Türkiye’de, ‘tarihin yeniden yaşanması’ biçiminde ilginç ve tehlikeli bir
dönem yaşanıyor. Ulusal varlık, şiddetini giderek arttıran sistemli bir baskı
altında. İçerde ekonomik yapı ve kamusal düzen çökerken, dışarda karmaşık ilişkilere
girilmektedir. Kıbrıs’tan işgal edilen adalara, İsrail’den hazine altınlarına,
Varlık Fonu’ndan Suriye olaylarına dek; bir dizi uygulama esrarını
korumaktadır. Türk halkı, bilmediği ve anlamadığı uygulamalarla düşünsel
karmaşa içine sokulmuşken; rejim değişikliğini içeren ‘başkanlık düzeni’
gündeme sokulmuş, Seçim Yasası’nda kuşkulu değişiklikler yapılmıştır. Türkiye,
sancılı bir geleceğe doğru yol almaktadır. Dışarda; nerede, kimlerle, neler
konuşulduğu, ne anlaşmalar yapıldığı bilinmemektedir. Yabancılarla yapılan kimi
görüşmelere, devlet yetkilisi bürokratlar alınmamaktadır.
Ulusal Egemenlik
Güçlü ya da güçsüz, büyük ya da küçük hiçbir devlet,
egemenlik alanına giren toprakların en küçük parçasının bile işgal edilmesini
kabul etmez. Savaşacak gücü yoksa en azından sessiz kalmaz. Bu tutum, devlet
olmanın, olmazsa olmazıdır.
Ulusal egemenlik ve tam bağımsızlık temel koşuludur. Hiçbir biçimde ve
hiçbir alanda, zedelenmesine izin verilemez. Toprak birliği, egemenlik
haklarının en üstünde yer alır ve asla ödün verilmez. Ödün vermek bir yana,
konu bile ettirilmez.
Ada İşgalleri
Türkiye’nin 18 adası Yunanistan tarafından işgal edildi
ve Türkiye müdahalede bulunmadı, itiraz etmedi, tepki göstermedi. Bir açıklama
bile yapmadı. Bu olağan bir durum değildir. Yapılacak bir itiraz, ilerde konuya
eğilecek bir yönetime, uluslararası hukuk mücadelesinde bir olanak yaratacaktı.
Burada sorulacak soru şudur: Ada işgallerine karşı gerekli girişim neden
yapılmadı/yapılmıyor. Sessiz kalınmasının nedeni nedir? En azından bir nota
neden verilmedi? Ada işgallerine sessiz kalınması bir pazarlığın sonucu
olabilir mi?
Kıbrıs
Türkiye, Kıbrıs sorununu 1974’te çözmüş ve hem Kıbrıslı
Türkleri hem de Türkiye’nin çıkarlarını güvence altına alarak KKTC’yi kurmuştu.
Bu uğurda kanın da içinde olduğu ağır bir bedel ödenmişti. Şimdi, herhangi bir
gereklilik yokken ve Türkiye’de sıkıntılı bir dönem yaşanırken; birden bire,
Kıbrıs’ta Rumlara toprak dahil ödün verecek görüşmeler yapılıyor. Görüşmeler
bir kez daha kesildi ama hükümet sözcüleri, görüşmelerin yeniden başlatılmasına
hazır olduğunu söylüyor.
Burada soru şudur: Kıbrıs’ta, Avrupa Birliği’ni arkasına alan, bu nedenle
psikolojik üstünlüğe sahip Rumlarla görüşmelere başlanmasının nedeni ve amacı
nedir? Verileceği açıklanan ödünler bir pazarlığın sonucu mudur?
İsrail
Doğu Akdeniz’de, dünyanın en zengin doğalgaz yatakları
bulunmuştur. Türkiye, deniz kıyısının uzunluğu nedeniyle (münhasır ekonomik bölge),
bu bölgede geniş egemenlik haklarına sahiptir. Ancak, yapılan basit bir taşıma
anlaşmasıyla, bölge adeta İsrail’e bırakılmıştır. Doğu Akdeniz’de doğalgaz
sondajı yapılmamaktadır.
Burada soru şudur: Türkiye’nin Doğu Akdeniz’de doğalgaz aramasını önleyen
bir dış yaptırım ya da istek var mıdır? Kendi doğalgazını çıkarmak varken,
İsrail’in sahiplendiği doğalgazı Avrupa’ya taşınmasına neden aracılık
edilmiştir?
Varlık Fonu
Türkiye’nin ekonomik değere sahip hemen tüm işletmeleri
ve 2 milyon metrekareden çok değerli taşınmaz, Varlık Fonu adı verilen bir
anonim şirkete devredilmiştir. Kalan 32 işletmenin de devredileceği ve
Amerikalılardan oluşan bir danışma kurulu oluşturulacağı söylenmektedir. Varlık
Fonu, uzmanlığı olmayan ve yandaşlığıyla tanınan 5 kişi tarafından
yönetilecektir. Sınırsız yetki ve yargı dokunulmazlığıyla donatılan bu kişiler;
Türk ekonomisinin temelini oluşturan kamu malı işletmeleri, denetimsiz ve
sorumsuz konumlarıyla kendi özel şirketleri gibi yönetecektir. Devlet düzeninin
değiştirilmesi gündemdeyken, devleti şirketleştiren bu uygulamanın bir nedeni
olmalıdır.
Burada soru şudur: Dünyada, varsıllığın ve fazla gelirin değerlendirilmesi
olan bu girişim, yoksul ve çok borçlu Türkiye’de neden gündeme gelmiştir.
Varlık Fonu girişimi, dışarıyla yapılan bir mali pazarlığın sonucu mudur? Ulusa
ait servet, hangi amaçla ve neyin karşılığı olarak devlet mülkiyetinden
çıkarılmıştır. Devletin varlıkları, yeni borç bulabilmek için rehin olarak mı
kullanılacaktır?
Türkiye’nin Altınları
Eski Maliye Bakanı Mehmet
Şimşek, Türkiye’nin 490 ton olan Altın rezervinin 450 tonunun, İngiltere
Merkez Bankası Bank Of England’da emanette olduğunu açıkladı. Bu açıklama,
Türkiye’nin karmaşık gündeminde yeterince ele alınmadı. Hiçbir bağımsız devlet,
geleceğinin güvencesi olan birikmiş servetini, başka bir devlete; borç vermez,
emanetine koymaz, rehin bırakmaz.
Burada soru şudur; Türkiye’de, askeri harcamalar artıp dış borç ödeme
sınırını aşarken ve ekonomik bunalım derinleşirken, hazine 450 ton altını neden
ve ne karşılığı yabancılara teslim etmiştir? Beklenti nedir? Libya’nın 200
milyar dolarına el koyan Batı’ya nasıl güvenilmiştir?
Yanıt Bulmak
Sorulara yanıt vermek için, açıklama yapılmaması
nedeniyle gerekli olan bilgiden yoksunuz. Bu nedenle; yanıtı, yaşadığımız
olayları geçmişle ilişkilendirerek ve ancak yorumla bulabiliriz. Her soru
yanıtını, bir oranda içinde barındırır. Bunu bilerek, varlığımızın dayanağı
olan ulusal egemenlik haklarını dolaysız ilgilendiren gelişmelere doğru tanıyı
koymalıyız. Bilgi eksikliğini aşarak tehlikeli gidişin sonuçlarını görmek ve
halkı uyarmak zorundayız.
Ulusal hakların pazarlık konusu yapılması ve kimi zaman elden çıkarılması,
Türk toplumunun yaşamadığı bir olay değildir. Toprak vermek, işgale ses
çıkarmamak, siyasi ve ekonomik hakları yabancılara devretmek; Osmanlı’dan miras
kalan ve değişik biçimlerde ondan sonra da uygulanan bir tutumdur.
Büyük Güçlerle Politika
Türkiye,
kendini, ABD ve AB’ye olduğu kadar, özellikle enerji alanında Rusya’ya da
bağlamıştır. Şimdi, siyasi bağlantı içine girmeğe çalışmaktadır. ABD ve AB’ye
bağımlılığı sürerken, bu iki gücün sürtüştüğü Rusya’yla iş çevirmektedir.
Karşıt güçlerin oluşturduğu blokların ikisiyle birden aynı anda müttefik
olunamaz. Uluslararası ilişkilerde, biraz
ondan biraz bundan davranışı yoktur. Bu tutumun sonu hüsrandır.
Türkiye, ‘iki cami arasında
beynamaz’ tutumu içinde, bir yandan öbür yana
savrularak esen rüzgara göre değişen yönsüz ve rotasız yolda ilerliyor. Neyi,
ne zaman ve nasıl yapacağı belli değil. Kendine özgü tutarlı bir politikası
yok. Üstelik bu tutum dış siyasetle ilgili bir sorun da değil.
Tanı
Türkiye’de, ‘tarihin yeniden yaşanması’ biçiminde ilginç
ve tehlikeli bir dönem yaşanıyor. Ulusal varlık, şiddetini giderek arttıran
sistemli bir baskı altında. İçerde ekonomik yapı ve kamusal düzen çökerken,
dışarda karmaşık ilişkilere girilmektedir. Kıbrıs’tan işgal edilen adalara,
İsrail’den hazine altınlarına ve Varlık Fonu’na dek; bir dizi aykırı uygulama
esrarını korumaktadır.
Türk halkı, bilmediği ve anlamadığı uygulamalarla
düşünsel karmaşa içine sokulmuşken; rejim değişikliğini içeren ‘başkanlık
düzeni’ gündeme sokulmuştur. Türkiye, sancılı bir geleceğe doğru yol
almaktadır. Dışarda; nerede, kimlerle, neler konuşulduğu, ne anlaşmalar
yapıldığı bilinmemektedir. Çünkü, yabancılarla yapılan görüşmelere, devlet
yetkilisi bürokratlar alınmamaktadır.
Türkiye,
oluşmakta olan tehlikelere karşı, ulusal nitelikte bir yönetime kavuşup Atatürk’ün
bölgeye yönelik politikasını; günün koşullarını gözeterek ve kendi gücüne
güvenerek uygulamak zorundadır. Bunu yapmadığı sürece, giderek karmaşık duruma
gelen olaylar karşısında kendi yolunu belirleyemeyecek, ulusal haklarını
koruyamayacaktır. Birinci Dünya Savaşı’nda olduğu gibi, büyük gördüğü gücün
peşinden sürüklenecektir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder