Türkiye’de
bugün yaygın ve yoğun bir kimliksizleşme yaşanıyor. Yetki ve güç sahipleri,
varsıl işbirlikçiler, sanatçı görünümlü çıkarcılar; aynı yerden buyruk
almışçasına, ülkeyi ayakta tutan değerlere sınır tanımaksızın saldırıyor. Bu
tutum, kalıcılığı olan politik işleyiş durumuna getiriliyor. Yozlaşma ve
yabancılaşmanın geçerliliği olan bir istem durumuna getirilmesinin
kuşkusuz bir nedeni vardır. Yaşananlar, tarihte kayıtlı süreçler toplamı ve bu
toplamın günümüzdeki uygulamalarında saklıdır. Dışa bağlanmanın ve kendine
yabancılaşmanın yaygınlığına yanıt arayan her çaba, ister istemez Osmanlı
devşirmeciliğine ve onun yarattığı kapıkulu çıkarcılığına gidecektir.
“İkiyüz Bin Hain”
Günümüz Türkiyesi’nde, politikacılar başta olmak üzere
kimi üst düzey kamu yöneticileri, iş adamları, gazeteciler, akademisyenler, sanatçılar
ve aydınlar arasında, yoğun bir yozlaşma ve yabancılaşma yaşanmaktadır.
Ülkenin ve ulusun çıkarları yönünde değil de, ilişki içinde oldukları küresel
güç merkezlerinin istekleri yönünde davranan, sayıları az etkileri çok bu
insanlar; ele geçirmiş oldukları siyasi ve akçeli gücü, iletişim olanaklarıyla
birleştirerek, ülke ve ulus karşıtı eylemler içine girmektedirler. Eski
bakanlardan Kamran İnan, bu olgu için olacak; “Türkiye’de 200 bin
hain var” diyebilmiştir.1
Kamran İnan’ın bu sayıyı nasıl saptadığı bilinmez ancak Türkiye’de hainliğin ve
bu yolu açan yabancılaşmanın yoğun olduğu, herkesin gördüğü bir
gerçektir. Tarihinde, ülke ve devlete bağlılığa özel önem verilen bir ülkede,
bu denli yoğun bir yabancılaşma yaşanması ilginç bir durumdur.
Birbiriyle uzlaşması olanaksız olan bu iki eğilim, yani ülkeye ve devlete
bağlılıkla dışa hizmet, nasıl oluyor da, Türkiye gibi bir ülkede bu denli
yaygın olabiliyor? Bağımsızlığına ve değerlerine bu denli düşkün bir ulus,
içinde bu kadar çok haini nasıl barındırabiliyor? Toplumun özyapısı ve
tarihiyle çelişen bu kaba gerçek, neyle açıklanabilir?
Tarihe Bakış
Savaş tutsakları ile kölelerin, ekonomik ya da askeri
amaçla kullanılması, değişik yöntem ve oranlarda hemen tüm toplum biçimlerinde
görülür. Antik Çağ Grek devletleri ve Roma İmparatorluğu, köleciliği bir
üretim biçimi durumuna getirdi ve Batı’da kölecilik değişik biçimlerle 20.yüzyıla
dek geldi. Türk toplumları, bu biçimde bir kölecilik yaşamadı. Osmanlı
İmparatorluğu çok başka bir yöntem geliştirdi.
Osmanlı
İmparatorluğu’nda devlete gerekli insan gereksinimi çok başka biçimde
karşılandı. Fethedilen yerlerden toplanan seçilmiş genç insanlar, Osmanlı
nizamına uygun olarak yetiştirilerek toplumun iç unsuru durumuna
getirilip yönetici yapıldı. Osmanlılar bunlara devşirme adını verdi. Bu
yöntem, Atina ve Roma köleciliğinden çok daha başkaydı. Daha
insancıldı ancak bu insancıllık, Osmanlı Devleti’ne ve onun Türk uyruklularına
yararından çok zarar verecekti.
Devşirmeler
Osmanlı Devleti’nin ilk dönemlerinde, savaş tutsaklarının
beşte biri, orduda kullanılmak üzere padişaha yani devlete ayrılıyor ve bu
işleyişe pençik vergilendirmesi deniliyordu. Önceki İslam devletlerinde;
gulam, kul ya da memluk sözcükleriyle tanımlanan bu
uygulama, Anadolu Türk beylikleri döneminde geliştirilmiş, Osmanlı Padişahı I.Murat
döneminde (1360-1389) kurumsallaştırılarak daha kapsamlı duruma
getirilmişti. Devşirme düzeni bu
sürecin ürünüdür.
Padişah buyruğuna
(fermana) dayanan toplama (devşirme) kurulları birkaç yıl arayla
Balkanlar’da değişik bölgeleri dolaşır, kent ya da köylerde, hane sayısının
kırkta biri oranında genç toplardı. Genellikle 14-18 yaş kümesi içinde
kalan, sağlam vücutlu, akıllı Hıristiyan çocuklar seçilir ve eğitilmek
üzere İstanbul’a götürülürdü. Kurul üyeleri, köy ya da semt papazının eşliğinde, kilise vaftiz
defterinden gençlerin özelliklerini saptar ve aile başına bir kişiyi
geçmemek koşuluyla seçim yapardı. Devşirilenlerin özellikleri bir
deftere yazılır ve halktan, devşirilen her genç için, yol ve giyim
giderlerini karşılamak amacıyla 600 akçe para toplanırdı. Bu paraya kul
akçesi denirdi. Devşirilenler 100-200 kişilik kümeler biçiminde, sürücü
adı verilen yetkililere teslim edilerek yola çıkılırdı.2
Devşirme Ayrıcalığı
Hıristiyan aileler
toplama kurullarına devşirme listesi sunan papazlara, kendi
çocuklarını listeye alması için baskı yaparlar, armağanlar verirlerdi.
Devşirme olarak seçilen her çocuk, ailesi için başa konan bir talih
kuşu, bir umut kaynağıdır. “Beslenmesi gereken bir boğazın eksilmesi”3
bir yana, asıl önemli olan bu boğazın dünyanın en büyük
devletinin askeri ya da idari kademelerinde yükselerek kendilerine ilerde “nimetler
sunma” olasılığıdır.
Devşirme
seçilmek, günümüzde herkesin büyük bir istekle peşinden koştuğu, ABD vatandaşı
olmaktan çok daha önemli bir şeydi. Nitekim, büyük askeri seferler sırasında,
sınır boylarına doğru ilerleyen ordunun, devşirme kökenli
başkomutanları; doğdukları köye uğrayarak anne-babalarının “gönlünü
yüceltmek”, onlara “bağışta bulunmak” için ordunun yolunu
değiştirdiği çok görülmüştür.4
Eğitim
İstanbul’a gelen devşirmeler, burada Yeniçeri
ağası ve hekimler tarafından gözden geçirilerek sünnet ettirilir ve Kelime-i
Şahadet getirtilerek Müslüman yapılırlardı. İçlerinde yakışıklı, zeki ve
becerikli olanlar, padişaha, yönetimde ve özel işlerinde hizmet vermek
üzere seçilirlerdi. Bunlara içoğlanı denir ve özel olarak
yetiştirilirlerdi.
Osmanlı padişahları, başlangıçta, yönetimlerini korumak
için gereksinim duydukları insan kaynağının önemli bir bölümünü devşirmelerle
karşıladı. Kısa dönemde gereksinim karşılanmış gibi göründü. Asker ya da
sivil görevliler (kapıkulları), kesin bağlılık ilişkisiyle padişaha, paralı
asker sıkıdüzeniyle (disipliniyle) bağlanmıştı.
Devşirmeler,
süreç içinde ordunun (Yeniçeri) ve yönetici sınıfın (rical-i devlet) tümünü
kapsayan bir yaygınlığa ulaşmış; yönetim, bunlar aracılığıyla padişahın mutlak
egemenliği üzerine oturtulmuştu; sistemin tümü bir tek kişinin (padişahın)
yararına işliyordu. Ancak, bu düzenin gerçek işleyişinin ne olduğu, neye hizmet
ettiği biraz karışıktı.
Devşirmelerin Gücü
Padişahlar, hizmetine aldığı devşirme unsurunu o
denli büyütüp geliştirmişti ki, devlet düzeninin gerçekten padişahtan yana mı,
yoksa “emri altındaki” devşirmelerden yana mı işlediği, giderek
belirsizleşmeye başlamıştı. Örneğin, başlangıçta “sarayın uysal bir aleti” olan
yeniçeriler, kısa bir süre içinde, saray üzerinde güçlü bir baskı
kurmuşlardı. 15.Yüzyıl bitmeden, yani kuruluşlarından henüz yüz yıl bile
geçmeden; “Sadrazam öldürüyor, saltanat kavgalarına karışıyor, taht alıp
taht veriyorlardı”.5
Görünüşte
devlete yüksek hizmetler veriyorlardı; padişahın sadık kullarıydılar;
onun her isteğini yerine getiriyorlardı... Ancak, 14-18 yaşında zorla Müslüman
yapılan bu insanların, geçmişlerini unutmaları, ondan tümüyle kopmaları
olanaksızdı. Ne tam Müslüman oldular, ne de Hıristiyan kaldılar; ne etnik kökenlerini
unuttular, ne de yeni kimliklerini benimsediler. Ne olduğunu bilmeyen ya da ne
olmadığını bilen, kişiliksiz ve güvenilmez bir insan türü olarak, devlet
politikalarına yön verdiler. İmparatorluğu çöküşe götüren nedenlerden biri
durumuna geldiler. Hiçbir erdeme sahip değildiler ancak ilke durumuna
getirdikleri bir tutumları vardı: Türklere ve Türklüğe karşı nefret duyuyor ve
devlet politikalarıyla örtüşen bu nefreti, genel bir tutum durumuna
getiriyorlardı.
Köksükleştirirken Köksüzleşmek
Devşirmelerle yaratılan
örgütlü güç, başlangıçta devlet yararına, birçok alanda kullanıldı. Devletin ve
ordunun sürekli geliştiği ilk dönemlerde, ilerde sorun yaratabileceği
düşünülmemiş, tersine sorunları giderecek bir güç olarak görülmüştü. Toplumsal
kimliği korumaya dayanan, binlerce yıllık devlet gelenekleri bırakılmış, Türk
unsurların karşı çıkmasına karşın devletin merkezi; Rum, Sırp, Hırvat ya da
Ermeni Hıristiyanlara, üstelik yoğun biçimde açılmıştı.
Osmanlı devşirmeciliği,
köleleri yabancı unsur olarak yönetim dışı işlerde kullanan Roma
köleciliğinden ayrımlı olarak, devşirmeleri yani yabancı insanlar
topluluğunu, köksüzleştirdiğini sanarak içsel bir güç durumuna
getirmişti. Köksüzleştirirken köksüzleşen bu düzen, aslında kendini
yıkacak bir güç yaratıyordu.
Devşirmenin Niteliği
Devşirmeler, kökü silinmek istenen türedi bir
kuşaktı. Görünüşte; ailesini, soyunu sopunu yadsımış, belleği ve kimliği yok
edilmişti. Yalnızca Osmanlıydı. O bir ailenin bireyi değil, padişahın kuluydu;
bir insan değil, adeta bir makineydi.6
Bilinçli izlencelerle (programlarla) kişiliksizleştirilen
devşirmeler, bu niteliklerine karşın; yüksek yönetim yetkileri, dolgun
ücret, siyasi ve idari ayrıcalıklarla donatılmışlar ve devleti yöneten yerlere
getirilmişlerdi. Ancak, can ve mal güvenliğinden yoksun biçimde yaşıyorlardı.
Bu konumlarıyla üst düzey devşirmeler, sürekli ölüm korkusu içinde
yaşayan ruh hastası durumundaydı.
Devşirmeler, gerçek görüşlerini hiçbir zaman açıklamazdı; yalancı ve
ikiyüzlüydüler. Peşinde koştukları tek değer, para ve yönetim gücüydü. Osmanlı
Devletine gizliliği, ihanet ve entrikayı bunlar yerleştirmiş; rüşvet, vurgunculuk
(ihtikâr), karaborsa, yasadışı gelir (ihtilas), ve adam
kayırma’yı (iltimas) neredeyse yasal duruma bunlar getirmişti.
Yeniliğe ve devlete karşı ayaklanmayı, hak olarak görürlerdi. 1550’den
sonra, yeniçerilerin evlenmesine izin verilince, çocukları Acemi
Ocağı’na öncelikli olarak
alınmış, devşirmecilik babadan oğula geçen ayrıcalıklı bir meslek
durumuna gelmişti.
Rüşvet ve Entrika
Hangi kesimden gelirse gelsin, devşirmelerin tümünün
ortak özelliği, boğazlarına dek rüşvet ve entrikaya batmış olmaları ve
Türk uyruklara duydukları düşmanlıktı. Rüşvet ve vurgunculuk yoluyla o denli
büyük bir servet ediniyorlardı ki; halk “simyanın (her madeni altına
çeviren gizil güç y.n.) sırrına erdiklerini” söyleyerek bunlarla alay
ediyor, tepki gösteriyordu.7
Devşirmelerin rüşvetçiliği,
zaman içinde, tehlikeli bir boyuta ulaşmış ve ülke çıkarlarını yabancılara
satma noktasına varmıştı. Yönetimde elde ettikleri yüksek yetkiler, onlara bu
tür girişimler için geniş bir alan yaratıyordu. Elde ettikleri yetkiyi
kullanarak, “baştan aşağı bir yağma, çapul ve servetlere elkoyma”8 uzmanı
olmuşlardı.
Devşirmeler, nitelikleri gereği tüketici bir topluluktu. Roma soyluları gibi,
üretimle uğraşmayı ayak takımının yaptığı onursuz bir iş olarak
görürlerdi. Kılıç ve kahramanlık söylemleriyle yağma, bu
olmadığında entrika ve yalan dolana dayalı vurgunculukla geçinirlerdi.
“İş bilenin kılıç kullananın” özdeyişi, Türkçe’ye bunların yerleştirdiği
bir sözdü.9
Devşirmeler ve Türk Düşmanlığı
Devşirme etkinliği, Fatih döneminde başlatılan
devlet yönetimini Türkler’den ayıklama (tasfiye) eylemi ve I.Selim
(Yavuz) (1512-1520) döneminde halk üzerinde şiddetli bir baskıyla bir felaket
halini aldı. Devşirme yozlaşmasına Yavuz’un getirip devlet
politikasına yerleştirdiği Arapçılık eklendi. İmparatorluğun yükünü
çeken, sorunlarıyla ilgilenilmeyen, bu nedenle ayaklanan ve toplu olarak
öldürülen Anadolu Türkmenleri, o denli baskı alındılar ki kaçacak, sığınacak
yer arar duruma geldi. Şii inancını Osmanlı Devleti’ne karşı, ideolojik yaymaca
aracı olarak başarıyla kullanan ve kendisi de Türk olan Safevi Hükümdarı Şah
İsmail’in (1487-1524) çağrısına uyarak, kitleler halinde İran’a göç
ettiler.
Yürütülen
sistemli şiddet ve baskıyla, öldürülen ya da göç ettirilen Oğuz halkı, Prof.Fuat
Köprülü’nün tanımıyla “Anadolu Türklüğü’nün en temiz, en canlı unsurunu
oluşturuyordu”.10 Yerlerinden yurtlarından edilen bu halk,
gözden uzak yerlerde yoksulluk içinde yaşadı. Çok zorda kaldığında, çalışıp
para kazanmak için İstanbul’a çalışmaya gittiğinde, orada kendisini bekleyen
hor görülme ve aşağılamaydı. En şanslıları, saraylarda ya da varsıl evlerde aşçılık,
çöpçülük gibi işlerde çalışırdı. Çalıştığı yerde, “Türklüğünü
söylemeye cesaret edemez”, kapıkulu yalılarında “Türk aile ve tarihine
düşmanlıkta uzmanlaşmış” davranışlarla karşılaşırdı.11
Türkler; Kendi Ülkesinde Tutsak
Türkler’e karşı olumsuz bakış, devşirme düzeninin
daha ilk döneminde, çok açık biçimde ortaya konmuştu. II.Murat döneminde
başlatılan, Fatih Kanunnamesi ile yasalaştırılan uygulamalarla Türkler,
kendi ülkelerinde Hıristiyan ya da Musevi azınlıklar kadar bile hakkı olmayan, ikinci
sınıf uyruk durumuna getirilmişti. Yönetim organlarında görev alıp yükselmek
bir yana, etkili devlet kurumlarına ve bu kurumlara yönetici yetiştiren
okullara giremiyordu.
Sadrazamı, padişahtan sonra devleti temsil edecek en
yetkili kişi (naip) yapan Fatih Kanunnamesi, devlete asker ve sivil
yönetici yetiştiren ve yüksek nitelikli eğitim veren devşirme okullarına
alınmayacak olanları şöyle sıralıyordu: “Yahudiler, Müslümanlar, çobanlar,
sığırtmaçlar, doğuştan sünnetli olanlar, çok uzun ya da kısa boylu olanlar,
Türkçe bilenler, köseler, keller, Gürcüler, Çingeneler, Kürtler ve Türkler”.12
Fatih
Kanunnamesi’nden sonraki 70 yıl içinde naib yetkisiyle devlete
sadrazam olan 48 kişiden yalnızca 5’i Türk kökenlidir; bunlar da
devşirme anlayışıyla yetişmiş aslını yadsıyan (inkar eden) insanlardır.
Geri kalan 43 sadrazamdan; 11’i Slav, 11’i Arnavut, 7’si Rum, 5’i Ermeni, 4’ü
Çerkez, 3’ü Gürcü, 1’i İtalyan kökenliydi.13
Türk Unsurlar Devlet Yönetiminden Uzaklaştırılıyor
Türk unsurların devlet yönetiminden uzaklaştırılmasına
yönelen en etkili uygulama, II.Mehmet’in (Fatih) Çandarlı Halil Paşa’yı öldürtmesidir. Anadolu ahi şeyhlerinden Çandarlı
Ali’nin kurduğu bu aile, Osmanlı Devleti’nin kuruluşundan Fatih dönemine
dek, çok etkin görevlerde bulunmuş ve eski Türk yönetim geleneğinin devletteki
simgesi durumuna gelmişti. Halil Paşa,
1429’dan 1453’e dek, aralıksız 24 yıl sadrazamlık yapmıştı.
II.Murat’tan sonra güçlenmeye başlayan devşirmeler, Halil Paşa’nın kişiliğinde devletin kilit
görevlerini elinde bulunduran eski Türk soylularına karşı, şehzadeliği
döneminden beri Fatih’i etkilemişler ve Çandarlı’yı kendilerine
özgü entrika yöntemleriyle idam ettirmişlerdi. Bu idam, yalnızca Çandarlı
Ailesi’nin değil, Türk devlet
geleneklerinin de Osmanlı yönetim sisteminden uzaklaştırılmasıyla
sonuçlanmıştır.
Devşirmeler ve İşbirlikçilik
Devşirmeler, Türk karşıtı
her olay ve düşüncede hemen bir araya gelirdi. Bir araya gelişin, toplumsal ve
ekonomik dayanakları vardı ve bu dayanaklar; eskiden gelen, bugün de süren
çıkar ilişkileriydi. Yasa dışı yollarla edinilen servetin korunması ve
yenilerinin edinilmesi için, ülke içindeki güç yeterli olmazsa, dış destek
arayışı içine girilirdi. Bu nedenle ülke değerlerini dışarıya devretme eğilimi,
bu arayışa bağlı olarak devşirmelerde her zaman vardı.
Devşirmeler, gereksinim duydukları mal ve can
güvenliğine kavuşmak için, yabancılarla bütünleşmekten çekinmediler ve ülke
kaynaklarını yağmalamaya gelen Avrupalı devletlerin işbirlikçileri oldular.
Tanzimatçılık, mandacılık ya da günümüzdeki Avrupacılık ve
Arapçılık işbirlikçi anlayışın değişik biçimleridir.
Devşirme
işbirlikçiliğini ortaya koyan çok sayıda belge vardır. Bunlardan çarpıcı
olanlarından biri Fransa’nın İstanbul Büyükelçisi De Germigny’nin, 1580
yılında Paris’e gönderdiği yazanaktır (rapordur). Bu yazanakta şunlar
söylenmektedir: “Mümkünse şöyle davranılmalıdır; Kral, Yeniçeri Ağası
İbrahim Paşa’ya ve Padişah’ın donanma komutanı Kaptan-ı Derya İbrahim Paşa’ya,
Paris kumaş ticaretinden pay ayırmayı ihmal etmemelerini, krallık meclisi
üyelerine ve hazine bakanına buyurmalıdır. Unutulmamalıdır ki, benden önceki
İspanya elçisinin, İspanya Kralının işlerini kolaylaştırması için önerdiği 50
bin duka altın liralık armağan karşısında, Sokullu Mehmet Paşa yelkenleri suya
indirmişti...”14
Türkiye de Yabancılaşma ve Yozlaşma Neden Çok
Rüşvet ve yolsuzlukla servet elde edenlerin, elde
ettiklerini geliştirip korumak için, yabancılara vermeyecekleri kamusal ya da
ulusal değer yoktur. 19.Yüzyılda Tanzimat’la meşrulaştırılan bu eğilim, bugün AB ya da Dünya Bankası-IMF
politikalarıyla uygulanmaktadır.
Günümüzde Arapçılığı sürdüren siyasi İslamcılar, Batı’yla
bütünleşen Müslüman demokratlar ve uygarlığı Batıcılık sayan şekilsiz
aydınlar; Türklüğü ezen onu yok sayan Osmanlı tutumunun, özellikle de devşirme
anlayışının, günümüze taşınan sonuçlarıdır.
Türkiye’de
bugün yaşanmakta olan olgu yani; rüşvet, yolsuzluk, dışa bağlanma ve ihanet
davranışlarının politik işleyiş durumuna gelmesi, bugün ortaya çıkan, yeni bir
olgu değildir. Dışa boyun eğmenin ya da ihanetin yaygınlığına yanıt
arayan her çaba, ister istemez, Osmanlı devşirmeciliğine ve onun
yarattığı kapıkulu anlayışına gidecektir. Kamran İnan’ın 200 bin,
başkalarının ise daha çok olduğunu söylediği “hain çokluğunun” nedeni,
kuşkusuz yarım bin yıl egemen olan bu anlayışta aranmalıdır.
DİPNOTLAR
1 “Sözde
Aydınlar” İsmet Solak, “Ankara Kulisi” Hürriyet, 12.04.2000
2 Ana
Britannica 10.Cilt, sf.100
3 “Azgelişmişlik
Sürecinde Türkiye”, S.Yerasimos,1.Cilt, Belge
Yay., 7.Bas. 2000, sf.297
4 “Azgelişmişlik
Sürecinde Türkiye”, S.Yerasimos, 1.Cilt, Belge Yay., 7.Bas. 2000, sf.297
5 Ana
Britannica 10.Cilt, sf.183
6 “Kapıkulunun
Tavsifi” Muhittin Birgen, ak. Zeki Arıkan, “Tarihimiz ve Cumhuriyet” Tarih
Vakfı Yurt Yay., 1997, sf.127
7 “Azgelişmiş
Sürecinde Türkiye” S.Yerasimos, 1.Cilt, Belge Yay., 7.Bas,. sf.306
8 “Tarihimiz
ve Cumhuriyet” M.Birgen, Tarih Vakfı Yurt Yay., 1997, sf.147
9 a.g.e.
sf.147
10 “Osmanlı
İmparatorluğunun Kuruluşu” M.Fuat Köprülü, Ötüken Yay., 1981, sf.95
11 “Tarihimiz
ve Cumhuriyet-Muhittin Birgen”, Prof.Zeki Arıkan, Tar.
Vak. Yurt Yay., 1997, sf.128
12 Ana
Britannica, 10.Cilt, sf.100
13 “Tarihte
Türklük”, Prof.Laszlo Rasonyi, Türk Kül.Gel. Ens.Yay., 2.Bas.
1988, sf.204
14 “Tarih
III, Kemalist Eğitimin Tarih Dersleri”, Kaynak Yay., 3.Bas. 2001, sf.409
Atalarımız devşirme Yeniçeri biz milliyetçi ülkücü insanlarız . Dededen babadan duyup işittiğimiz yedi göbek soyumuz kendini saf Türk olarak görmüştür .
YanıtlaSilHain dediğin zevat islamcı denilen tayfadır. Din alır din satar bu deyyuslar. Tarihe baktığında sultanın buyruğu ile işgal kuvvetlerine hay hay deyip göz yuman yine bunlardır. Bugün Londraya git Londranın en ünlü garsonu Vahdettindir diyecektir İngilizler :) Hamaset değildir ulu önder Atatürkün milliyetciliği öyle vatan millet sakarya geyiğinden ibaret değildir. Ümmetten süzüp çağdaş bir millet hayal etmiştir işte bu süzgeçin dışında kalanlar haindir. Kendisinin en büyük hatasıda kurtuluş savaşından sonra Anadolu yobazını Sudana Yemene ve Hicaza sürmemesidir.
YanıtlaSilHainin adı demokrat.mazlumun adını ümmet koyan hainlere bakmak lazım..türk düşmanlığı varasa meydanda ve onlara gönül verenler, yirmi milyon desem azdır heralde..örnek. Hırand Ding, öldürüldü hepimiz hırantız diye pankartlar çıktı çok medyada bunları destekledi, peki gariban asker öldürüldüğünde hiç kimse hepimiz askeriz diyormu.demezler çünkü içlerindeki Türk düşmanlına karşıdır. Ama slogan güzel devlet bie bakmii? Ya sen devlete nasıl bakıyon onu söyle..ben söylemim herkes biliyor zaten.
YanıtlaSilMehmet avuç doru söylüyor..Türkiye'de yaşayan ,Türk düşmanları.Avrupadaki Türk düşmanlarından daha azılı.,Avrupa'ya köpeklik yaparsak bizi Okadar çok sever zihniyeti var..hastane ,yol,su,elektrik,sosyal yardım,güvenlik,pasaport,Türkiye,den itaat Avrupa'ya ,.hiç Avrupa bize bakmi, diyen yok. Ezber, salam , devlet bize bakmi..hain gibi yaşarlar , (ŞEHİT) gibi saygı beklerler..
YanıtlaSilDeğerli Metin Aydoğan'ın bu yazısı kafamdaki soruları giderdi ve bilgiler bir düzene girdi.Devşirme konusunda bilgimiz çok az.. Şimdi görüyorum ve çok hak veriyorum.. Bugün kendini Türk hissetmeyen devşirmelerin günahını Osmanlı adına biz Türkler çekiyoruz. Bizler Atatürk'ün izindeki belki de dünyanın en mükemmel birikimini taşıyıp yaymaya çalışırken, Türkün tarihi iç düşmanı ve haini devşirmeler, bir yandan da onları kendine devşiren emperyalizm ile çarpışıyoruz.
YanıtlaSilKendi halinde tarih bilgisine sahip birisiyim ve Osmanlı tarihini ilk okuduğum günden bugüne günümüz devlet yapısındaki çarpık TÜRK ırkına bakış açısının bir numaralı nedenlerinden birisi olarak gördüğüm ve başta Fatih olmak üzere müsebbiplerine karşı kahrettiğim Devşirme sistemini ve buna bağlı olarak günümüzde o günlerden süregelmiş ihanet alışkanlığını gerçekten akıcı bir biçimde ele almışsınız. Teşekkürler.
YanıtlaSil