyan bir simgeydi. Toplumsal ilişiklerde önemli yere sahipti. Yalnızca kadınlar değil erkekler de toplum içine başı açık çıkamazdı. İnanç biçimiyle bütünleştirilmişti ve tartışılmaz kurallara bağlıydı. Herkesin uymak zorunda olduğu kurallar, bir görgü ve terbiye göstergesi haline gelmişti.
Padişahın uyruğu olan her birey, ‘toplumsal geleneklere uygun’ bir başlık giymek zorundaydı. Başlığın biçim ve rengini ‘inceden inceye belirleyip’ giyilmesini sağlamak, yerine getirilmesi gereken bir din ve devlet görevi olmuştu.13

Karmaşa

İlk Osmanlı hükümdarları başlarına yalnızca bal renginde, alt kısmına tülbentten sarık sarılan bir takke giyerdi. Saraya yakın çevreler, külâh adı verilen sivri uçlu başlıklar; Türkmen halk, basit keçe başlıklar kullanırdı.
Her meslek ve toplumsal kesim için ayrı baş giysisi belirlenmişti. Zanaatkarlar, memurlar, dervişler, doktorlar, yabancı okul öğrencileri, ozanlar, kadılar, su taşıyıcılar, hamallar, kayıkçılar... ayrı ayrı baş giysisi giyerler, kimin hangi meslekten olduğu, baş giysileriyle anlaşılırdı.
Başlıklardaki renk farkları, Müslümanlarla öbür dinlerden olan uyrukları birbirinden ayırt etmeye yarardı. Hıristiyan ve Musevilere yeşilin her tonu yasaktı; bunları baş giysileri genellikle siyahtı.14
Müslümanlar baş giysisine o denli önem verirlerdi ki, Müslüman mezarlıklarında erkeklerin mezartaşına ölenin mesleğini gösteren başgiysisi işlenirdi. Bu nedenle, hangi ölünün erkek, hangilerinin kadın olduğu ve erkeklerin mesleklerinin ne olduğu mezartaşından anlaşılırdı.
Padişahların baş giysileri, İmparatorluk güçlendikçe gösterişli bir duruma geldi. Taç biçiminde değerli taşlarla süslü, sorguçlu kavuku ilk kez, 1520’de I.Selim (Yavuz) giydi. Kavuk, bir baş giysisi olduğu kadar, gösterişli süsleriyle, Padişahın yüksek konumunun ve devlet gücünün bir göstergesiydi. Batı’daki kral taçlarına karşılık geliyordu.
Kavukun kullanılmasıyla birlikte padişahın kendine bağlı saray subayları arasında, kılıç taşıyıcılar ve arkalıksız sandalye taşıyıcılardan sonra, bir de, selamlık törenlerine üçayaklı ahşap bir sehpayla kavuk götüren, “kavuk taşıyıcılar” ortaya çıkmıştı.15

Ayaklanmalar

Yenilikçi Padişah II.Mahmut, kavuğu kaldırarak baş giysisi konusunda yeni bir düzenleme getirdiğinde, önyargılarla dolu şiddetli bir karşı koyuşla karşılaştı. Hiç kimse, kavuğu çıkarıp fes’i giymek istemedi. Tutucular için kavuk ve sarık, ‘Peygamber’den beri gelen’ bir simgeydi.
Yobaz hocalar, ’sarığımız kefenimizin bir parçasıdır, biz fes giymeyiz’ diyerek, halkı ayaklanmaya çağırdılar. Arnavutluk, Makedonya, Bosna ve Bağdat’ta ayaklanmalar çıktı. İstanbul’daki ayaklanmada, II.Mahmut ‘Gavur Padişah’ denilerek taşlandı. Beyoğlu’nda on bin ev yakıldı.
1829’da ‘kavuğu çıkarmayız, fes giymeyiz’ diyenler, yüz yıl sonra 1925’te, ‘fesi çıkarmayız, şapka giymeyiz’ diye, aynı gerici tepkiyi gösterdiler.16
‘II.Mahmut’un fesinden, Atatürk’ün şapkasına dek’ geçen yüz yılda bir iki küçük yenileşme girişiminde daha bulunulmuş, bu girişimler de benzer tepkilerle karşılaşmıştı. II.Abdülhamit, 1903’te süvari ve topçu birliklerine kalpak giydirdi ancak ulemadan ‘fes, din ve iman göstergesidir’ diye tepki gördü. Enver Paşa, I.Dünya Savaşı’nda özellikle çöl bölgelerinde savaşan askerler için, güneşi biraz önleyen kabalak adı verilen bir baş giysisi geliştirdi, bu girişim de tepki gördü.17
Şapka, 20.yüzyıl başında değil giymek, ağıza alınması bile hoş karşılanmayan bir küfür sözcüğü olarak kullanılıyordu. “Müslümanlar Hıristiyanların iyisine makbul kefere, kötüsüne gavur, en beterine şapkalı gavur“ derdi.18

Uygulamalar

Ankara’ya dönüşünün ertesi günü, 2 Eylül 1925’te, Bakanlar Kurulu bir genelge yayımlayarak devlet memurlarının şapka giymesini zorunlu kıldı. Valiler, bu kararı tüm ülkede uyguladılar. Kamu görevlisi olmayanlar serbest bırakılmıştı. Halk; fes, kalpak, şapka giyebilir ya da hiçbir şey giymeyebilirdi.
Aydınlar, şapkayı hemen kabullendi. Doktorlar, avukatlar, gazeteciler, mühendisler, öğretmenler, üniversite öğrencileri kendiliğinden şapka giydi. Büyük kent sokakları birkaç gün içinde tümden değişmiş, fes’in yerini önemli oranda panama, fötr ya da melon şapkalar almıştı. Belediye görevlileri, gece bekçileri, müze koruyucuları, yangın söndürme elemanları, arabacılar, kayıkçılar ve çiftçiler ise kasketi yeğlemişti.
İstanbul’da halk, 6 Ekim kurtuluş törenlerine yeni baş giysisiyle katıldı. Meslek örgütleri, esnaf kuruluşları binlerce üyesini törenlere getirmiş ve herkes fesi atıp şapka giymişti. Ancak, önemli bir sorun ortaya çıkmıştı. Şapkacılar, talebi karşılayamıyordu. Şapkacı dükkanları, “kıtlık günlerindeki fırınlar gibi” müşteriler tarafından adeta sarılmıştı. İzmir’de “şapka alış verişi, haftalar boyu incir-üzüm alışverişinden daha canlı” olmuştu.19

Sıradışı Olaylar

Şapka giyme eylemi, ülkenin her yerine ve her kesime yayıldı. Karamürsel’de, Türkiye’nin ilk şapka fabrikası kuruldu. Bursa’da, Belediye meydanında yapılan mitingde katılımcılar, ‘feslerini yırtarak’ şapka giydiler. Konya’da lise öğrencileri toplu olarak, ‘fes giymemeye yemin ettiler’. İstanbul’da hamallar, deniz kıyısına sıralanarak, ‘verilen bir işaret üzerine feslerini denize attılar’.20
Şapka kullanımının yaygınlaşması, toplum ilişkilerinde, kimi yeni davranış biçimlerinin ortaya çıkmasına neden oldu. Selam vermede, eskiden olduğu gibi, ‘yere doğru uzatılan elin, eğilerek önce ağıza, sonra alına götürülmesi’ biçimi bırakıldı. Şapkalı erkekler artık, sokakta ‘şapkayı hafif kaldırarak’, içerde ‘başı ve belden yukarısını hafif eğerek’ selam veriyordu.21 Gazetelerde, “hangi şapka nerede ve nasıl giyilir” diye yazılar çıkıyordu.22 1925 Türkiyesi’nde, baş giysisi konusunda, eşi benzeri olmayan olaylar yaşanıyordu.

Yasallaştırma

Kastamonu gezisinden Kasım sonuna dek geçen üç ay içinde, baş giysisi konusunda yasal bir zorunluluk getirilmedi. Bu süre içinde, halkın kendiliğinden giriştiği eylem ülkeye yayılmış, şapka önerisi geniş bir kesim tarafından benimsenmişti. Yapılacak yasal düzenleme, önemli oranda kabul gören uygulamayı, Meclis’in onaylamasından başka bir şey değildi.
28 Kasım 1925’te, 671 sayılı ‘Şapka İktisası Hakkında Kanun’ kabul edildi. Yasa, şapka giyilmesini, meclis üyeleri ve kamu görevlileri başta olmak üzere, tüm erkek nüfus için zorunlu kılıyordu. 15 Aralık’ta Ceza Yasasında yapılan değişiklikle, din görevlileri için bir düzenleme yapıldı ve sarık, ancak ‘cami ve mescitlerde görevli kişilerce giyilebilen bir baş giysisi haline getirildi’.23

İslam Dünyası ve Yerel Tepki

İslam dünyası, Türkiye’deki köklü baş giysisi değişimini, genellikle sakin karşıladı. Mekke’de toplanan bir İslam kongresine, Ankara, ‘redingotlu ve şapkalı delegeler gönderdiğinde’, entarili ve sarıklı delegeler, bu davranışı ‘nezaketle’ karşıladılar.24
Dünya Müslümanlarından ses çıkmazken, Türkiye’nin Doğusu’nda sayıları az da olsa kimi kesimler, bu değişime, ‘rejim karşıtı gösterilere yönelerek’ karşı çıktılar. Birkaç Doğu kentinde, hükümet binaları önünde toplanan küçük gruplar, gösteriler yaptılar; devlet görevlileri için ‘gavur memur istemeyiz’ diye bağırarak halkı ‘din yolunda’ ayaklanmaya çağırdılar.

Cumhuriyet’e Saldırı

Sivas’ta, Meclis’te kabul edilen yasayı yeren ve ‘Türk halkının dinsel duygularına seslenen’ duvar ilanları yapıştırıldı, Müslümanlar bu ‘din dışı’ uygulamaya karşı direnmeye çağrıldı. Erzurum’da ayaklanan bir grup, esnafı dükkan kapatmaya zorlayarak ve ‘kahrolsun gavurlar’ diye bağırarak Vali Konağı’na yürüdü. Maraş’ta, göstericiler Merkez Camisi’ndeki ‘yeşil sancağı ele geçirerek’ yürüyüşe geçtiler, sancağı “Hükümet Konağı’na astılar”.25
Başlarında 1909’daki 31 Mart İstanbul ayaklanmasını Maraş’a yayan Gemicioğlu Ali adlı gerici bulunuyordu. Rize’de, ayaklanmacılar ‘Jandarma karakolunu basarak’ kente yayıldılar. “Ey Ahali, Ankara’da Mustafa Kemal üç yerinden yaralı olarak doktorlar elindedir. İsmet Paşa ortadan kaldırılmıştır. Dindar paşalarımız hükümeti ellerine aldılar. Şeriatı kurtarıyorlar. Korkacak bir şey kalmamıştır. Erzurum yapacağını yaptı, biz de yapalım” diye bağırıyorlardı.26
Rize ayaklanması Trabzon, Of ve Giresun’a sıçradı. Nakşibendî tarikatına bağlı gericiler, tepkilerini silahlı gösteriye dönüştürdü.27
Doğu bölgelerinde birkaç kentle sınırlı kalan bu tür girişimler, fazla bir etkisi olmadan, ‘başladığı yerde hemen söndürüldü’. İstiklal Mahkemeleri görevlendirilerek, Takrir-i Sükûn yasasına göre yargılamalar yapıldı. Sivas’ta, elebaşı durumundaki Çil Mehmet adlı imam, devlete isyan suçlamasıyla idam edildi; 12 kişi, 3 yılla 15 yıl arasında hapis cezasına çarptırıldı. Olayları teşvik eden, Belediye Başkanı Abbas ve üç yardımcısına 7,5 yıl hapis verildi.
Erzurum’da, üç kişiye idam, iki kişiye onar yıl hapis; Maraş’ta, beş kişiye idam 13 kişiye 3-15 yıl hapis; Rize’de, sekiz kişi idam, elli beş kişiye de 5-15 yıl hapis cezası verildi.28 Hamidiye kruvazörü gözdağı vermek için Rize’ye gönderildi ve kent karşısına demirledi.29

DİPNOTLAR

(x)                     “Atatürk’ün Sofrası” İsmet Bozdağ, Emre Yay., İst.-1994, sf.22-23

1              “Atatürk” Lord Kinross, Altın Kit., 12.Baskı, İst.-1994, sf.482
2              “Atatürk” Pareşkev Paruşev, Cem Yay., İst.-1981, sf.292
3              a.g.e. sf.292
4              “Tek Adam” Ş.S.Aydemir, 3.Cilt, Remzi Yay., 8.Basım, İst.-1983, sf.239
5              a.g.e. sf.241
6              a.g.e. sf.241
7              “Atatürk” Pareşkev Paruşev, Cem Yay., İst.-1981, sf.293
8              “Tek Adam” Ş.S.Aydemir, 3.Cilt, Remzi Yay., 8.Basım, İst.-1983, sf.244
9              “Atatürk’ün Şapka Döneminde Kastamonu ve İnebolu Seyahatleri 1925” Mustafa Selim İmece, İst. 1959, İst.-1959, sf.67; ak. Prof.Dr.Utkan Kocatürk, “Kaynakçalı Atatürk Günlüğü” İş Bankası Yay., sf.265
10           “Atatürk” Pareşkev Paruşev, Cem Yay., İst.-1981, sf.295
11           “Çankaya” Falih Rıfkı Atay, Bateş A.Ş., İst.-1980, sf.432
12           a.g.e. sf.432
13           “Mustafa Kemal ve Uyanan Doğu” P.Gentizon, Bilgi Yay., 2.Bas., sf.83
14           a.g.e. sf.86
15           “Voyage en Turquie et en Grece”, R.P. Robert de Dreux Société d’Edition “Les Belles Lettres”; ak. P.Gentizon “Uyanan Doğu” Bilgi Yay., 2. Bas., Ank.-1994, sf.84
16           a.g.e. sf.88-89 ve 93
17           “Çankaya” Falih Rıfkı Atay, Bateş A.Ş. İst.-1980, sf.431
18           a.g.e. sf.430
19           a.g.e. sf.100-101
20           a.g.e. sf.100-101
21           a.g.e. sf.102
22           “Atatürk” Lord Kinross, Altın Kit., 12.Baskı, İst.-1994, sf.485
23           “Tek Adam” Ş.S.Aydemir, 3.Cilt, Remzi Yay., 8.Basım, İst.-1983, sf.247-248
24           “Atatürk” Lord Kinross, Altın Kit., 12.Baskı, İst.-1994, sf.485
25           “Mustafa Kemal ve Uyanan Doğu” P.Gentizon, Bilgi Yay., 2.Bas., sf.106
26           “Türkiye Cumhuriyetinde Tek Parti Rejiminin Kurulması 1923-1931” Mete Tuncay, Tarih Vakfı Yurt Yay., 3.Baskı, İst.-1999, sf.160
27           “Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi” İletişim Yay., 5.Cilt, sf.1366
28           “Türkiye Cumhuriyetinde Tek Parti Rejiminin Kurulması 1923-1931” Mete Tuncay, Tarih Vakfı Yurt Yay., 3.Baskı, İst.-1999, sf.158-163
29           “Mustafa Kemal ve Uyanan Doğu” P.Gentizon, Bilgi Yay., 2.Bas., sf.108

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder