Anayasa değişikliğine oy veren milletvekilleri, TBMM’nin yetkilerini
denetimsiz olarak partili bir başkana veriyor.
Bunu yaparken, içinde bulundukları Meclis’i olduğu kadar partilerini de
işlevsiz kılıyorlar. Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Gazi Meclis, “partili
başkanın” isteklerini yerine getiren basit bir aracı; iktidar partisi ise
buyrukları uygulayan bir tür şirket haline geliyor. Türk yönetim geleneklerine
ters bu durum, küreselleşmeci ideologların yıllardır açıkladıkları siyasi bir
hedefti. Bunların en ünlülerinden John
Naisbitt, bu hedefi şöyle açıklıyordu: “Demokrasinin
evriminde temsili demokrasi dediğimiz dönemin sonuna geliyoruz. Temsili
demokrasi ve ölçek ekonomisi çağdışı kaldı. Artık tüketici odaklı serbest
piyasa demokrasisine ve doğrudan yönetim biçimine geçiyoruz... Evrenselleştikçe
küçülüyor ve kabileselleşiyoruz. Yeni liderler, devletler arasındaki değil
bireyler ve şirketler arasındaki stratejik ittifakları kolaylaştıracaktır.
Siyasi partiler öldü. Liderler bunu fark etmiyor mu?”y
Çok Particilik
Türkiye, çok partiye dayalı Batı kaynaklı
parlamentarizmle 1946 yılında tanıştı. ABD, çok partili parlamentoculuğu,
Birleşmiş Milletler’e katılmanın koşulu yapmış; Rusya, Çin ve sosyalist ülkeler
bu koşula bakılmaksızın üye yapılırken, Türkiye’ye farklı davranılmıştı.
Dayatılan biçiminin, Türkiye’nin yönetim geleneğine,
sınıfsal yapısına ve toplumsal koşullarına uyumsuz olduğunu biliyorlardı.
Sovyetler Birliği’ne karşı yürüttükleri kuşatma politikasında, Türkiye’ye
gereksinimleri vardı. Bu nedenle Türkiye’yi denetim altına almaları
gerekiyordu. Bunun en kolay yolu, yönetim yapısını bozmak ve devleti
güçsüzleştirmekti.
Nitekim öyle oldu. Türk siyaseti, 1946’dan günümüze dek
geçen 70 yıl Washington’a bağımlı kaldı, ülkesine ve halkına yabancılaştı.
Amerikalılar 1950’lerde, “Türkiye’de iktidar da muhalefette bizden olacak” diyordu.
Bunu sağladılar. ABD, Türkiye’yi dolaylı olarak yönetti ya da başka bir
deyişle, Türkiye ABD’nin istediği gibi yönetildi. Bu durum, Kurtuluş Savaşı’nda reddedilen mandanın güncelleşmiş yeni biçimiydi.
Türkiye’de
Partiler
Çok partililik ve demokrasi adına yaygınlaştırılan
uygulamalar, Cumhuriyet’in güçlükle kurup geliştirdiği yönetim düzenine büyük
zarar verdi. 1924 ve 1930’da, Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası ve Serbest
Fırka’yla ortaya çıkan
karşıtçılık, Atatürk’ün kararlı
tavrıyla önlendi. Ancak karşı devrim, 1946’dan sonra içinde özgürce hareket
edebileceği geniş bir alan buldu ve çok particilik uygulamaları içinde
gelişip güçlendi.
Türkiye’de partiler, halkın ve
ülkenin sorularını çözmek için temsilcilerini gönderdiği demokratik kurumlar
olamadı. Olması da olanaklı değildi. Toplumsal yapıya uyumsuzdular. Batı’daki
sınıflar Türkiye’de oluşmadığı için sınıfsal temelden yoksun devşirme
kurumlardı. Ulusal çıkarları savunmadılar. Birbirleriyle yarışıyor göründüler
ancak yönetime geldiklerinde Batı’ya bağlı politikalar uyguladılar.
Türkiye’nin sorunlarını çözmek bir
yana yeni sorunlar yarattılar. Çıkar sağlamanın araçları haline geldiler.
Yurtseverleri ve halk önderlerini içlerine almadılar, onların meclise girmesini
önlediler. Kişi egemenliğini kabullendiler. Halkı, genel başkanların
belirlediği kişilere oy vermekten başka birşey yapamaz duruma düşürdüler.
Tek Partililik
Fransız toplum bilimci Maurice Duverger, Siyasi Partiler adlı kitabında tek
partili siyasi sistemleri de inceler ve incelemesinde Atatürk dönemi Cumhuriyet
Halk Partisi’ne özel önem verir. Duverger
söz konusu kitapta, “Ne tüm tek partiler
totaliterdir, ne de tüm totaliter partiler tek partidir” diyerek tek
partilerin de demokratik olabileceğini kabul eder.
Duverger, kabulünü kanıtlayacak örnek olarak,
1923’te Türkiye’de kurulmuş olan Cumhuriyet Halk Partisi’ni gösterir. Bu
partinin, “dini siyasetten ayıran
(anti-klerikal) akılcı tutumuyla çoğulculuğu temel alan bir anlayışa bağlı
kalarak, tek partiyle çok partililiği amaçlayan bir politika yürüttüğünü” söyler.
Ona göre “tek partiye dayanan
faşist rejimlerde rastlanan otorite savunuculuğunun yerini, Kemalist Türkiye’de
demokrasi savunuculuğu” almıştır. Duverger
CHP ile ilgili olarak şunları söyler: “Bazı
tek partiler, gerek felsefeleri ve gerekse yapıları bakımından gerçek anlamda
totaliter değildir. Bunun en iyi örneğini, 1923’ten 1946’ya kadar Türkiye’de
tek parti olarak faaliyet göstermiş bulunan Cumhuriyet Halk Partisi
sağlamaktadır. Bu partinin başta gelen özelliği, demokratik ideolojisidir...”1
Sandık Demokrasisi
Seçimler ve meclislerle halkın kendisini yönetecek
kişileri belirlemesine, bugün demokrasi deniyor. Oy ve sandık kutsanıyor ve yönetimin bu
araçlarla oluşturulması çağdaşlık sayılıyor. Doğru gibi görünen ancak biraz
düşünüp yaşananlara bakınca, bunda bir çarpıklık olduğu görülüyor. Türkiye’de;
Meclis’in oluşumu, seçim yasaları, barajlar, dağıtılan paketler, din ticareti,
para ve medya kullanımına bakınca; oluşturulan siyasi düzenin, seçilecekleri
değil seçilemeyecekleri belirleyen bir kurmaca olduğu ortaya çıkar.
Bu denli ilkel olmasa da “demokrasinin” çıkış yeri Batı’da da durum ayrımlı değil. Yönetimi
orada da, halk değil, rejimle uyumlu iki partiden oluşan parlamentolar
aracılığıyla egemenler belirliyor.
Birinci Meclis
Kurtuluş Savaşı’nı zaferle sonuçlandıran
Birinci Meclis, bir Batı parlamentarizmi ya
da ona benzemeğe çalışan ve sınıfsal üstünlüklere dayanan göstermelik bir kurum
değildi. Ortaya çıkışını, niteliğini ve amaçlarını; toplum üzerinde egemenlik
kuran sınıflar ittifakının temsilcileri değil, doğrudan ve gerçek anlamda
halkın temsilcileri belirliyordu.
Milletvekilleri; kılıkları, giysileri,
yaşları, kültürleri, düşünsel düzeyleri ve görgüleriyle, başka başka ve çok
değişik çevrelerin insanlarıydılar. Beyaz sarıklı, aksakallı, cüppeli, eli
tesbihli hocalarla, üniformalı genç subaylar; yazma ya da şal sarıklı aşiret
beyleri, külahlı ağalar ve kavuklu çelebiler; Avrupa’daki yüksek öğrenimlerini
bitirip yeni dönmüş, Batı kültürüyle yetişmiş nokta bıyıklı aydınlar; Kuvayı
Milliye kalpaklı yurtsever gençler yan yana oturuyordu.
Özveri
Girişimi
Meclis’e katılarak girişilecek eylem, kişisel
çıkar sağlanacak bir uğraş değil, ölümü ve yargılanmayı göze alan ve yalnızca
ulusal varlığını korumayı amaçlayan bir özveri girişimiydi. Batı parlamentoları
gibi ayrıcalıklı sınıfların çıkarlarını değil, doğrudan halkın ve ulusun
haklarını savunuyordu. Bu meclis, geldikleri yörede sayılıp sevilen ve
varlıklarını toplumun geleceğine adamış önder konumdaki kişilerin, yurt
savunması için oluşturduğu bir halk meclisiydi. Batı parlamentolarına değil,
Göktürk toylarına benziyordu. Türklere özgüydü.
Günümüzdeki Meclis
Meclis bugün, Kurtuluş Savaşı’nı ve devrimleri yapan meclisten çok başka bir
yerdedir. Serbest seçimlerle belirlendiği ve çok partiden oluştuğu söylenen
meclisin, halkı ve milli iradeyi temsil
ettiği ileri sürülmektedir. Bu doğru değildir. Türkiye’de geçerli olan siyasi
düzen, tutuculuğun belirleyici olduğu bir tür tek parti düzenidir. Her partinin
adı, genel merkezi, genel başkanı başkadır. Ancak, bunlardan baraj geçip Meclis’e girenlerin tümü,
hükümet kurduklarında dışarıyla uyumlu benzer politikalar yürütmektedir.
İç-dış
ilişkiler ağının açık ya da dolaylı desteğiyle bulunduğu yere gelen parti
başkanı, tek belirleyicidir. Partinin
milletvekili adaylarını o belirler. Bunu yaparken, kendisini bulunduğu yere
getiren güçlerin önceliklerine uygun bir kadroyu seçer. Böylece yasama gücünü
temsil eden milletvekillerini gerçekte halk değil, parti başkanları belirlemiş
olur. Bu nedenle, meclis, halkı ve milli
iradeyi değil, parti başkanlarını temsil eder. Halkın değil onların
isteklerini yerine getirir. Meclis’in bugünkü hali, bu durumun kanıtıdır.
Anayasa değişikliklerini kabul eden
bugünkü meclis, 1920 Meclisi’nin ölçütleriyle kıyaslanırsa gerçekte bir halk
meclisi olmadığı görülecektir. 97 yıl önce, halkı temsil eden ve ulusal varlığı
korumak için savaşan meclisin bugün geldiği yer, varlığını sonlandırıp kişi
yönetimini kabul eden kendini inkar noktasıdır. TBMM intihar etmektedir ve
bunun dünya siyasi tarihinde örneği yoktur.
Yönetim Bunalımı
Gelinen nokta, çok
particilikle başlayan siyasi bozulma ve dışa bağlanma sürecinin doğal
sonucudur. Meclisi oluşturan milletvekilleri, halka ve ulusa değil, kendilerini
oraya getiren parti liderine karşı sorumlu görmektedir; onun isteklerini yerine
getirmektedir.
Türkiye, son değişiklerle, küresel
kaosun girdabı bol bulanık sularında, rotasız ve korumasız, karanlık bir
geleceğe sürüklenmiştir. Siyaset olarak ileri sürülen karmaşa; medya desteği,
hazine yardımları ve inanç sömürüsüyle, halkı acı çekeceği sıkıntılı bir ortama
götürmektedir. Yaşanmakta olan bu süreç, Batı’ya öykünerek getirilen ve çok
particiliğe dayanan parlamentarizmin çöküş sürecidir. Yerine konan ise,
Türk yönetim geleneklerine uyumlu çağdaş ve katılımcı bir yönetim düzeni değil,
küresel karmaşanın öngördüğü “tüketici odaklı doğrudan yönetim” biçimine
geçiştir.
Çıkış Yolu
Çıkış yolu vardır ve bu çıkış,
zengin birikimiyle Kurtuluş Savaşı ve Birinci Meclis’in devrimci ruhunda
bulunmaktadır. Bu günkü olumsuz durum kalıcı olamaz. Çünkü yanlıştır; ulusun
çıkarlarıyla uyumlu değildir. Türk halkı, önderlerini içinden çıkaracak ve kendi
gücüne dayanarak ulusal birliği sağlayacaktır. Tehlikede olan ulusal
varlıktır ve her varlık gibi kendisini koruyacaktır. Çıkış yolu, Türk tarihinin
zengin birikiminde bulunmaktadır ve bu birikim etkisini er ya da geç gösterecek;
kurtuluşa giden yolu bulacaktır.
DİPNOTLAR
y “Global Paradoks” John Naisbitt,
Sabah Kit., 1994 sf. 24
1 “Siyasi Partiler”, Maurice Duverger, Bilgi Yay., 2.Bas.. 1974,
sf.358–359
Güzel olan herşeyin öncesinde,ödenen,bedel,vardır. Birgün herşey güzel olacak ama bedeli ödendikten sonra..bugün daha kötü olan demek, yarın bedeli daha ağır olacak denektir ..
YanıtlaSil