16 Haziran 2019 Pazar

ABD’NİN TÜRKİYE’YE YERLEŞMESİ



1945-1950 arasında temelleri atılan ve daha sonraki dönemlerde etkisi ve uygulama alanı genişleyerek sürdürülen ABD’ye bağımlılık, resmi politikaya o denli yerleşmiştir ki; ihtilaller, darbeler dahil hiçbir yönetim değişikliği bu politikayı değiştirememiştir. Ortadoğu ABD için, “siyasi, askeri ve ekonomik çıkarların birleştiği kavşaktır ve yaşamsal önemdedir”. Bu nedenle Amerikalılar, Türkiye’yi “hiçbir koşulda bırakılmayacak” bir ülke olarak görmüştür. 1946 yılında, daha için başında; ‘Türkiye’de iktidar da muhalefet de Birleşik Devletler’den yana olmalıdır’ saptamasını yapmışlardır. Nitekim, ABD Türkiye’ye öylesine yerleşti ki; siyasetten kültüre, devlet yapılanmasından eğitime dek hemen her alanda, yabancı unsur olmaktan çıktı ve içsel bir güç haline geldi. Hükümetler kurdu, hükümetler devirdi, darbeler yaptı. Ekonominin tek belirleyicisi oldu.


1950 Sonrası; Hızlanan Süreç

14 Mayıs 1950’de yapılan seçimlerle Demokrat Parti yüzde 53,3 oranında oy alıp 408 milletvekili kazanarak (tüm milletvekili sayısı 487) yönetime geldi. Demokrat Parti’ye öncülük edenler, benzerleri o günkü CHP içinde de bolca bulunan, büyük toprak sahipleri, üst bürokratlar ve savaş varsıllarıydı. Türkiye, dış kaynaklı istemler ve milli şefin kararıyla birdenbire ‘demokrasiye’! geçmişti.
Türkiye’ye tepeden indirilen ‘demokrasi’, Batı’da görülen ve sanayi devrimiyle gelişen bir demokrasi değildi. Sanayisi bulunmayan ve uluslaşma sürecini henüz tamamlamamış yoksul bir tarım ülkesine, çok partili yapay bir siyasi düzen getiriliyordu. 1939’da başlayan ödün verme süreci yoğunlaşıyordu...

Kemalizm’den Ödün Verme Yarışı

1946-1960 arasındaki CHP-DP çekişmesi Kemalizm’den ödün vermenin aracı olarak kullanıldı. Toplumsal kökeni farklı olmayan yani aynı sınıftan gelen ulusal bilinci yetersiz insanlar, karşıt iki parti içinde toplandılar. Siyasi mücadele adına yapay düşmanlıklar içine girdiler. Devlet yönetimine taşınan yetersiz kimseler, çıkar için ulusal haklardan ödün vermeye yatkın ‘yönetici’ durumuna geldi.
Demokrat Parti yönetime geldiğinde, Türkiye’yi Batı’ya bağlayan anlaşmalar büyük oranda yapılmıştı. Marshall Planı, Truman Doktrini kabul edilmiş; BM, Dünya Bankası, IMF, GATT’a girilmişti. ABD ile ikili anlaşmalar imzalanmıştı. DP yöneticileri de bu anlaşmaları en az CHP’liler kadar istekle imzalayacak nitelikte insanlardı. Öyle olmasalar bile, yapabilecekleri bir şey yoktu. Türkiye, ‘dönüşü olmayan bir yola’ girmişti.

Demokrat Parti ve Adnan Menderes

Adnan Menderes, hükümeti kurar kurmaz önce yönetimini güvenceye alma düşüncesiyle ordunun üst kademelerinde büyük bir tasfiye yaptı. Hemen arkasından, din üzerinden ödün vermeye girişti. Ödünleri, CHP’nin verdiği ödünlerinin üzerine çıkardı. 16 Haziran 1950’de Arapça ezan yasağını kaldırdı. Radyoda dini yayınlar yapılmasına izin verdi. Köy okullarına din dersi koydu.
Dış siyasetteki ilk uygulama Kore’ye asker göndermek oldu. (25 Haziran 1950) Kore Savaşı’na katılmayı eleştirenlere ağır hapis cezaları getirildi. NATO’ya girildi ve bir bayram coşkusuyla kutlandı. Atatürkçü dış politikayla bağdaşmayan Bağdat ve Balkan Paktlarına katılındı. Ulusal Kurtuluş Savaşı veren Kuzey Afrika ülkelerine (Tunus, Fas, Cezayir) karşı, sömürgeci devletler desteklendi. Süveyş Kanalı’nı ulusallaştıran Nasır’a karşı, İngiltere’nin yanında yer alındı.
Yabancı Sermayenin özendirilmesi için, kapitülasyon koşullarına benzeyen, Yabancı Sermayeyi Teşvik Kanunu ve Petrol Kanunu çıkarıldı. Yoğun bir biçimde dış borç alındı. 1958 yılında dış borçlar ödenemez duruma gelince,  yüzde 320 oranında devalüasyon yapıldı.

“Küçük Amerika Olacağız”

Celal Bayar, 1954 yılında abartılmış törenler ve gösterişli uğurlamalarla resmi bir gezi için ABD’e gitti. 25 Ocak’ta Washington’ta düzenlediği basın toplantısında şunları söyledi: “Türk milletinin satın alma gücünün artması ve hayat standartının yükselmesiyle, ülkemiz mamul maddeler ve tüketim malları için büyük bir pazar durumuna gelecektir. Türkiye’ye harcanacak her dolar, verimli bir toprağa ekilmiş refah ve bereket filizleri verecek bir tohum gibidir”.1
Celal Bayar, 20 Ekim 1957 günü, seçim çalışmaları sırasında kendisini dinlemek için Taksim’de toplanan kitleye ;“Otuz yıl sonra Türkiye, küçük bir Amerika olacaktır” dedi.2

NATO ve Askeri Bağımlılık

NATO’ya girmek için başvuruyu 11 Mayıs 1950’de İnönü yapmıştı. Üyeliği 18 Şubat 1952’de Menderes imzaladı. NATO üyeliği, Sovyetler Birliği’nden yardım alarak Batı’ya karşı bağımsızlık savaşı veren Türkiye için dramatik bir olaydı.
NATO’nun temel ereği, Sovyetler Birliği ve dünyaya yerleştirilecek olan yeni düzenin askeri gücünü oluşturmaktı. Türkiye’nin böyle bir örgüte girmesi Atatürkçü dış politika açısından kabul edilmez bir uygulamaydı.

“Askeri Kolaylıklar Anlaşması”

NATO’nun anayasası; Kuzey Atlantik Antlaşmasına Taraf Devletler Arasında Kuvvetlerin Statüsüne Ait Antlaşma adlı ana sözleşmedir. Türkiye ana sözleşmeden ayrı olarak, 23 Haziran 1954 tarihinde Askeri Kolaylıklar Anlaşması adlı bir anlaşma daha imzalamıştır. Bu anlaşmaya dayanarak ABD ile Türkiye arasında yüzden çok uygulama anlaşması yapılmıştır.
Başka NATO ülkelerinde uygulanmayan bu anlaşmalar, ABD’nin Türkiye’deki çalışmalarına özel ayrıcalıklar getiriyordu. Türkiye üzerinde kurulan üs ve tesislerin Amerikalılar tarafından yönetilmesi, buralara general dahil hiçbir Türk subayının girememesi bu tür ayrıcalıklardandı.
Askeri Kolaylıklar Anlaşması’nın imzalandığı gün, ABD bir nota vermiş ve bu nota Türk Hükümetince hemen kabul edilmiştir. TBMM’nin gündemine bile getirilmeyen notanın 2.maddesine göre, Türkiye’ye giren ve çıkan Amerikan askerlerinin giriş ve çıkışlarını Türk Hükümeti denetleyemeyecekti. O yıllarda Türkiye’de, Amerikalı müteahhit ve çalışanları dışında 30 binden fazla Amerikan askeri bulunuyordu. Amerikalıların ülkelerine dönerken kullandıkları ev eşyalarını gümrüksüz satabilmeleri bile bu anlaşmada yer almıştı.3
NATO’ya girmek, ‘Rus tehdidine’ karşı zorunlu bir kabullenme değildi. Kökleri, Osmanlı’nın ‘Hürriyet ve İtilaf’ ve ‘İttihat ve Terakki’ye dek giden, Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’yla süren Batı uyduculuğuna dayanıyordu.
Atatürk’ün ölümünden sonra CHP’ne egemen olan, 1950’den sonra varlığını DP ile sürdürerek günümüze dek uzanan anlayış, bu temel üzerinde yükselmiştir. İsmet İnönü’nün Cumhurbaşkanlığının son günlerinde bir Amerikalı gazeteciye söylediği şu sözler, Atatürk sonrasında Türkiye’yi yöneten politik istencin (iradenin); ne olduğunu açık bir biçimde ortaya koyar: “Eğer Rusya gelip de aradaki anlaşmazlıkları olumlu bir biçimde çözme teklifinde bulunsa bile ben Türk siyasetinin Amerikan siyasetiyle el ele gitmeye devam etmesi taraftarıyım”.4

Kore Serüveni

Üç yıl süren Kore Savaşı sırasında Türk Birliği 721 şehit, 2147 yaralı, 175 kayıp verdi.5 Meclis kararı bile alınmadan girişilen Kore serüveni, birçok Türk ailesine giderilmez acılar verdi. Ancak, belki de ondan daha önemlisi, emperyalizmi ilk kez yenilgiye uğratan bir ulusun, para ve kazançtan başka bir şey düşünmeyen bir ülkenin çıkarlarına alet olmasıydı.
ABD Temsilciler Meclisi Başkanı J. Martin, 30 Haziran 1953 günü Temsilciler Meclisi’nde yaptığı konuşmada şunları söylüyordu: “Bir Amerikalı askerinin bakımı yılda 11 bin dolara mal olmaktadır. Dünyanın en iyi savaşçılarından biri olan bir Türk askerini donatmak için yılda yalnızca 570 dolar gerekir”.6
Bu sözlerden 4,5 yıl sonra, 12 Ocak 1958’de Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin ABD Büyükelçisi Suat Hayri Ürgüplü, New York Ticaret odasında yaptığı konuşmada, rakamları değişse de Amerikalılarla aynı dilden konuşuyor ve şunları söylüyordu: “Türk askeri 136 dolara, Amerikan askeri ise 5500 dolara mal olmaktadır”.7

Vergi Bağışıklığı (Muafiyeti) Anlaşması

23 Haziran 1954’de, ‘Türkiye ile Amerika Birleşik Devletleri Arasındaki Vergi Muafiyetleri Anlaşması’ imzalandı. Yalnızca Amerikalıların yararlandığı bu özel anlaşma, Türkiye’deki ABD varlığını, adeta devlet içinde devlet haine getiriyordu.Vergi vermiyor, gümrük ödemiyor, denetimsiz ve yargıdan bağımsız yasa üstü bir konumla çalışıyorlardı.8
Anlaşmanın 2.maddesi Türk vatandaşlarının ödemekle zorunlu olduğu ve ödediği; dışalım (ithalat) vergisi, resim ve ücretler, işlem vergisi, taşıma resmi, harçlar ve damga resmi, elektrik ve havagazı tüketimi üzerinden devlet ve belediyelerce alınan resimler, içerde elde edilen akaryakıt üzerinden alınan vergiler, telgraf ve telefon üzerinden alınan milli savunma vergisi, gemi ve uçaklar dolayısıyla liman ve hava meydanlarından alınan resim ve ücretler, belediyece alınan ilan ve tellaliye resimleri, şeker tüketim vergisi, tütün ve içkilerden alınan tekel resmi, savunma ve özel tüketim vergileri Amerikalılardan alınmıyordu.
1954 yılında, Amerikalılara verilen vergi bağışıklığı, bugün bütün yabancılara tanınıyor. Kemal Derviş’in 2001 yılında Ecevit hükümetine çıkarttığı yasayla, yabancılar Türkiye’de Türk yurttaşlarının ödediği; kira geliri vergisi, stopaj vergisi, hazine bonosu geliri, devlet tahvili faiz geliri, serbest meslek kazancı, banka faiz geliri, ücret kazancı ve repo geliri gibi kazançlarda vergi ödemiyor.

Askeri İşgal Yetkisi

İsmet İnönü’nün başlattığı ikili anlaşmalar, kapsamı ve uygulama alanları genişletilerek sürdürüldü. Sayısı ve niteliği bugün bile bilinmeyen bu anlaşmalardan en önemlisi, tam metni açıklanmamış olan 5 Mart 1959 anlaşmasıdır. Anlaşmanın basına sızan bölümlerinde, göründüğü kadarıyla, anlam bozukluğu içeren karışık tümceler ve yoruma bağlı net olmayan anlatımlarla tehlikeli yükümlülükler altına giriliyor, ABD’ye Türkiye’ye askeri karışma (müdahale) yetkisi veriliyordu.
Ana sözleşmenin giriş bölümünde; Amerika Birleşik Devletleri’ne, “Türkiye’nin siyasi bağımsızlığına ve toprak bütünlüğüne karşı yapılacak her türlü tehdidi çok ciddi bir biçimde tetkik etmek...” gibi bir görev veriliyordu. Sonraki altı maddede ise, “doğrudan doğruya ya da dolaylı olarak; tecavüz, sızma, yıkıcı faaliyet, sivil saldırı, dolaylı saldırı hallerinde...” ABD’nin Türkiye’ye silahlı karışması kabul ediliyordu.9
‘Dolaysız saldırı’, ‘dolaylı saldırı’, ‘tecavüz’ ve özellikle ‘sivil saldırı’ gibi kavramların ne anlama geldiği açıkça tanımlanmamış, bunlar Amerikalıların yorumuna bırakılmıştı. Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu, 4 Nisan 1960’da bu gerçeği kabul edecek ve yaptığı açıklamada ‘bu konulardaki takdir hakkının Amerikalılara ait olduğunu’ söyleyecektir.10

Anlaşmalar Karmaşası

ABD ile yapılan ikili anlaşmaların kaç tane olduğu, hangi bakanlığı ya da bakanlıkları ilgilendirdiği, ne zaman yapıldığı, süresinin ve uygulama sorunlarının neler olduğunu bilen bir devlet kuruluşu yoktu. Amerikalılar bu durumdan yararlanıyor ve zaman zaman, anlaşmalarda olmayan uygulamaları da varmış gibi öne sürüyordu.
27 Mayıs 1960’dan sonra, Amerikalılarla yapılan ikili anlaşmaların neler olduğunu incelemek üzere, anlaşmaların bir araya toplanması Dışişleri Bakanlığı’ndan istendi. Yapılan uzun araştırmalardan sonra anlaşmalar bir araya getirildi ve Amerikalıların ellerinde olduğunu söylediği kimi ikili anlaşmaların, Türk arşivlerinde olmadığı anlaşıldı.11
1966 yılında Genelkurmay Başkanı olan Cemal Tural ikili anlaşmalar sorununa önem verdi. Bu iş için bir çalışma ekibi kurdurdu. Dışişleri Bakanlığı’nın bilgili ve genç elemanlarının da katılımıyla konu ele alındı. Tam bu sırada, Genelkurmay Başkanı ABD’ye davet edildi. Cemal Tural, Cumhurbaşkanı protokolü ile karşılandı.
Tural döndüğünde ikili anlaşmalar konusunda farklı düşünmeye başlamıştı. Genelkurmay artık komisyona katılmıyordu. Konuyla ilgili karargah subayları ya yerlerinden alınmış ya da emekli olmuştu.12
İkili anlaşmalar, Türkiye’nin geldiği durumu gösteren ögeleridir. Toplum yaşamındaki yerleri, hiçbir hükümetin karşı çıkmadığı ya da çıkamadığı düzeyde yerleşik durumdadır. Bağımsız ulusal politika belirleme ve uygulama, düşünsel düzeyde bile artık gündemde değildir. Devleti ‘küçültmeyi’ amaç edinen politikacılar, her dönemde değişik parti adlarıyla devlet yetkilileri durumuna gelmektedir.

Ekonomik Karışmalar

1954 yılında, yabancı petrol şirketlerinin adamı olduğu söylenen Max Ball’e bir petrol yasası taslağı hazırlatıldı ve bu taslak aynı yıl yasalaştı. Yasanın sonradan değiştirilen 136.maddesi şöyleydi: “Bu yasa yabancı şirketlerin izni olmadan değiştirilemez.”
İsmet İnönü Petrol Yasası için Meclis’te, ‘Bu bir kapitülasyon kanunudur’ demiş ancak ileride başbakan olduğunda bu yasa için hiçbir girişimde bulunmamıştır.13
1959 Ocağında millileştirme işlemlerinde, ABD hükümetine karar ve karışma yetkisi veren; ‘İstimlak ve Müsadere Garantisi Anlaşması’ yasalaştırıldı. Bu yasaya, DP Erzurum milletvekili Sabri Dilek tepki gösterdi ve Meclis’te; “Bu anlaşmanın kabulüyle kapitülasyonlar geri getirilmektedir. Bu anlaşma ile Amerikalılara açıkça imtiyaz verilmektedir” dedi.14
1965 yılında ABD Kongresinde konuşan Macomber şunları söyledi; “Devletçilik, Türkiye’de eski ve saygı gören bir görüştür. Biz ise, Türkiye’nin sorunlarının çoğunun devletçilikten ileri geldiğini düşünüyoruz. Orada özel kesime daha çok rol verilmesini görmenin sabırsızlığı içindeyiz. Seçimle işbaşına gelen iktidarda (AP iktidarı) aynı şeyden yakınmaktadır”.15
Demirel Hükümeti bu görüşlere uygun olarak, kaynağı dış krediler olan çok yönlü devlet destekleriyle işbirlikçi niteliğinde bir sermaye kesimi yarattı.

Thornburg Raporu

Amerikalı Ekonomist Max V.Thornburg’a, 1946 yılında Türk ekonomisinin geleceği ile ilgili bir rapor hazırlatıldı. Rapor, Atatürk dönemindeki devletçilik uygulamalarının eleştirisi ile başlıyor, ağır sanayi yatırımlarının durdurulmasını istiyordu. Karabük Demir-Çelik İşletmeleri kapatılmasını, Sivas’ta 125 lokomotif üretecek fabrikanın kurulmasından vazgeçilmesini uygun buluyordu. Türkiye’nin; makine, uçak ve motor yapım projelerinin durdurulmasını istiyor; “böyle düşünenleri Amerikalılar iyi çalışma arkadaşları saymazlar” diyordu.
Thornburg Rapor’unda ayrıca; traktör fabrikası, gübre fabrikası, gemi yapım ve alımı için yapılan kredi istemleri reddediliyordu. Yabancı sermayeye ayrıcalık hakları isteniyor, ekonomide planlı kalkınmaya karşı çıkılıyordu.16
Thornburg Rapor’u CHP hükümeti tarafından kabul edildi ve büyük oranda uygulandı. CHP’nin programına aldığı yeni demir çelik-kombinası, genel makine fabrikası, bakır kombinası gibi ağır sanayi yatırımları programdan çıkarıldı. Beş yıllık kalkınma planı rafa kaldırıldı.17

Demirel, Ecevit

ABD’yle yapılan 27 Aralık 1949 tarihli eğitim anlaşmasından sonra, ABD’ne davet edilen ilk gazeteci Bülent Ecevit oldu. Ecevit, Ankara’daki Amerikan Haberler Merkezi’nin, ‘Eğitim Mübadele Programı’ çerçevesinde yaptığı daveti kabul etti ve 1954 Ekim ayında Amerika’ya gitti. Winston–Salem Journal’da üç ay staj gördü, sonra 30 gün süreyle Amerika Birleşik Devletleri’nin değişik yörelerini dolaştı.18
Bülent Ecevit, 1957 Mayısı’nda bir yıllık süre için bir kez daha Amerika’ya gitti. Bu kez bursu veren, ABD Başkanı Eisenhower’a, Türkiye için ‘oltaya yakalanmış balığın yeme ihtiyacı yoktur’ diye mektup yazan ve ulusal bağımsızlık hareketlerine karşıtlığıyla tanınan Nelson Aldrich Rockefeller’ın kurduğu, Rockfeller Vakfı’ydı.
Ecevit, Harvard Üniversitesi’nde, Osmanlı Siyasi Tarihi konusunda incelemeler yaptı ve Uluslararası Basın Enstitüsü’nün New York’ta düzenlediği seminere katıldı. Daha sonra yurda döndü ve 32 yaşında milletvekili oldu. Gazetecilik ve yazarlığının gerçek anlamda ilk köşe yazısını, ‘Halktan Doğacak Altıok’ başlığı altında, Amerika’dan döndükten üç gün sonra kaleme aldı ve şunları yazdı: “Tek parti devrinde Altıok halkın dışında halka yönelmişti. Çok parti devrinde ise, Altıok’un çıkış noktası halk olmalıdır”.19
Amerikalara ait özel eğitim burslarından yararlanan bir başka Başbakan Süleyman Demirel’dir. Demirel, 1954 yılında kurulan Dwight D.Eisenhower Vakfı’nın burs verdiği ilk yabancıdır.
1965 yılında, Adalet Partisi oylarıyla bütçesi reddedilen İsmet İnönü Hükümeti istifa ettiğinde, New York Times bir gün önce şunları yazmıştı: “İnönü Hükümeti’nin düşürülmesine karar verilmiştir. Demirel, Türkiye’nin siyaset ufkunda yeni bir yıldızdır… Mr.Demirel Eisenhower bursuyla bir zamanlar Amerika’da eğitim yapmış, olağanüstü zeki bir mühendistir”.20

12 Eylül ve Sonrası

12 Eylül 1980’in, önceki yönetimlere göre ayrı bir yeri vardır. 1980’li yıllar Yeni Dünya Düzeni politikalarının yoğunlaşarak yayıldığı yıllardır. Ulus devlet karşıtlığı artık açıkça dile getirilmektedir.
Küresel boyutta gündeme getirilen ulus-devlet karşıtı politikaların Türkiye’de uygulama görevi, darbecilerin desteğiyle, CIA personel biyografisine göre ‘gelmiş geçmiş en Amerikan yanlısı başbakan’ olan Özal tarafından yerine getirildi. 1980 sonrası dönem, 1945’den beri uygulanan ABD kaynaklı politikaların yoğunlaşarak devlet yönetimine dolaysız yerleştiği yıllardır.
1980 Darbesiyle Atatürk döneminde yaratılmış olan kamusal ve kültürel değerler birer birer ortadan kaldırıldı. Küreselleşmenin Türkiye’nin kapılarını kırması olan 24 Ocak 1980 kararlarıyla, Türkiye açık pazar durumuna getirildi. KİT’ler satıldı. Yabancılara toprak satışı yapıldı. Türkiye üretim yapamaz duruma getirildi.
1998’den sonraki 20 yıl, tam anlamıyla bir yıkım dönemi oldu. ABD’nin Türkiye’ye girdiği 1946’dan sonra 52 yıl aralıksız uygulanan politika, Türkiye’yi Amerikalıların ulaşmak istediği yere yani dağılmaya aday bağımlı ve güçsüz bir ülke haline getirdi. Dünya Bankası’ndan ‘görevli’ olarak gönderilen Kemal Derviş, Türkiye’yi yıkıma götürecek hukuksal yapıyı oluşturdu. 2002’de iktidara gelen AKP; DSP-MHP-ANAP koalisyonu tarafından çıkarılan yasaları uyguladı ve Türkiye bugüne geldi.
AKP’nin 17 yıllık iktidar dönemi, bu uzun sürecin son aşamasıdır. ABD bu son dönemde, Türkiye’de bugüne dek yapamadığı ve yaptıramadığı ne kadar tasarımı varsa, tümünü AKP’ye yaptırdı.
AKP’nin iktidara gelmesiyle başlayan, BOP adına Ortadoğu’da görev verilmesiyle gelişen ilişkiler ağı; sürmektedir. Belirli bir süreden beri, Batı’yla özellikle deABD’yle çatışıldığı izlenimi verilen açıklamaların bir önemi yoktur. Yaşanan somut gerçek, Türkiye’nin bugün ABD’nin istediği yere getirilmiş olmasıdır.
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın 2017 Eylülü’ndeki Washington ziyaretinde, Trump’un söylediği sözler, bugünkü Türk-Amerikan ilişkisinin niteliğini ortaya koymaktadır. Trump, basının önünde şunları söylemişti; “Dostum Erdoğan dünyanın çok zorlu bir bölgesinde görev yapıyor, açıkçası yüksek not alıyor. Türkiye ve ABD’nin şu anda hiç olmadığı kadar birbirine yakındır”.21
Türkiye, artık ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi’nin eşbaşkanıdır. 21.yüzyıla, 20.yüzyıl başlarındaki koşulara benzer koşullarla girmiştir. Üretimi olmayan, dışa bağımlı ve çok borçlu bir ülkedir. “Küçük Amerika olmak” yerine, Amerikan uydusu olmuştur.

DİPNOTLAR

1       “Milli Kurtuluş Tarihi” Doğan Avcıoğlu 3.Cilt sf. 1680
2       a.g.e. sf.1677
3       “İkili Anlaşmaların İçyüzü” Haydar Tunçkanat Ekim Yay. sf.255
4       “Çok Partili Hayata Geçiş” Prof. Taner Timur, İletişim Yay.
5       Büyük Larousse Gelişim Yay., sf.6984
6       “Milli Kurtuluş Tarihi” Doğan Avcıoğlu, 3.Cilt sf.1614
7       a.g.e. sf.1614
8       “İkili Anlaşmaların İçyüzü” Haydar Tunçkanat Ekim Yay., sf.278
9       a.g.e. sf. 331
10     a.g.e.  sf. 331
11     a.g.e. sf.306-307
12     a.g.e. sf.334-337
13     “Milli Kurtuluş Tarihi” Doğan Avcıoğlu, 3.Cilt, sf.1680
14     a.g.e sf.1682
15     “Milli Kurtuluş Tarihi” Doğan Avcıoğlu 3.Cilt, sf.1683
16     “Milli Kurtuluş Tarihi” Doğan Avcıoğlu, 3.Cilt sf.1678
17     a.g.e sf.1678
18     “Ecevit Olayı 1” K.Sağlamer, ak. E.Bilbilik Aydınlık 16.01.2000, Sayı 652
19     a.g.d.
20     (New York Times 13.10.1965, ak. Doğan Avcıoğlu, “Milli Kurtuluş Tarihi”İstanbul Matbaası 1974, 3 Cilt, sf.1624)
21     http://www.hurriyet.com.tr/gundem/son-dakika-cumhurbaskani-erdogan-ve-abd-baskani-trumpin-gorusmesi-sona-erdi-40586545


2 yorum:

  1. Tarafsız güzel bir değerlendirme, Türkiyenin Mustafa Kemal Atatürk'den sonra, Kemalist rejimden nasıl uzaklaştığını, nasıl amerikanlaştığını gösteren güzel bir yazı, teşekkürler.

    YanıtlaSil