1945-1950 arasında temelleri atılan ve daha sonraki
dönemlerde etkisi ve uygulama alanı genişleyerek sürdürülen ABD’ye bağımlılık,
resmi politikaya o denli yerleşmiştir ki; ihtilaller, darbeler dahil hiçbir
yönetim değişikliği bu politikayı değiştirememiştir. Ortadoğu ABD için, “siyasi, askeri ve ekonomik çıkarların
birleştiği kavşaktır ve yaşamsal önemdedir”. Bu nedenle Amerikalılar,
Türkiye’yi “hiçbir koşulda
bırakılmayacak” bir ülke olarak görmüştür. 1946 yılında, daha için başında;
‘Türkiye’de iktidar da muhalefet de Birleşik
Devletler’den yana olmalıdır’ saptamasını yapmışlardır. Nitekim, ABD
Türkiye’ye öylesine yerleşti ki; siyasetten kültüre, devlet yapılanmasından
eğitime dek hemen her alanda, yabancı unsur olmaktan çıktı ve içsel bir güç
haline geldi. Hükümetler kurdu, hükümetler devirdi, darbeler yaptı. Ekonominin
tek belirleyicisi oldu.
1950
Sonrası; Hızlanan Süreç
14 Mayıs 1950’de yapılan
seçimlerle Demokrat Parti yüzde
53,3 oranında oy alıp 408 milletvekili kazanarak (tüm milletvekili sayısı 487) yönetime
geldi. Demokrat Parti’ye
öncülük edenler, benzerleri o günkü CHP içinde de bolca bulunan, büyük toprak
sahipleri, üst bürokratlar ve savaş varsıllarıydı. Türkiye, dış kaynaklı
istemler ve milli şefin kararıyla birdenbire ‘demokrasiye’! geçmişti.
Türkiye’ye tepeden indirilen ‘demokrasi’, Batı’da görülen ve sanayi devrimiyle gelişen bir
demokrasi değildi. Sanayisi bulunmayan ve uluslaşma sürecini henüz tamamlamamış
yoksul bir tarım ülkesine, çok partili yapay bir siyasi düzen getiriliyordu.
1939’da başlayan ödün verme süreci yoğunlaşıyordu...
Kemalizm’den Ödün Verme Yarışı
1946-1960 arasındaki CHP-DP çekişmesi Kemalizm’den ödün
vermenin aracı olarak kullanıldı. Toplumsal kökeni farklı olmayan yani aynı
sınıftan gelen ulusal bilinci yetersiz insanlar, karşıt iki parti içinde
toplandılar. Siyasi mücadele adına yapay düşmanlıklar içine girdiler. Devlet
yönetimine taşınan yetersiz kimseler, çıkar için ulusal haklardan ödün vermeye
yatkın ‘yönetici’ durumuna geldi.
Demokrat Parti yönetime geldiğinde, Türkiye’yi Batı’ya
bağlayan anlaşmalar büyük oranda yapılmıştı. Marshall Planı, Truman
Doktrini kabul edilmiş; BM, Dünya Bankası, IMF,
GATT’a girilmişti. ABD ile ikili anlaşmalar imzalanmıştı. DP
yöneticileri de bu anlaşmaları en az CHP’liler kadar istekle imzalayacak
nitelikte insanlardı. Öyle olmasalar bile, yapabilecekleri bir şey yoktu.
Türkiye, ‘dönüşü olmayan bir yola’ girmişti.
Demokrat
Parti ve Adnan Menderes
Adnan Menderes,
hükümeti kurar kurmaz önce yönetimini güvenceye alma düşüncesiyle ordunun üst
kademelerinde büyük bir tasfiye yaptı. Hemen arkasından, din üzerinden ödün vermeye
girişti. Ödünleri, CHP’nin verdiği ödünlerinin üzerine çıkardı. 16 Haziran
1950’de Arapça ezan yasağını kaldırdı. Radyoda dini yayınlar yapılmasına izin
verdi. Köy okullarına din dersi koydu.
Dış siyasetteki ilk uygulama Kore’ye asker göndermek
oldu. (25 Haziran 1950) Kore Savaşı’na katılmayı eleştirenlere ağır
hapis cezaları getirildi. NATO’ya girildi ve bir bayram coşkusuyla kutlandı.
Atatürkçü dış politikayla bağdaşmayan Bağdat ve Balkan Paktlarına katılındı.
Ulusal Kurtuluş Savaşı veren Kuzey Afrika ülkelerine (Tunus, Fas, Cezayir)
karşı, sömürgeci devletler desteklendi. Süveyş Kanalı’nı ulusallaştıran Nasır’a
karşı, İngiltere’nin yanında yer alındı.
Yabancı Sermayenin özendirilmesi için, kapitülasyon
koşullarına benzeyen, Yabancı Sermayeyi Teşvik Kanunu ve Petrol
Kanunu çıkarıldı. Yoğun bir biçimde dış borç alındı. 1958 yılında dış
borçlar ödenemez duruma gelince, yüzde
320 oranında devalüasyon yapıldı.
“Küçük
Amerika Olacağız”
Celal Bayar,
1954 yılında abartılmış törenler ve gösterişli uğurlamalarla resmi bir gezi
için ABD’e gitti. 25 Ocak’ta Washington’ta düzenlediği basın toplantısında
şunları söyledi: “Türk milletinin satın alma gücünün artması ve hayat
standartının yükselmesiyle, ülkemiz mamul maddeler ve tüketim malları için
büyük bir pazar durumuna gelecektir. Türkiye’ye harcanacak her dolar, verimli
bir toprağa ekilmiş refah ve bereket filizleri verecek bir tohum gibidir”.1
Celal Bayar, 20 Ekim 1957 günü,
seçim çalışmaları sırasında kendisini dinlemek için Taksim’de toplanan kitleye ;“Otuz
yıl sonra Türkiye, küçük bir Amerika olacaktır” dedi.2
NATO ve Askeri Bağımlılık
NATO’ya girmek için başvuruyu 11 Mayıs 1950’de İnönü yapmıştı. Üyeliği 18 Şubat
1952’de Menderes imzaladı. NATO üyeliği, Sovyetler Birliği’nden
yardım alarak Batı’ya karşı bağımsızlık savaşı veren Türkiye için dramatik bir
olaydı.
NATO’nun
temel ereği, Sovyetler Birliği ve dünyaya yerleştirilecek olan yeni düzenin
askeri gücünü oluşturmaktı. Türkiye’nin böyle bir örgüte girmesi Atatürkçü dış
politika açısından kabul edilmez bir uygulamaydı.
“Askeri Kolaylıklar Anlaşması”
NATO’nun
anayasası; Kuzey Atlantik Antlaşmasına Taraf Devletler Arasında Kuvvetlerin
Statüsüne Ait Antlaşma adlı ana sözleşmedir. Türkiye ana sözleşmeden ayrı
olarak, 23 Haziran 1954 tarihinde Askeri Kolaylıklar Anlaşması adlı bir
anlaşma daha imzalamıştır. Bu anlaşmaya dayanarak ABD ile Türkiye arasında
yüzden çok uygulama anlaşması yapılmıştır.
Başka NATO
ülkelerinde uygulanmayan bu anlaşmalar, ABD’nin Türkiye’deki çalışmalarına özel
ayrıcalıklar getiriyordu. Türkiye üzerinde kurulan üs ve tesislerin
Amerikalılar tarafından yönetilmesi, buralara general dahil hiçbir Türk
subayının girememesi bu tür ayrıcalıklardandı.
Askeri Kolaylıklar Anlaşması’nın
imzalandığı gün, ABD bir nota vermiş ve bu nota Türk Hükümetince hemen kabul
edilmiştir. TBMM’nin gündemine bile getirilmeyen notanın 2.maddesine göre,
Türkiye’ye giren ve çıkan Amerikan askerlerinin giriş ve çıkışlarını Türk
Hükümeti denetleyemeyecekti. O yıllarda Türkiye’de, Amerikalı müteahhit ve
çalışanları dışında 30 binden fazla Amerikan askeri bulunuyordu. Amerikalıların
ülkelerine dönerken kullandıkları ev eşyalarını gümrüksüz satabilmeleri bile bu
anlaşmada yer almıştı.3
NATO’ya
girmek, ‘Rus tehdidine’ karşı zorunlu
bir kabullenme değildi. Kökleri, Osmanlı’nın ‘Hürriyet ve İtilaf’ ve ‘İttihat
ve Terakki’ye dek giden, Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’yla süren Batı uyduculuğuna
dayanıyordu.
Atatürk’ün ölümünden sonra
CHP’ne egemen olan, 1950’den sonra varlığını DP ile sürdürerek günümüze dek
uzanan anlayış, bu temel üzerinde yükselmiştir. İsmet İnönü’nün
Cumhurbaşkanlığının son günlerinde bir Amerikalı gazeteciye söylediği şu
sözler, Atatürk sonrasında Türkiye’yi yöneten politik istencin
(iradenin); ne olduğunu açık bir biçimde ortaya koyar: “Eğer Rusya gelip de
aradaki anlaşmazlıkları olumlu bir biçimde çözme teklifinde bulunsa bile ben
Türk siyasetinin Amerikan siyasetiyle el ele gitmeye devam etmesi taraftarıyım”.4
Kore Serüveni
Üç yıl süren Kore Savaşı sırasında Türk Birliği 721
şehit, 2147 yaralı, 175 kayıp verdi.5 Meclis kararı bile alınmadan
girişilen Kore serüveni, birçok Türk ailesine giderilmez acılar verdi. Ancak,
belki de ondan daha önemlisi, emperyalizmi ilk kez yenilgiye uğratan bir
ulusun, para ve kazançtan başka bir şey düşünmeyen bir ülkenin çıkarlarına alet
olmasıydı.
ABD Temsilciler Meclisi Başkanı J. Martin, 30
Haziran 1953 günü Temsilciler Meclisi’nde yaptığı konuşmada şunları söylüyordu:
“Bir Amerikalı askerinin bakımı yılda 11 bin dolara mal olmaktadır. Dünyanın
en iyi savaşçılarından biri olan bir Türk askerini donatmak için yılda yalnızca
570 dolar gerekir”.6
Bu sözlerden 4,5 yıl sonra, 12 Ocak 1958’de Türkiye
Cumhuriyeti Devleti’nin ABD Büyükelçisi Suat Hayri Ürgüplü, New York
Ticaret odasında yaptığı konuşmada, rakamları değişse de Amerikalılarla aynı
dilden konuşuyor ve şunları söylüyordu: “Türk askeri 136 dolara, Amerikan
askeri ise 5500 dolara mal olmaktadır”.7
Vergi Bağışıklığı (Muafiyeti)
Anlaşması
23 Haziran 1954’de, ‘Türkiye ile Amerika Birleşik
Devletleri Arasındaki Vergi Muafiyetleri Anlaşması’ imzalandı. Yalnızca Amerikalıların yararlandığı bu özel
anlaşma, Türkiye’deki ABD varlığını, adeta devlet içinde devlet haine
getiriyordu.Vergi vermiyor, gümrük ödemiyor, denetimsiz ve yargıdan bağımsız yasa
üstü bir konumla çalışıyorlardı.8
Anlaşmanın 2.maddesi Türk vatandaşlarının ödemekle
zorunlu olduğu ve ödediği; dışalım (ithalat)
vergisi, resim ve ücretler, işlem vergisi, taşıma resmi, harçlar ve damga
resmi, elektrik ve havagazı tüketimi üzerinden devlet ve belediyelerce alınan
resimler, içerde elde edilen akaryakıt üzerinden alınan vergiler, telgraf ve
telefon üzerinden alınan milli savunma vergisi, gemi ve uçaklar dolayısıyla liman
ve hava meydanlarından alınan resim ve ücretler, belediyece alınan ilan ve
tellaliye resimleri, şeker tüketim vergisi, tütün ve içkilerden alınan tekel
resmi, savunma ve özel tüketim vergileri Amerikalılardan alınmıyordu.
1954 yılında, Amerikalılara verilen vergi bağışıklığı, bugün
bütün yabancılara tanınıyor. Kemal
Derviş’in 2001 yılında Ecevit hükümetine çıkarttığı yasayla, yabancılar
Türkiye’de Türk yurttaşlarının ödediği; kira geliri vergisi, stopaj vergisi,
hazine bonosu geliri, devlet tahvili faiz geliri, serbest meslek kazancı, banka
faiz geliri, ücret kazancı ve
repo geliri gibi kazançlarda vergi ödemiyor.
Askeri İşgal Yetkisi
İsmet İnönü’nün başlattığı ikili
anlaşmalar, kapsamı ve uygulama alanları genişletilerek sürdürüldü. Sayısı ve
niteliği bugün bile bilinmeyen bu anlaşmalardan en önemlisi, tam metni
açıklanmamış olan 5 Mart 1959 anlaşmasıdır. Anlaşmanın basına sızan
bölümlerinde, göründüğü kadarıyla, anlam bozukluğu içeren karışık tümceler ve
yoruma bağlı net olmayan anlatımlarla tehlikeli yükümlülükler altına giriliyor,
ABD’ye Türkiye’ye askeri karışma (müdahale) yetkisi veriliyordu.
Ana sözleşmenin giriş bölümünde; Amerika Birleşik
Devletleri’ne, “Türkiye’nin siyasi bağımsızlığına ve toprak bütünlüğüne
karşı yapılacak her türlü tehdidi çok ciddi bir biçimde tetkik etmek...”
gibi bir görev veriliyordu. Sonraki altı maddede ise, “doğrudan doğruya ya
da dolaylı olarak; tecavüz, sızma, yıkıcı faaliyet, sivil saldırı, dolaylı
saldırı hallerinde...” ABD’nin Türkiye’ye silahlı karışması kabul
ediliyordu.9
‘Dolaysız saldırı’, ‘dolaylı saldırı’, ‘tecavüz’
ve özellikle ‘sivil saldırı’ gibi kavramların ne anlama geldiği açıkça
tanımlanmamış, bunlar Amerikalıların yorumuna bırakılmıştı. Dışişleri Bakanı Fatin
Rüştü Zorlu, 4 Nisan 1960’da bu gerçeği kabul edecek ve yaptığı açıklamada ‘bu
konulardaki takdir hakkının Amerikalılara ait olduğunu’ söyleyecektir.10
Anlaşmalar Karmaşası
ABD ile yapılan ikili anlaşmaların kaç tane olduğu, hangi
bakanlığı ya da bakanlıkları ilgilendirdiği, ne zaman yapıldığı, süresinin ve
uygulama sorunlarının neler olduğunu bilen bir devlet kuruluşu yoktu. Amerikalılar
bu durumdan yararlanıyor ve zaman zaman, anlaşmalarda olmayan uygulamaları da
varmış gibi öne sürüyordu.
27 Mayıs 1960’dan sonra, Amerikalılarla yapılan ikili anlaşmaların
neler olduğunu incelemek üzere, anlaşmaların bir araya toplanması Dışişleri
Bakanlığı’ndan istendi. Yapılan uzun araştırmalardan sonra anlaşmalar bir araya
getirildi ve Amerikalıların ellerinde olduğunu söylediği kimi ikili
anlaşmaların, Türk arşivlerinde olmadığı anlaşıldı.11
1966 yılında Genelkurmay Başkanı olan Cemal Tural
ikili anlaşmalar sorununa önem verdi. Bu iş için bir çalışma ekibi kurdurdu.
Dışişleri Bakanlığı’nın bilgili ve genç elemanlarının da katılımıyla konu ele
alındı. Tam bu sırada, Genelkurmay Başkanı ABD’ye davet edildi. Cemal Tural,
Cumhurbaşkanı protokolü ile karşılandı.
Tural
döndüğünde ikili anlaşmalar konusunda farklı düşünmeye başlamıştı. Genelkurmay
artık komisyona katılmıyordu. Konuyla ilgili karargah subayları ya yerlerinden
alınmış ya da emekli olmuştu.12
İkili anlaşmalar, Türkiye’nin geldiği durumu gösteren ögeleridir.
Toplum yaşamındaki yerleri, hiçbir hükümetin karşı çıkmadığı ya da çıkamadığı
düzeyde yerleşik durumdadır. Bağımsız ulusal politika belirleme ve uygulama,
düşünsel düzeyde bile artık gündemde değildir. Devleti ‘küçültmeyi’ amaç edinen politikacılar, her dönemde değişik parti
adlarıyla devlet yetkilileri durumuna gelmektedir.
Ekonomik Karışmalar
1954 yılında, yabancı petrol şirketlerinin adamı olduğu
söylenen Max Ball’e bir petrol yasası taslağı hazırlatıldı ve bu taslak
aynı yıl yasalaştı. Yasanın sonradan değiştirilen 136.maddesi şöyleydi: “Bu
yasa yabancı şirketlerin izni olmadan değiştirilemez.”
İsmet İnönü
Petrol Yasası için Meclis’te, ‘Bu bir kapitülasyon kanunudur’ demiş ancak
ileride başbakan olduğunda bu yasa için hiçbir girişimde bulunmamıştır.13
1959 Ocağında millileştirme işlemlerinde, ABD hükümetine karar
ve karışma yetkisi veren; ‘İstimlak ve Müsadere Garantisi Anlaşması’
yasalaştırıldı. Bu yasaya, DP Erzurum milletvekili Sabri Dilek tepki
gösterdi ve Meclis’te; “Bu anlaşmanın kabulüyle kapitülasyonlar geri
getirilmektedir. Bu anlaşma ile Amerikalılara açıkça imtiyaz verilmektedir” dedi.14
1965 yılında ABD Kongresinde konuşan Macomber şunları
söyledi; “Devletçilik, Türkiye’de eski ve saygı gören bir görüştür. Biz
ise, Türkiye’nin sorunlarının çoğunun devletçilikten ileri geldiğini
düşünüyoruz. Orada özel kesime daha çok rol verilmesini görmenin sabırsızlığı
içindeyiz. Seçimle işbaşına gelen iktidarda (AP iktidarı) aynı şeyden
yakınmaktadır”.15
Demirel
Hükümeti bu görüşlere uygun olarak, kaynağı dış krediler olan çok yönlü devlet
destekleriyle işbirlikçi niteliğinde bir sermaye kesimi yarattı.
Thornburg Raporu
Amerikalı Ekonomist Max
V.Thornburg’a, 1946 yılında Türk ekonomisinin geleceği ile ilgili bir rapor
hazırlatıldı. Rapor, Atatürk dönemindeki devletçilik uygulamalarının eleştirisi
ile başlıyor, ağır sanayi yatırımlarının durdurulmasını istiyordu. Karabük
Demir-Çelik İşletmeleri kapatılmasını, Sivas’ta 125 lokomotif üretecek
fabrikanın kurulmasından vazgeçilmesini uygun buluyordu. Türkiye’nin; makine,
uçak ve motor yapım projelerinin durdurulmasını istiyor; “böyle düşünenleri Amerikalılar iyi çalışma arkadaşları saymazlar”
diyordu.
Thornburg
Rapor’unda ayrıca; traktör fabrikası, gübre fabrikası, gemi
yapım ve alımı için yapılan kredi istemleri reddediliyordu. Yabancı sermayeye
ayrıcalık hakları isteniyor, ekonomide planlı kalkınmaya karşı çıkılıyordu.16
Thornburg Rapor’u
CHP hükümeti tarafından kabul edildi ve büyük oranda uygulandı. CHP’nin
programına aldığı yeni demir çelik-kombinası, genel makine fabrikası, bakır
kombinası gibi ağır sanayi yatırımları programdan çıkarıldı. Beş yıllık kalkınma
planı rafa kaldırıldı.17
Demirel, Ecevit
ABD’yle yapılan 27 Aralık
1949 tarihli eğitim anlaşmasından sonra, ABD’ne davet edilen ilk gazeteci Bülent Ecevit oldu. Ecevit, Ankara’daki Amerikan Haberler
Merkezi’nin, ‘Eğitim Mübadele Programı’
çerçevesinde yaptığı daveti kabul etti ve 1954 Ekim ayında Amerika’ya gitti. Winston–Salem Journal’da üç ay staj
gördü, sonra 30 gün süreyle Amerika Birleşik Devletleri’nin değişik yörelerini
dolaştı.18
Bülent Ecevit, 1957 Mayısı’nda bir yıllık süre için bir kez daha
Amerika’ya gitti. Bu kez bursu veren, ABD Başkanı Eisenhower’a, Türkiye için ‘oltaya
yakalanmış balığın yeme ihtiyacı yoktur’ diye mektup yazan ve ulusal
bağımsızlık hareketlerine karşıtlığıyla tanınan Nelson Aldrich Rockefeller’ın kurduğu, Rockfeller Vakfı’ydı.
Ecevit, Harvard Üniversitesi’nde, Osmanlı Siyasi Tarihi konusunda incelemeler
yaptı ve Uluslararası Basın Enstitüsü’nün New York’ta düzenlediği seminere
katıldı. Daha sonra yurda döndü ve 32 yaşında milletvekili oldu. Gazetecilik ve
yazarlığının gerçek anlamda ilk köşe yazısını, ‘Halktan Doğacak Altıok’ başlığı altında, Amerika’dan döndükten üç
gün sonra kaleme aldı ve şunları yazdı: “Tek
parti devrinde Altıok halkın dışında halka yönelmişti. Çok parti devrinde ise,
Altıok’un çıkış noktası halk olmalıdır”.19
Amerikalara ait özel
eğitim burslarından yararlanan bir başka Başbakan Süleyman Demirel’dir. Demirel,
1954 yılında kurulan Dwight D.Eisenhower
Vakfı’nın burs verdiği ilk yabancıdır.
1965 yılında, Adalet
Partisi oylarıyla bütçesi reddedilen İsmet
İnönü Hükümeti istifa ettiğinde, New
York Times bir gün önce şunları yazmıştı: “İnönü Hükümeti’nin düşürülmesine karar verilmiştir. Demirel, Türkiye’nin siyaset ufkunda yeni bir yıldızdır… Mr.Demirel Eisenhower bursuyla bir
zamanlar Amerika’da eğitim yapmış, olağanüstü zeki bir mühendistir”.20
12 Eylül ve Sonrası
12 Eylül 1980’in, önceki yönetimlere göre ayrı bir yeri
vardır. 1980’li yıllar Yeni Dünya Düzeni politikalarının yoğunlaşarak
yayıldığı yıllardır. Ulus devlet karşıtlığı artık açıkça dile getirilmektedir.
Küresel boyutta gündeme getirilen ulus-devlet karşıtı
politikaların Türkiye’de uygulama görevi, darbecilerin desteğiyle, CIA personel
biyografisine göre ‘gelmiş geçmiş en Amerikan yanlısı başbakan’ olan Özal
tarafından yerine getirildi. 1980 sonrası dönem, 1945’den beri uygulanan ABD
kaynaklı politikaların yoğunlaşarak devlet yönetimine dolaysız yerleştiği
yıllardır.
1980 Darbesiyle Atatürk döneminde yaratılmış olan kamusal
ve kültürel değerler birer birer ortadan kaldırıldı. Küreselleşmenin
Türkiye’nin kapılarını kırması olan 24 Ocak 1980 kararlarıyla, Türkiye açık
pazar durumuna getirildi. KİT’ler satıldı. Yabancılara toprak satışı yapıldı.
Türkiye üretim yapamaz duruma getirildi.
1998’den sonraki 20 yıl, tam anlamıyla bir yıkım dönemi
oldu. ABD’nin Türkiye’ye girdiği 1946’dan sonra 52 yıl aralıksız uygulanan
politika, Türkiye’yi Amerikalıların ulaşmak istediği yere yani dağılmaya aday bağımlı
ve güçsüz bir ülke haline getirdi. Dünya Bankası’ndan ‘görevli’ olarak gönderilen Kemal
Derviş, Türkiye’yi yıkıma götürecek hukuksal yapıyı oluşturdu. 2002’de
iktidara gelen AKP; DSP-MHP-ANAP koalisyonu tarafından çıkarılan yasaları uyguladı
ve Türkiye bugüne geldi.
AKP’nin
17 yıllık iktidar dönemi, bu uzun sürecin son aşamasıdır. ABD bu son dönemde,
Türkiye’de bugüne dek yapamadığı ve yaptıramadığı ne kadar tasarımı varsa,
tümünü AKP’ye yaptırdı.
AKP’nin
iktidara gelmesiyle başlayan, BOP adına Ortadoğu’da görev verilmesiyle gelişen
ilişkiler ağı; sürmektedir. Belirli bir süreden beri, Batı’yla
özellikle deABD’yle çatışıldığı izlenimi verilen açıklamaların bir önemi yoktur.
Yaşanan somut gerçek, Türkiye’nin bugün ABD’nin istediği yere getirilmiş
olmasıdır.
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın 2017 Eylülü’ndeki Washington ziyaretinde, Trump’un söylediği sözler, bugünkü
Türk-Amerikan ilişkisinin niteliğini ortaya koymaktadır. Trump, basının önünde şunları söylemişti; “Dostum Erdoğan dünyanın çok zorlu bir bölgesinde görev yapıyor,
açıkçası yüksek not alıyor. Türkiye ve ABD’nin şu anda hiç olmadığı kadar
birbirine yakındır”.21
Türkiye, artık ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi’nin eşbaşkanıdır.
21.yüzyıla, 20.yüzyıl başlarındaki koşulara benzer koşullarla girmiştir.
Üretimi olmayan, dışa bağımlı ve çok borçlu bir ülkedir. “Küçük Amerika olmak” yerine, Amerikan uydusu olmuştur.
DİPNOTLAR
1 “Milli
Kurtuluş Tarihi” Doğan Avcıoğlu 3.Cilt sf. 1680
2 a.g.e.
sf.1677
3 “İkili
Anlaşmaların İçyüzü” Haydar Tunçkanat Ekim Yay. sf.255
4 “Çok
Partili Hayata Geçiş” Prof. Taner Timur, İletişim Yay.
5 Büyük
Larousse Gelişim Yay., sf.6984
6 “Milli
Kurtuluş Tarihi” Doğan Avcıoğlu, 3.Cilt sf.1614
7 a.g.e.
sf.1614
8 “İkili
Anlaşmaların İçyüzü” Haydar Tunçkanat Ekim Yay., sf.278
9 a.g.e.
sf. 331
10 a.g.e. sf. 331
11 a.g.e.
sf.306-307
12 a.g.e.
sf.334-337
13 “Milli
Kurtuluş Tarihi” Doğan Avcıoğlu, 3.Cilt, sf.1680
14 a.g.e
sf.1682
15 “Milli
Kurtuluş Tarihi” Doğan Avcıoğlu 3.Cilt, sf.1683
16 “Milli
Kurtuluş Tarihi” Doğan Avcıoğlu, 3.Cilt sf.1678
17 a.g.e
sf.1678
18 “Ecevit
Olayı 1” K.Sağlamer, ak. E.Bilbilik Aydınlık
16.01.2000, Sayı 652
19 a.g.d.
20 (New York Times 13.10.1965, ak. Doğan
Avcıoğlu, “Milli Kurtuluş Tarihi”İstanbul Matbaası 1974, 3 Cilt,
sf.1624)
21 http://www.hurriyet.com.tr/gundem/son-dakika-cumhurbaskani-erdogan-ve-abd-baskani-trumpin-gorusmesi-sona-erdi-40586545
Mükemmel..
YanıtlaSilTarafsız güzel bir değerlendirme, Türkiyenin Mustafa Kemal Atatürk'den sonra, Kemalist rejimden nasıl uzaklaştığını, nasıl amerikanlaştığını gösteren güzel bir yazı, teşekkürler.
YanıtlaSil