15 Mayıs 1919
İzmir’in işgalini, yüksek rütbeli bir Fransız subayı not defterine şöyle
yazmıştı: “Yunan birlikleri, çılgınca ‘zito Venizelos’ diye bağıran yerli
Rumlarla birlikte, içinde direnmeme emrini alan çok sayıda Türk askerinin
bulunduğu büyük kışlanın (Sarı
Kışla) önüne geldiler. Bu sırada, tahrikçi bir Yunan ajanı tarafından
patlatılan bir tabanca sesi ortalığı çınlattı. Bu, beklenen bir işaretti. Yunan
askerleri hemen kışla karşısında mevzi aldılar ve bir ateş salvosu başladı.
Kışlanın içinde ölü ve yaralılar yere serildiler... Daha sonra ateş
yavaşlayınca, Türk komutan çıktı. Tehditler ve küfürler arasında, komutana bazı
emirler verildi. Türk subay ve erler, kışlayı terk edecekler ve derhal gemilere
bineceklerdi. Çıkış başladı, ayakta yürüyebilecek durumdaki yaralılar,
arkadaşlarının yardımıyla kafileye katıldılar. Limana doğru yürüyorlardı.
Hakaretler, tecavüz ve cinayetler başladı, Türk subaylar, tüfek dipçikleri ve
süngülerle hırpalandılar. Üstleri arandı ve soyuldular. Hayatta kalarak oraya
kadar gelebilmiş olanlara; Petris kruvazöründen, destroyerlerden, İzmir’deki
Yunan Bankası ve çevresinden ve civardaki Rum evlerinden ateş açıldı. Otuzdan
fazla subay vurularak, binecekleri geminin önünde rıhtıma düştü. Geri kalanlar,
türlü hakaretlerle bindikleri geminin ambarına, hayvanların yanına tıkıldılar”.1
15 Mayıs 1919; İzmir
İngiltere’nin
Akdeniz Donanması Başkomutanı ve İstanbul İşgal Gücü Yüksek Komiseri Sir Arthur
Calthorpe (1864-1939), 14 Mayıs 1919 gecesi saat 23:00’de, İzmir’deki
İngiliz Garnizon Komutanlığı’na bir telgraf buyruğu göndererek, Mondros
Mütarekesi ve Paris Barış Konferansı kararları gereği, kentin Yunan askeri
birliklerince işgal edileceğini bildirdi. Olası karışıklıkları önlemek için
yardımcı olunmasını istedi. 15 Mayıs sabahı saat yedide; yani Calthorpe’un
emrinden sekiz saat sonra Averoff ve Limnos adlı iki Yunan
zırhlısı, peşlerinde birçok nakliye gemisiyle birlikte limana yanaştı ve Yunan
birlikleri karaya çıkmaya başladı.
İzmir’in Müslüman
mahallelerinde derin bir sessizlik vardı. Ancak, Osmanlı yurttaşı yerli Rumlar;
erkekleri silahlı, kadın ve çocukları ellerinde mavi-beyaz Yunan bayraklarıyla
kentin caddelerini doldurmuş, saldırganlığa hazır aşırı davranışlarla sevinç
gösterilerinde bulunuyordu. Yunan askerleri, çevrelerinde silahlı sivillerle
birlikte uzun bir yürüyüş kolu oluşturmuş, kente yayılıyordu. 9 Eylül 1922’ye
dek sürecek ve Anadolu’yu yangın yerine döndürecek bir vahşet dönemi, 15
Mayıs’ta İzmir’de başlıyordu.
Vahşet
15 Mayıs’taki saldırıların ilk hedefi, doğal olarak Sarıkışla ve
buradaki Türk subayları oldu. İstanbul Hükümeti’nden direnmeme buyruğu alan
birlikler, Kışla’da bekliyordu. Yunan birlikleri ve çevresindeki silahlı yerli
Rumlar oraya yönelmişlerdi.
Saldırı kırksekiz saat
sürdü. Cadde ve sokaklardan başlayıp, çarşılara, konut ve işyerlerine uzanan
bir insan avı başlatılmış; sınır konmamış şiddet, Fransız ordu kaynaklarına
göre, o gün 300 Türkü öldürmüş, 600’ünü de yaralamıştı.2
Umarsız
ve Yalnız
Evlerine kapanan
İzmirli Türkler, örgütsüz, dirençsiz ve tepkisiz, sıranın kendilerine gelmesini
bekleyen sessiz kurbanlar gibi, umarsız ve yalnızdılar. Öç almayı amaçlayan
düşmanlık o denli ölçüsüzdü ki, dizginlenmeyen saldırı, kimi zaman Türk
olmayanları bile yanlışlıkla içine alıyordu. Valilikte çalıştıkları için fes
giyen 15 Rum memur, Fransız Demiryolu Şirketi’nin gar şefi ve İngiliz uyruklu
bir tüccar da öldürülmüştü.
Olayları, İzmir’de
görevli bir Fransız subayı şöyle anlatıyordu: “Rıhtımda ve kışlalar önünde,
eşlerinden ya da oğullarından bir haber almak için bekleşen Müslüman kadınlar
hakarete uğramış, çarşafları yırtılmıştır. Sokaklar, işlenen cinayetlerin
izleri ve artıklarıyla doludur. Öldürmeler giderek yerini hırsızlıklara bırakmaktadır.
Kimi Yunanlı tüccarlar, silahlı çeteleri, borç aldıkları alacaklıların evlerine
saldırtıyorlar”.3
Metropolit
Hrisostamos
Fener Rum Patrikliğine
bağlı, Osmanlı yurttaşı bir din adamı!
olan İzmir Metropoliti Hrisostomos, bunca vahşetin yaşandığı İzmir
işgalini, kilisede yaptığı, daha sonra bildiri olarak dağıtılan konuşmasında
şöyle kutsuyordu: “Bugün sizleri, muhteşem ve ilahi bir törene davet ettik.
Bu öyle bir törendir ki, milletler uzun yüzyıllar boyunca, ancak bir kez
gerçekleştirme şansına sahip olabilirler. Huşu ve saygıyla eğiliniz, ama
başlarınızı dik tutunuz. Kardeşler, beklenen an gelmiştir. Yüzyıllık arzular
yerine gelmektedir. Olağanüstü yıllar yaklaşmıştır. Irkımızın büyük umudu,
anamız Yunanistan’la birleşmek yolunda, bağrımızı kızgın demir gibi yakan ve
kavuran o şiddetli, derin ve yakıcı arzumuz, işte bugün, tarihi minnetle
anılması gereken 15 Mayıs günü gerçekleşiyor. Bugünden sonra, büyük vatanımız
Yunanistan’ın ayrılmaz bir parçası oluyoruz. Yunan tümenleri, Küçük Asya
sahillerine çıkmaya başlamıştır. Yaşasın Helenizm”.4
Vahdettin’in
İhaneti
İzmir’de işgale tepki gösterilmemesinin nedeni, ihanete varan teslimiyet
anlayışının devlet yönetimine egemen olmasıydı. 13 Mayıs’ta Vahdettin’in
gönderdiği bir Saray Kurulu, İzmir halkına, yakında gerçekleştirilecek olan
Yunan işgalinin geçici olacağını, bu nedenle “her ne olursa olsun kan
dökülmesine yol açacak” hareketlerden kaçınılmasını söylemişti.
Dahiliye Nazırlığı,
işgalden birkaç gün önce İzmir Valiliği’ne bir yazı göndermiş, ‘silahlı
direnişe izin verilmemesini’5
ve‘işgal güçleri hangi dinden ve
milletten olursa olsun onlara Türk misafirperverliğinin gösterilmesini’6
gerekli önlemlerin alınmasını istemişti. Padişah temsilcisi Süleyman Şefik
Paşa, halkı Hükümet Konağı önüne toplamış ve burada, Padişah’ın yazılı
buyruğunu (hattı hümayununu) okumuştu. İzmir’lilerin işgale direnç
göstermemesinin nedeni buydu.
Uyarıcı
Etki
İzmir’in işgali, Anadolu’da 3,5 yıl sürecek yaygın ve şiddetli bir
terörün başlangıcıydı ama aynı zamanda ulusal uyanışın da başlangıcı oldu.
Yunanistan’ın Anadolu’ya asker çıkarması, Türkler için kabullenilmesi ya da
sessiz kalınması olanaksız bir girişimdi. Her sonuca katlanabilecek gibi
görünen yorgun ve yoksul Türk halkında, işgalden hemen sonra, ‘şaşırtıcı’ bir hareketlilik başlamıştı.
Nerede ve nasıl gizlendiği bilinmeyen bir ek güç devreye girmiş, direnme
eğilimi ülkenin her yerine yayılmıştı.
İzmir Yunanlılar değil
de, örneğin İngilizler tarafından işgal edilseydi, Kurtuluş Savaşı belki de
farklı bir yol izleyecekti. Ulusal savaşım yine sürdürülecek, ancak yorgun halk bu savaşıma, her halde
daha geç katılacaktı. İngiltere, Yunan Ordusu’nu Anadolu’ya göndermekle büyük
bir hata yapmıştı.
Saldırılarıyla yüz
yıldır uğraştıkları Yunanlıları hiç sevmeyen Türklerin, yapılarından gelen
savunmaya dönük gizilgücü (potansiyeli) onları harekete geçirmişti. Mustafa
Kemal, bu konudaki düşüncesini şöyle ifade eder: “Ahmak düşman İzmir’e
gelmeseydi, belki de bütün ülke gerçekleri göremez halde kalırdı”.7
‘Yunan’a
Duyulan Nefret’
İngilizler için beklenmedik bir gelişme olan, ‘Yunan işgaline karşı
yurt düzeyinde başlayan milli tepki’8, Türk halkı için, son tutunma
noktası Anadolu’yu kurtarma girişimiydi. Halkta yaygın olan kanıya göre,
ana tehlike emperyalist politika uygulayan büyük devletler değil, ordusunu
karşısında gördüğü Yunanistan’dı. Eğitimsizlik ve örgütsüzlük, yanıltıcı Batı
yaymacasıyla birleşince, bu yanlış ya da yetersiz görüş etkili olabiliyor;
işgali yaptıran değil, yapan görülüyordu. Ülkeyi, “İngiltere işgal edebilir,
Amerika himayesine alabilir ama Yunanistan asla gelemezdi”.
Emperyalizm
yeterince bilinmiyordu ancak Yunanlılığın ne olduğu iyi biliniyordu. Türk halkı
bunu, Mora ve Girit ayaklanmalarından beri yüz yıldır, yaşadığı acılarla
öğrenmişti. Palikarya dediği Yunanlıların, amacını ve neyin peşinde
olduğunu kavramıştı.
Churchill, bu durum için daha sonra, “Türkler derin nefret ve kin beslediği,
kuşaklar boyu düşmanı olan Yunanistan’a boyun eğeceğini anladığı an,
denetlenemez hale geldi” diyecektir.9
Megalo
İdea
Yunanlılar, Megalo İdea,
için, ruh bozukluğu yaratan bir heyecanla saldırdılar. Subay ve erler
yıllarca bu iş için eğitilmişlerdi. Arkalarında İngiltere, yanlarında, yetmiş
yıldır toprak satınalarak buralara yerleşen işbirlikçi Rumlar vardı.
Ordularının donanımı iyi, morali yüksekti. Anadolu’ya bir daha çıkmamak üzere,
kesin biçimde yerleşmek için gelmişlerdi.
Fransız gazeteci Berthe
G.Gaulis bu amacı şöyle özetlemişti: “Yunanlılar için, Türklerin yok
edilmesi Anadolu’yu sömürgeleştirmenin tek yoluydu. Bu nedenle yok etmeye
yönelik bütün çabaları; kutsal binaların, tarihi yerlerin, belediye
mülklerinin, kısacası, Türk milletinin yerinde kalmasını sağlayan herşeyin yok
edilmesinde toplanıyordu”.10
Yayılan
İşgal
Yunan Ordusu, içine aldığı ya da milis olarak silahlandırdığı yerli
Rumlar’la birlikte, hızla İzmir’in çevresine yayıldı. Bir ay içinde Urla (16
Mayıs), Çeşme (17 Mayıs), Menemen (21 Mayıs), Manisa (26 Mayıs), Aydın (27
Mayıs), Tire (28 Mayıs), Ayvalık (29 Mayıs), Ödemiş (1 Haziran), Akhisar (5
Haziran), Bergama (12 Haziran) ve Salihli’ye (23 Haziran) girdiler.
Daha sonra İzmit’ten
Balıkesir, Bursa, Uşak, Afyon ve Eskişehir’e, Ankara’nın dibindeki Haymana
Ovası’na dek, hemen tüm Batı Anadolu’yu ele geçirdiler. Girdikleri her yerde,
İngilizler’in bilgisi ve sessiz onayıyla, dünya kamuoyundan ustaca gizlenen,
sınırsız kıyım uyguladılar.
Menemen
Menemen’de korumasız halka yöneltilen saldırı, aralıksız üç gün sürdü.
Bu süre içinde ilçe merkezinde üçyüz kişi öldürülmüş, tarlalarda ekin
kaldırmaya giden yedi yüz köylü, geri dönmemişti. Menemenli tüccarların malları
yağmalanmış, altınları alınmıştı11, hemen her Müslüman aile bir ölü
vermişti.
Fransız
birliklerinden, 6.Demiryolu İstihkam Bölüğü’nün Menemen istasyonunda görevli
çavuş Pichot, Menemen’de olanları gördükten sonra, İzmir’deki
yüzbaşısına şu mektubu yazmıştı: “Burada geçen çok üzücü olaylar ve hiçbir
yardımcım olmaması nedeniyle, beni buradan almanızı ve Yunanlıların olmadığı
bir yere atamanızı rica ederim. Burda hayat çekilmez bir hal aldı. Gördüklerim
ve duyduklarım nedeniyle, büyük bir nefret duymaktayım. Dün Bergama’dan dönen
Yunan askerleri, Gar meydanında bir açık hava pazarı kurdular; elbise, gümüş
takımları, mücevherler, ayakkabılar gibi yağma edilmiş eşya satıyorlar”.12
Aydın
Yunan kırımının
boyutunu gösteren ikinci belge, Rahibe Marie’ye aittir ve Aydın’da
yaşananları aktarır. Bölgede uzun yıllar misyoner olarak çalışan ve olayları
yakından izleyebilecek bir konumda olan Rahibe Marie, hazırladığı
raporda şunları söylüyordu: “24 Haziran Salı. Öğleden sonra kentin Güneyine
giden Yunan birliği, akşam saat 08:00’de Emineköy’ü ateşe verdikten sonra kente
döndü. Askerler, tüfeklerinin ucundaki süngülere, yağmadan ele geçirdikleri
şeyleri takmışlardı... 28 Haziran Cumartesi öyleye doğru silah sesleri yeniden
duyulmaya başladı. Türk mahallelerinden ateş sesleri geliyor, evler yanıyordu.
Kaçmak isteyen Türkler, Yunan askerlerince yanmakta olan evlere tıkıldı...
Akşam saat 06:00’da, bir Türk aile bize gelerek sığınmak istedi. Yangın gece
boyunca, Türk mahallelerinin tümüne yayılarak, bütün korkunçluğuyla sürdü.
Türkler sokak ortasında öldürülüyordu”.13
Söğüt,
Bilecik
Berthe G.Gaulis, Ankara’ya gelirken Söğüt ve Bilecik’te yaşananlardan çok etkilenmiş ve
gördüklerini kendine özgü anlatımıyla yazıya dökmüştür. Yazdıkları, uygulanan
kıyımı ve Türk insanının çektiği acıları, gerçek boyutuyla aktaran saptamalar;
tarihsel değeri olan belgelerdir. Gaulis gördüklerini şöyle aktarır: “Söğüt’e
doğru geliyoruz. Düşman köprüleri atmış, köyleri yakmış. Her yerde üstleri hâlâ
tüten kararmış taşlar. Yokedilmiş yuvalarının yıkıntıları içindeki zavallı
insanlar, ölü hayvanlarına, harap olmuş meyvalıklarına, yakılmış tarlalarına
bakıp duruyorlar. Bütün bunlar, Anadolu’nun o muhteşem ilkbaharının
yeşillikleri içinde oluyor. Bölgenin en güzel kasabası Söğüt’te, Ertuğrul
Gazi’nin türbesine bekçilik eden bu ince kasabada, yerel komutanın yanında
duruyoruz... 1054 haneden, 800’ü yakılmıştı. Camiler, okullar, dükkanlar,
evler; parçalanmış, dinamitle patlatılmıştı. Yıkıntılar altında kalan insan
ölüleri, pis kokularını belli etmeye başlamıştı. İhtiyarlar bile öldürülmüş,
kadınlara kızlara tecavüz edilmişti… Ne kadar çok görmüşümdür; bu insanlara her
türlü maddi zarardan bin kez daha acı veren şey; kadınlara, çocuklara yapılan
tecavüz ve kutsal yerlerin kirletilmesiydi. Yitirdikleri mallar için
söyleniyorlardı ama bu tür iğrenç suçları asla affetmiyorlardı”.14
1 “Kurtuluş Savaşı Sırasında Türk Milliyetçiliği” Berthe
Georges-Gaulis, Cumhuriyet
Kitapları, İstanbul-1999, sf.56-58
2 a.g.e. sf.60
3 “Kurtuluş Savaşı Sırasında Türk Milliyetçiliği” B.G.Gaulis, Cumhuriyet Kit., İstanbul-1999, sf.60
4 “Sancılı Yıllar:İzmir 1918-1922” Engin Berber, Ayraç Yay., 1997, sf.218
5 a.g.e.
sf.58-59
6 “Tamu Yelleri”, Esat K.Ertur, T.T.K. Ankara-1994, sf.158
7 “Milli Kurtuluş Tarihi” Doğan Avcıoğlu, I.Cilt, İst. Mat., 1974, sf.19
8 "Milli Kurtuluş Tarihi” D.Avcıoğlu, I.Cilt, İstanbul Mat., 1974, sf.18
9 “Milli Kurtuluş Tarihi” D.Avcıoğlu, I.Cilt, İstanbul Mat., 1974, sf.27
10 “Çankaya Akşamları-II”, B.G.Gaulis, Cumhuriyet Kit., 2001, sf.12
11 “Kurtuluş Savaşı Sırasında Türk Milliyetçileri”, B.G.Gaulis, Cumhuriyet Kit., İst.-1999, sf.63
12 a.g.e.
sf.63-64
13 a.g.e.
sf.64-65
14 “Çankaya Akşamları-II”, B.G.Gaulis, Cumhuriyet Kit.,2001, sf.10-14
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder