2.Dünya Savaşı’ndan
sonra; sosyalizmin Rusya’da iç çelişkiler nedeniyle artık yıkılamayacağı, böyle
bir durumun ancak dış saldırıyla ortaya çıkabileceği söyleniyor, bütün dikkat
ve önlemler bu yöne çevriliyordu. Uzay yarışında önde olan, dünyanın en iyi
eğitilmiş kadrolarına ve ikinci büyük ekonomik gücüne sahip, sınırsız doğal
varsıllığı ve büyük bir askeri gücü olan Sovyetler Birliği; söylenenlerin
tersine herhangi bir dış saldırı olmadan kendiliğinden dağıldı. Çöküşün
nedeni neydi? Bu denli güçlü görünen bu büyük ülke nasıl bu denli kolay
dağılır, toplumsal düzeni bu denli kısa bir sürede çökebilirdi?
Beklenmeyen Çöküş
1970’lerde, artık
komünist toplum biçimine (herkesten yeteneğine göre herkese gereksinimine göre)
geçmeğe hazır olduğunu söylenen Sovyetler Birliği, bu düzeye ulaşmak bir yana,
1991 yılında kendiliğinden dağıldı. Polonya, Macaristan, Doğu Almanya, Romanya,
Bulgaristan, Çekoslovakya ve Yugoslavya’daki düzen değişikliği daha önce
gerçekleşmişti. İkincil ‘sosyalist’ ülkeler çökerken genel kanı,
Sovyetler Birliği’nin ayakta kalacağı ve bir süre sonra dağılan bağlaşıklarını
toparlayarak, ‘duruma egemen olacağı’ yönündeydi.
Ancak, O’nun da
yıkılışı diğerleri gibi oldu. 50 yıl dünyanın en güçlü ülkelerinden biri olan
bu büyük ülke bir anda; halkını besleyemeyen, dağınık, özgüvensiz, üçüncü sınıf
bir ülke haline geldi.
Bilim Dışı Yargılar
Çöküşün nedeni neydi?
Bu denli güçlü görünen bu büyük ülke nasıl bu denli kolay dağılır, toplumsal
düzeni bu denli kısa bir sürede çökebilirdi? Kimileri, çöküşe, Stalin’in
ölümünden sonra yönetime gelen ‘revizyonist’ ya da ‘sosyal
emperyalist’ yönetimlerin neden olduğunu söyledi. Kimileri dağılma
nedenini, ‘Stalin despotizmine’ bağladı. Tüketim malları üretimindeki
yetersizlik, kültür devrimi eksikliği, emperyalist kuşatma, ahlaksal çöküş...
sayılan başka nedenlerdi.
Gerçek olan neydi?
Belki bunların hepsi, ya da hiçbirisi. Gelinen nokta belki de, olması gereken
doğal bir sonuçtu.
Marks’ın Görüşü
Rus sosyalistleri,
bilimsel sosyalizmin kuramcısı Karl Marks’ın öngörüleri yönünde bir
düzen kurmaya çalıştı. Ancak, kurmaya çalıştıkları düzen yıkıldı. Sonuçtan bakarak
şu yargıya varmak olanaklı. Ya Marksist kuram uygulanabilir değildir ya da
Rusya’daki uygulama Marksizme uymamaktadır. Öznel eksikliklerin tümünü içine
katarak yapılacak bu kaba ayrım, yüzeysel bir biçimde de olsa, nesnelliğin
süzgecinden geçirilerek incelenmeli ve buna göre karar verilmelidir.
Marks’ın, toplum biçimlerinin gelişim ve dönüşüm
yasalarını incelerken; “Benim toplumdaki ekonomik gelişimi tarih içinde
doğal bir süreç olarak kavrayan anlayışım”1 diyerek belirttiği bakış açısı, bilimi ve nesnelliği
gerekli kılar. O; “Toplumsal gelişmeyi, yalnızca insanların istenç, bilinç,
düşünce ve eğilimlerinden bağımsız olmakla kalmayan, aksine onların istenç
bilinç ve düşüncelerini etkileyip belirleyen, ekonomik yasaların yönettiği bir
doğal tarihsel süreç olarak” görür.2
Kuramcı olarak Marks,
kendisinden önceki araştırmacılardan ayrımlı olarak, toplumsal gelişimin
açıklamasını, bütün bilimlerden üst düzeyde yararlanıp, bilim haline getirdiği
kapsamlı öğretisiyle yapmıştır. Alman Felsefesi, İngiliz Ekonomi
politiği ve Fransız Sosyalizminden oluşan bu öğreti, toplumsal
gelişim ve değişim ile ilgili temel önermelerde bulunmuştur.
Nesnellik
Marks’a göre, herhangi bir toplumsal dönüşümün
gerçekleşmesi için, doğal tarihsel bir sürecin yaşanmış olması gerekir. İnsan
istencinden (iradesinden) bağımsız olarak gelişecek bu süreç yaşanmadan,
herhangi bir değişimin olamıyacağını açık bir biçimde belirtmiştir. Düşülke
(ütopik) sosyalistleri ve anarşistlerle, giriştiği ideolojik tartışmasını, bu
temel önerme üzerinde oturtmuştur.
Marks
Kapital’in Almanca ikinci baskısına yazdığı önsözde, Koufman’dan
aktararak açıkladığı görüşlerinde; “Her tarih döneminin kendine özgü
yasaları vardır. Bir toplum belli bir gelişme dönemini yaşar ve geride bırakır.
Belli bir aşamadan bir diğerine geçer geçmez de, birtakım başka yasalarla
yönetilmeye başlar. Kısaca ekonomik yaşam önümüze biyolojinin diğer
dallarındaki gelişme tarihine benzer bir olay çıkarır...” biçimindeki
sözleri anlayışının en özlü ifadesidir.3
Aynı yapıtta; “Toplumsal
ilişkiler ve koşullar belli ve kesin bir sıra izlemek zorundadır. Bu
zorunluluğu bilimsel bir incelemeyle göstermek için, elverdiği oranda yansız ve
kusursuz bir çaba harcayarak, hareket ve dayanak noktası olabilecek olayları
saptamak gerekir. Bunun için mevcut düzenin, insanlar buna inansınlar
inanmasınlar, bunun ayrımında olsunlar olmasınlar, nesnel olarak dönüşmek
zorunda olduğu bir diğer düzenin kaçınılmazlığınıgösterir”4 der.
Louis
Bonaparte’ın Onsekizinci
Brumaire'i adlı kitabında
ise şunları söyler: “İnsanlar kendi tarihlerini kendileri yaparlar. Ama bunu
sırf kendi keyiflerine göre yapmazlar. Kendileri tarafından seçilen durumlarda
değil de, tümüyle geçmişten gelen, geçmişin belirlediği koşullar altında
yaparlar bunu...”5
Marks’ın sosyal olaylara bakışı budur. Bu bakışa
göre sosyalizm, isteme bağlı olarak kurulan ya da kurulamayan bir öznel seçim
sorunu değil; ekonomik, kültürel ve tarihi gelişmeye bağlı nesnel bir olgudur.
Maddi alt yapısı oluşmuş ise ancak gerçekleştirilebilecek bir toplumsal
düzendir.
Batı Toplumları ve Marks
Marks, inceleme ve çözümlemelerini gelişmiş
kapitalist ülkeler için yapmıştır. Marks’a göre bu ülkelerde üretim
toplumsallaşırken, üretim araçları üzerindeki mülkiyet özelliğini korumaktadır.
Uzlaşmaz nitelikteki bu çelişkinin olgunlaşması, üretimin toplumsal niteliğine
uygun olan toplumsal mülkiyeti getirecek, bu da sosyalist toplumun başlangıcı
olacaktır. Zorunlu Uygunluk Yasası adını verdiği bu belirlemenin,
sosyalizm için yüksek düzeyde gelişmiş kapitalizmi öngördüğünü açıklamıştır.
Bunun dışındaki öznel eğilimlere sürekli karşı çıkmış, bilim dışı önermelere, ütopik
sosyalizm, feodal sosyalizm ya da küçük burjuva sosyalizmi
diyerek alaya almıştır.
Marks, ekonomik ve toplumsal çözümlemelerinin batılı
ülkeler için geçerli olduğunu sıkça belirtmiş, toplumlara ve ülkelere yönelik
bilici (kahin) tavrıyla, “geleceğin aşçı dükkânları için tarifnameler”
düzenlememiştir.6 Ülkeleri özgün yapılarıyla incelemiş ve bunları
kuramın evrensel boyutuyla irdelemiştir. Bunu da en çok Rusya için yapmıştır.
Marks ve Rusya
Uzun yıllar “...
Bütün Avrupa gericiliğinin son büyük yedek gücü”7 olarak gördüğü Rusya’yı
incelemek ve yanlış anlamalara yol açmamak amacıyla, ilerlemiş yaşına karşın
Rusça öğrenmiştir. Kuramının, “Bir tarım ülkesi olan Rusya’ya doğrudan
doğruya uygulanmasının yanlışlıklardan başka bir sonuç vermeyeceğini”
sürekli yinelemiş ve Rusya hakkındaki düşüncelerini uzun araştırmalardan sonra
yazdığı iki mektupta toplamıştır.8
Marks, Rusya için dolaysız bir sosyalist devrimi
öngörmedi. Rusya’da yükselmeye başlayan devrimci siyasi savaşımın, toprak
sorununu çözecek bir demokratik devrimle sonuçlanabileceğini belirtti. Rusya
topraklarının önemli bölümünün tarihsel bir gelenek olarak köylülerin ortak
iyeliğinde (mülkiyetinde) bulunmasının ortaklaşacı (kolektivist) uygulamalar
için bir olanak yaratıp yaratmadığını araştırdı. Rus demokratik devrimiyle,
Batı’nın sosyalist devrimleri arasında dolaylı ilişkiler kurdu.
21 Ocak 1882’de Engels
ile birlikte kaleme aldığı ve Manifesto’nun 1890 Almanca baskısında yayınlanan önsözde şunlar
yazılıdır; “Rusya’da hızla gelişen kapitalist vurgunculuk ve daha yeni
gelişmeye başlayan burjuva toprak mülkiyetinin karşısında, toprakların yarıdan
çoğunun köylülerin ortak mülkiyetinde olduğunu görüyoruz. Şimdi soru şudur: Bir
hayli beli kırılmış olmakla birlikte yine de çok eski zamanların ortak toprak
mülkiyetinin bir biçimi olan Rus obchina’sından (köy topluluğu) doğruca
ileri komünist ortak mülkiyetine geçebilir mi? Yoksa o da önce Batı’nın tarihi
evrimi olan çözülme sürecinden mi geçmelidir? Bugün bu soruya verilecek tek
yanıt şudur: Eğer Rus devrimi Batıda bir proletaryası devrimini başlatmak
için işaret olurda, bu iki devrim birbirini tamamlarsa, bu günkü Rus ortak toprak mülkiyeti
komünist bir gelişim için hareket noktası yerine geçebilir”.9
Lenin ve “Nisan Tezleri”
Marks’ın görüşleri, Rusya’da kabul görmüş ve Rus
Marksistleri uzun yıllar, Sosyal Demokrat adıyla örgütlenmiş, demokratik
devrim programıyla savaşım vermiştir. 1917 yılında kendiliğinden ortaya çıkan
toplumsal patlama, iyi örgütlenmiş, halkın istemine uygun davranan bu partiye,
beklenmedik bir biçimde yönetime gelme olanağı vermiştir. Bu olanağın
kaçırılmasının aymazlık olacağına inanan Lenin, gerekçelerini Nisan
Tezleri adlı yazılarıyla açıklayarak, sosyalist devrim aşamasında
olduklarını ve ‘bütün iktidar’ın Sovyetlere’ devrilmesini istemiş ve
bunu kabul ettirmiştir.
Devrim’in sorunlarının
tümü, günün özel koşulları nedeniyle ortaya çıkan yönetim olanağını
değerlendirmeye indirgenmiş ve tek başına yönetime gelinmiştir. Bunu yaparken,
Rus Devrimi’yle ilgili Marks’ın ideolojik belirlemeleri, devrimin ilk
günlerinde savunulmuş ve Batı’da gelişecek bir sosyalist devrim beklenmiştir.
Lenin, 28 Eylül 1917 tarihinde kaleme aldığı Bolşevikler
İktidarı Almalı mıdırlar? başlıklı mektubunda; “İki başkentin
(Petersburg ve Moskova) işçi ve Asker Vekilleri Sovyetinde çoğunluğu
sağlayan bolşevikler iktidarı ele alabilirler ve almalıdırlar”10 demiştir. Bu önerisinin
önceki Marksist önermelere göre ideolojik konum ve şansının ne olacağını ise,
bir gün sonra 29 Eylül 1917’de yazdığı Rus Devrimi ve İç Savaş başlıklı
yazıda açıklamıştır. “Rus proletaryası, bir kere iktidarı eline geçirdikten
sonra, bütün iktidarı korumak ve Rusya’yı, devrimin Batı’daki zaferine kadar
götürmek şanslarına sahiptir”.11
Tek Ülkede Sosyalizm
Görüldüğü gibi Ekim
Devrimi’yle yönetim erkini
ele geçiren Bolşevikler, bunu yaparken, Batı’da bir sosyalist devrimin
gerçekleşeceğini ciddi olarak beklemiştir. Ele geçirdikleri erki, Batı’daki
devrimin gerçekleşmesine dek ayakta tutabileceklerini söylemişler ve o aşamada,
sosyalizmi Rusya’da tek başlarına kurma savında bulunmamışlardır. Lenin,
kendisini, demokratik devrim tamamlamadan aceleci davranarak sosyalist devrime
geçmeye çalışmakla suçlayan Kamanev’e verdiği yanıtta; “Bu yanlıştır.
Devrimimizin derhal sosyalist devrime dönüşmesine ‘bel bağlamak’ şöyle dursun,
böyle bir tutumdan kesin olarak kaçındım; 8. tezde kesin olarak şunu açıkladım:
‘önümüzdeki ilk görev, sosyalizmin getirilmesi değil (dir)...”12
Ancak, Batı’dan,
İtalya ve Macaristan’daki iki cılız ayaklanma, Almanya da Spartakistlerin
yenilgisinden başka bir haber gelmemiştir. Ele geçirilmiş olan siyasi erk
bırakılamayacağına göre, ‘tek ülkede sosyalizmin inşasının’
olabilirliğine kuramsal dayanaklar bulunmuş ve ‘Rusya’da sosyalizmin’
kurulmasına girişilmiştir.
Öznel Yanılgı
1917 Rusya’sında olup
bitenlere, 82 yıllık deneyimin, somut sonuçlarına bakıldığında, Marks’ın
Rusya’yla ilgili kuramsal belirlemelerinin geçerli olduğunu görmek ve söylemek
gerekiyor. Rusya’da Bolşeviklerin içine düştüğü yanlış, siyasi erki tek başlarına
üstlenmeleri değildi. Onların yanılgısı, önceden belirlenmesine ve son ana dek
kendilerince de kabul edilmesine karşın, kapitalist-emperyalizmin dünyayı ele
geçirdiği bir dönemde, geri bir köylü ülkesinde sosyalizmi kurmaya
girişmeleriydi. Yönetim erkinin verdiği siyasi gücü, toplumsal gerçekliğin ve
Marksist kuramın önüne geçirerek, öznelliğin yanıltıcı yoluna girmeleriydi.
Bu gün bunlar kolay
söylenebiliyor. Herkesin önünde elle tutulur, gözle görülür bir deney var. Rus
Devrimi’nin insanlığın gelişimine yaptığı en önemli katkı, belki de bu zengin
sosyal-tarihsel deneyimdir. Bu deneyi yaşamadan ve kendisi deney olan Sovyetler
Birliği’nin, uygulamadaki yanılgısını olağan karşılamak gerekiyor.
Sosyalizm mi, Demokratik Devrim mi?
Rusya’da devrimden
sonra gerçekleştirilen işler dev boyutludur. 22 milyon kilometrelik, onlarca
ulus, yüzlerce etnik yapıdan oluşan bu büyük ülke, çok kısa sürede bir sanayi
toplumu durumuna gelmiştir. Ancak, bu kapsamlı toplumsal ilerlemeye karşın
kurulan düzen, dışardan silahlı karışma olamadan kendiliğinden yıkılmıştır. Bu
sonuç nasıl açıklanabilir?
Sovyetler Birliği’nde
gelişme sağlayan uygulamaların tümü, demokratik devrimle ilgili olanlardır. Marks’ın
‘zorunlu uygunluk yasasına’ dayanılarak yapıldığı söylenen ortaklaşacı
uygulamalar, öznel zorlama ve hükümet desteklerine karşın başarılı olamadı. Bu
uygulamalar, Rusya’daki toplumsal gelişmenin araçları değil, engelleri oldu.
Bu anlamıyla
Sovyetler Birliği’nde, doğal gelişim düzeyine uygun düşen bir sosyalist
uygulama yapılamamıştır. Bu nedenle Sovyetler Birliği’nde ‘sosyalizmin
çöküşü’ gerçekte kurulmamış olan, Rusya’da o aşamada kurulması da olanaklı
olmayan ‘sosyalizmin çöküşü’ olmuştur.
Söz konusu çöküş nesnel nedenlere dayalı bir çöküştür. Bugün gelinen nokta,
tarihsel, sosyal ve ekonomik koşulların zorunlu sonucudur.
Yok Olmayan Çelişkiler
Stalin 2. Dünya Savaşı’ndan sonra yazdığı
yazılarda, küçük meta üretimi, kentle kır arasındaki karşıtlık, kafa
ve kol emeği arasındaki ayrım gibi, sosyalist kuramın, sosyalizmin
kurulmasında kilometre taşları olarak gördüğü çelişkilerin aşıldığını
açıklamıştır. 1 Şubat 1952’de yazdığı Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri
Birliği’nde Sosyalizmin Ekonomik Sorunları adlı yazıda bu konularda şöyle
söylemektedir: “Bizim meta üretimimiz gelişi güzel bir meta üretimi
değildir, kapitalisti bulunmayan, temelde devlet, kolhoz, kooperatifler gibi
ortak sosyalist üreticilerin malı olan işletmelerin üretimidir... Kuşkusuz
hiçbir biçimde kapitalist bir üretime dönüşmeyecek olan ve kendi ‘para
ekonomisi’ ile birlikte sosyalist üretimin gelişmesine ve pekişmesine yardımcı
olmak için kurulan bir meta üretimidir”.13
Günümüzdeki
gelişmeler, Sovyetler Birliği’ndeki meta üretiminin ‘hiçbir biçimde
kapitalist bir üretime dönüşmeyeceği’ savını çürütmüş durumda. Aynı yazıda Stalin
kent ile köy, kafa ile kol emeği arasındaki çelişkiler üzerine şunları
söylüyordu: “Eski zamanlardaki kuşkudan ve ister istemez köyün kente karşı
olan kininden bir iz kalmamış bulunması şaşılacak bir şey değildir. Kent ile
köy arasında, sanayi ile tarım arasındaki zıtlık şimdiki sosyalist rejimimiz
tarafından, tasfiye edilmiştir... Kafa ile kol emeği arasındaki çıkar zıtlığı
da sosyalist rejimimizde yok olmuştur. Şimdi kol emekçileri ve yönetim personeli
düşman değildirler, fakat üretimin gelişmesiyle ve iyileşmesiyle şiddetle
ilgilenen, arkadaşlar ve dostlar olarak, tek bir üretici topluluğun
üyesidirler. Eski zıtlıklardan iz kalmamıştır”.14
‘Üretimin
gelişmesiyle şiddetle ilgilenen’ bu dostlardan yönetici konumundaki ‘emekçiler’
bugün, devleti yağmalayıp ceplerine indirdikleri büyük servetle olağanüstü bir
varsıllık içinde yaşarken, kol emekçileri acı veren bir yoksulluk içindedir. Stalin’in
sözleri yalnızca söz olarak kalmıştır.
Sosyalizme Ulaşmak
Sosyalizme ulaşmak,
çok yönlü toplumsal gelişmeyi gerekli kılıyor. Toplumsal gelişimin durdurulması
olanaklı olmadığına göre; insanlar arasındaki eşitsizliği kaldırarak, gerçek
özgürlüğü ve sonsuz barışı sağlayacak ileri bir toplumsal düzene doğru gidilecektir.
Bu düzeni gerçekleştirecek olan siyasi eylem, toplumsal yapının doğal
gelişimiyle uyumlu olmak zorundadır. Sağlanacak uyum oranında, insanlar
arasındaki gerilimler azalacak ve ilerlemeye yönelik dönüşümler daha sancısız
gerçekleşecektir. Devrimci savaşımın başarısı, kendisine yaşam veren
gerçeklikle sağlayacağı bütünleşmeye bağlıdır. Toplumla yabancılaşan bir
siyasetin, söylemleri ne denli gösterişli olursa olsun başarılı olması
olanaksızdır.
Sosyalizmi kurmanın
ağır yüküne, ekonomik ve kültürel gelişimini üst düzeye çıkarmış varsıl ülkeler
ancak dayanabilir. O da en az birkaçı birlikte olarak. ‘Herkesten yeteneğine
göre’ alırken ‘herkese ihtiyacına göre’ dağıtmanın, büyük varsıllık
yaratacak bir üretim bolluğunun sağlanmasıyla olabileceği açıktır. Yaratılan
ekonomik varsıllığın yüksek nitelikli toplumsal kültüre ve ileri bir
demokrasiye ulaşmış olması da, ayrıca gerekmektedir. Bunlar sosyalizmin
kurulması için gerekli olan nesnel koşullardır. Bu koşullar yerine gelmeden,
kişi, küme, parti ve hatta sınıflar; ne denli özlem ve çaba içinde olurlarsa
olsunlar sosyalist toplumu kuramazlar.
1917 Devrimi’nin,
Rusya’yı yarı-sömürge ve yarı-feodal (kimi yörelerde feodalizm öncesi-göçebe)
bir konumdan, bir sanayi toplumu durumuna getirmiş olmasına karşın, sosyalizme
ulaştıramamış olmasının nedenlerini burada aramak gerekiyor. Adına sosyalist
devrim dense de, Rus Devrimi’nin kapsam ve içerik olarak ‘demokratik devrim’
niteliğini aşamadığı, bugün daha net olarak görülebilmektedir.
Atatürk'ün Yargısı
Rus
Devrimi’nin ortaya çıkardığı
politik eylemin ve bu eyleme bağlı olarak uygulanan toplumsal dönüşümlerin,
uzun süre ayakta kalamayacağını ve kendiliğinden yıkılabileceğini çok az insan
önceden görebilmiştir. Dost ya da düşman hemen herkesin genel kanısı; Rusya’da
kurulan yeni toplumsal düzenin, gelişen ve artan bir güçle bir dünya düzeni
olacağı yönündeydi. ‘Sosyalist’
düzenin tıkanacağı kimsenin aklına bile gelmiyordu.
Atatürk’ün Rus Devrimi ile ilgili
görüşlerinin, bugün artık dağılmış olan Sovyetler Birliği’nin durumu gözönüne
alındığında, insanı şaşırtan bir doğruluk taşıdığı görülmektedir. Atatürk,
hiçbir ideoloji, inanç, kültür ya da yönetime; öznel yargı ve isteme göre,
karşı ya da yandaş olmamıştır. Düşünce ve eylemine, nesnellik üzerinde yükselen
bilimsel yaklaşım egemendir. “Hedefe ulaşmak için izleyeceğimiz yolu
duygularımızla değil, aklımızla çizmeliyiz”15 ya da “Ben toplumu kendi kendime düşündüğüm, hayal
ettiğim, tasarladığım bir takım his ve düşüncelerin peşinde sürüklemek amacında
değilim. Allah beni böyle bir hatadan korusun”16 sözleri onun nesnelliğe verdiği önemi gösterir.
Atatürk, Sovyetler Birliği ile dostluk temelinde
gelişecek ilişkilere çok önem verir ancak Rusya’da kurulmakta olan yeni düzene
yönelik eleştiri ve önerilerini yapmaktan çekinmez. 31 Ekim 1920’de, Ali
Fuat Cebesoy’a çektiği şifreli telgrafta; “Komünizmin değil ülkemizde,
Rusya’da bile kabiliyet-i tatbikiyesi (uygulama olasılığı) henüz belli
değildir”17 der.
Toplumun ekonomik ve
toplumsal gelişim düzeyi gözününe alındığında, Sovyet modelinin, Rusya’da bile
yaşama şansının kuşkulu olduğu Mustafa Kemal tarafından sıradışı bir
öngörüşle o günlerde dile getirilmişti. Gücünü hızla arttıran ve dünya
düzeyinde büyük etki yaratan Sovyetler Birliği için bu saptamayı yapmak o
günlerde hiç kolay değildi: “Sovyetler Birliği’ndeki Bolşevik uygulama çıkar
bir sistem değildir. Onlar da gitgide bizim uygulamalarımıza doğru gelecektir”.18 Sovyetler Birliği’nin
kendiliğinden çöküşü ile bugünkü durumu gözönüne getirildiğinde, yapılan
saptamanın değeri daha iyi anlaşılacaktır.
DİPNOTLAR
1 “Kapital” Karl Marks, Birinci Cilt, Birinci Kitap, Sol Yay. sf.14
2 a.g.e. sf.47
3 “Kapital” Karl Marks, Birinci Cilt, Birinci Kitap, Odak Yay. sf.48
4 a.g.e. sf. 47
5 “Louıs Bonaparte’ın
Onsekizinci Brumaıre’i” Karl Marks, Köz Yay., 1975 sf.13
6 a.g.e. sf.45
7 “Manifesto” Karl
Marks-Friedrich Engels, Öncü Kitabevi, Yay.
sf.10
8 “Türkiye Üzerine” Karl
Marks, Gerçek Yay.
sf.10-11
9 “Manifesto” Karl
Marks-Friedrich Engels, Öncü Kitabevi,
sf.24
10 “Nisan Tezleri ve Ekim
Devrimi” V.İ.Lenin, Sol Yayınları,
sf.153
11 a.g.e. sf.187
12 a.g.e. sf.31
13 “Son Yazılar 1950-1953”
J.Stalin, Sol Yayınları,
sf.108
14 a.g.e. sf.117-118
15 “Mustafa Kemal, Eskişehir-İzmit
Konuşmaları-1923” Kaynak Yay. 1993,
sf.77
16 “Gazi Mustafa Kemal
Atatürk’ün 1923 Eskişehir-İzmit Konuşmaları” Arı İnan 1982, Türk Tarih Kurumu Yayınları
17 “Atatürk’ün Söylev ve
Demeçleri” 4. Cilt sf. 360; ak.
Doğan Avcıoğlu “Milli Kurtuluş Tarihi” 2. Cilt sf.711
18 “Atatürkçülük Nedir?”
F.Rıfkı Atay BETAŞ A.Ş. İstanbul
1980, sf.39
Emeğinize sağlık. Faydalandım.
YanıtlaSilSosyalizmin için sanayisi gelişmiş ülke olması gerekiyor, anladıgim kadarıyla. Atatürk ülke yönetimi sadece sınıf üzerinden olamayacağını ve kabul edilemez olduğunu söylediğini okumuştum.
YanıtlaSil