17 Şubat 1926’da kabul edilen Medeni Kanun, Hukuk Devrimi’ni yeni bir aşamaya ulaştırdı. Aileyi güçlendirme,
çocuk ve yetimleri koruma ya da kadın haklarını gözetme gibi; Türklerin önem verdiği
özelliklere sahip bu önemli girişim, çağdaşlığa yönelen devrimci bir atılımdı. Mustafa
Kemal, iki yıl önce, Hukuk Devrimi’ni başatırken şunları söylemişti:
“Devrimcilerin en büyük ve sinsi düşmanı,
çürümüş hukuk ve onun dermansız izleyicileridir. Ulusun ateşli devrim atılımları
sırasında sinmek zorunda kalan, eski yasalar ve onlara dayanan eskinin
hukukçuları, devrim atılımlarının etki ve ateşi yavaşlamaya başlar başlamaz,
derhal canlanır ve harekete geçerler. Devrim ilkelerini, onun içten
izleyicilerini ve onların yüksek ülkülerini mahkum etmek isterler”.x
Hukukta Yenileşme
Mustafa Kemal, 1 Mart 1924’te Meclis’te, Hilafetin kaldırılması ve eğitim birliği
konusunu ele alırken, hukuk alanında kesin ve kalıcı bir yenileşmenin zorunlu
olduğunu dile getirdi ve şunları söyledi: “Adli yapılanmaya ve yenileşmeye
verdiğimiz önemi, ne biçimde ifade etsek az kalır. Adliyemizde, her türlü
etkiden cesaretle silkinerek, seri ilerlemelere atılmakta asla tereddüt
etmememiz gerekir. Medeni hukukta, aile hukukunda izleyeceğimiz yol, ancak
uygarlık yolu olacaktır. Hukukta, işi oluruna bırakmak (idare-i maslahat) ve
hurafelere bağlılık, milletin uyanmasını engelleyen en ağır kâbustur. Türk
milleti, üzerinde kâbus bulunduramaz”.1
Çalışmaları bu söylevle başlayan Medeni Kanun, kabul edildiği 17 Şubat 1926'ya dek, yaklaşık iki yıllık bir hazırlık dönemi geçirdi. 17 Aralık 1924’te kurulan ve hukukçulardan oluşan bir Ana Kurul ile 46 kişilik bir Yardımcı Kurul, 14 ay boyunca çalıştı.2 Ticaret hukuku Fransa, ceza hukuku İtalya, medeni hukuk İsviçre, borçlar ve icra hukuku Almanya ve İsviçre yasalarından yararlanılarak hazırlandı.
Küçük değişikliklerle Türkiye’ye uyarlanan yasa,
Avrupa’nın en yeni medeni hukukuydu ve İsviçre’de 1912’de uygulamaya
sokulmuştu. Kadın-erkek eşitliğini sağlayan, resmi nikahı zorunlu hale getiren,
küçük yaşta evlilik ve çokeşliliği yasaklayan, kadına çalışma hakkı tanıyan, tanıklık
ve miras konularındaki kadın-erkek farkına son veren ve Patrikhane’nin din dışındaki
yetkilerini kaldıran bir yasaydı.
Osmanlıda Durum
Osmanlı'nın son döneminde hukuk, altından kalkılması olanaksız bir karmaşa haline gelmişti. Değişik alanlarda çeşitli mahkemeler vardı. Konsolosluk Mahkemeleri, yabancılar arasındaki uyuşmazlıklara karar veriyor, bu kararlara Türk hükümeti karışamıyordu. Türk ve Avrupalı hakimlerden oluşan Karma Mahkemeler, Osmanlılarla yabancılar arasındaki hukuk ve ticaret davalarına bakıyordu. Yerli Mahkemeler, ceza davalarında Osmanlıları ilgilendiren bir yan varsa yetkili oluyordu. Geleneksel Şer-î Mahkemeler, Müslümanlar arasındaki uyuşmazlıklara bakıyordu. 19.Yüzyıl sonlarında kurulan Nizamiye Mahkemeleri, Şer-î Mahkemeler'le aynı alanda görev yapıyordu.
Karmaşa içindeki hukuk düzeni, her şeyden önce adalet
kavramını ortadan kaldırmıştı. Mahkemeler sorun çözen değil, sorun yaratan
yerler haline gelmişti. Halk, mahkemeye gitmek yerine, ya “işi oluruna
bırakıyor” ya da “kendi sorununu kendisi çözüyordu”. Örneğin,
anlaşmazlığa düşen iki tüccar, sorunu çözmek için, “eşit boyda birer mum
yakıyor, hangi mum geç sönerse, o mumun temsil ettiği tüccarın haklı olduğuna”
karar veriliyordu.3
Yabancılar ve Azınlıklar
Tanzimat uygulamaları, azınlıklara ve Avrupalılara hukukla birlikte birçok
ayrıcalık vermişti. Bu ayrıcalıklar hukuk alanıyla sınırlı kalmıyor ve toplum
yaşamının hemen her alanına yayılıyordu. Patrikler ve hahamlar; Ermeniler,
Rumlar ve Musevilerin hukukla ilgili konularına karışıyor, din ve etnik
ayrılığa dayanan okullar, hastaneler, bakımevleri açıyorlardı.
Hukuki ayrıcalık, kaçınılmaz olarak siyasi ayrıcalığa
varmış ve azınlıklar elde ettikleri haklarla, Türklerden daha etkin bir konuma
gelmişti. Evlilik, aile hukuku, ticari ilişkiler, miras
gibi konularda, sorunlarını tümüyle kendileri çözüyordu. Yabancılar ve Müslüman
olmayanlar, İslam hukukunun yasaklamasına karşın, Müslüman Osmanlı ülkesinde
özgürce taşınmaz mal edinebiliyordu.4
Çürüyen Hukuk
İç hukukla ilgili uygulamalar, günün koşullarına uymayan,
yaşama ve gerçeğe aykırı bir çürümüşlük içindeydi. Bir zamanlar dünyanın en
gelişkin toplum düzenini gerçekleştiren Türk-İslam hukuku, ilerlemeye engel,
tutucu bir kurum haline gelmişti. Dünyayla ticari ilişkiler gelişiyor, ama icra-iflas,
kambiyo, çek, proforma fatura, banka faizi gibi
işlemler, din gereği olduğu söylenerek yasaklanıyordu. Mal ya da hizmetleri sigorta
etmek, “Allah'ın takdirine karşı gelmek” olarak
yorumlanıyordu.5
Hukuk Kültürü
Günümüzden bin
yıl önce 11. ve 12.yüzyılda Güney Orta Asya ve Ortadoğu’daki Türk-Müslüman
toplumlarında, gelişkin bir pazar ekonomisi uygulanmış ve insanlık tarihinde
ilk kez, depo edici (hazzan), ihracatçı (rakkad), komanditer
ortak (mucahız), kâr ortaklığı (şırka), kambiyo uygulayan
bankerlik (cabbaz ve sayrafî) gibi kavramlar ticari yaşama sokulmuştu.
Hanefi fıkıh bilginlerinden Şeybânî, “zorunluluk
yasağı meşru kılar” diyerek, fâizin ekonomideki önemini ele almış, hile
(hiyel) yoluyla faiz yasağının nasıl aşılacağını gösteren yorumlar yapmıştı.
Ülkeler ve kentler arasında, “parayı nakit olarak göndermeye gerek kalmadan
ödeme yapma” yöntemleri geliştirilmiş ve para yerine ödeme emri içeren
belge (sakk) gönderme uygulaması başlatılmıştı. Sakk’lar tarihin gördüğü
ilk çeklerdi.6
Gerileme ve Çöküş
Osmanlı İmparatorluğu’nun gerileme dönemine girip çöküşe
doğru giderken, hukuk alanında da büyük bir bozulma yaşandı. Fıkıh kurallarının
değişmezliği esasına dayanan tutucu yorumlarla hazırlanan yasalar, hakimlere yorum
yapma ve olaylardan kanı edinme olanağı vermiyordu.
Aile hukuku, çağın çok gerisinde kalmıştı. Bir erkek,
dilediği kadar kadınla evlenebiliyordu. Koca, 3 kez “boş ol” dediğinde
karısını boşamış oluyordu. Çocuklarda evlenme için bir yaş sınırı konmamıştı.
Yetişkin erkekler çok küçük çocuklarla, imam nikahıyla evlenebiliyor, kız
çocuklarının evlenme yaşı kimi zaman 10-12 yaşa dek düşüyordu.
Medeni Kanun
Medeni Kanun’un gerekçe bölümünde, hukuksal yenileşmeyi gerekli kılan toplumsal
koşullar anlatılıyor, yasanın hangi amaç ve anlayışla çıkarıldığı ortaya
konuyordu. “Türk milletinin yazgısını Orta Çağ karar ve kurallarına
bağlamak” ve “Türkiye Cumhuriyetinde toplum yaşamını, milli yasalardan
yoksun bırakmak” kabul edilemez; böyle bir durum, “ne uygarlık
gerekleriyle ne de Türk Devrimi’nin amaçlarıyla bağdaşır” deniyordu.
Devrim’in yenileşme anlayışı ise şu sözlerle dile
getiriliyordu; “19.yüzyılda kabul edilen Mecelle’nin 1851 maddesinden,
bugünkü gereksinimlere uyan ancak 300 maddesi vardır. Mecelle’nin kökü ve ana
hatları dindir. Yasaları dine dayanan devletler, ülkenin ve milletin
isteklerini yerine getiremezler. Çünkü, dinler değişmez kurallar ifade ederler.
Dine bağlı yasalar, gelişen ve değişen yaşam karşısında, biçimsellikten ve ölü
sözcüklerden fazla bir değer, bir anlam ifade edemezler. Değişmemek, dinler
için bir zorunluluktur. Bu nedenle, dinlerin yalnızca bir inanç işi olarak
kalması, çağdaş uygarlığın önemli özelliklerden biridir”.7
Yasanın Önemi
Medeni Kanun, din ve devlet işlerini birbirinden ayıran, Türkiye’nin hukukî yapısını
bu amaç üzerine oturtan, önemli yasalardan biridir. “Yeni devlet yapısının
laik niteliği”, hiçbir başka kanun gerekçesinde “bu denli açık ve kesin”
ifade edilmemiştir. Yasa tasarısını kabul edip Meclis Genel Kurulu’na gönderen Adalet
Komisyonu’nun başında, dönemin din bilginlerinden eski Şer’iye Vekili
Hoca Mustafa Fevzi Efendi bulunuyordu ve tasarıya o da olumlu oy
vermişti.8
Mecelle olarak bilinen “Mecelleî Ahkamı Adliye” adlı yasa, karmaşık hale
gelen hukuk sorunlarına çözüm getirmek için hazırlanmış ve 1868’de yürürlüğe
girmişti. Başında Cevdet Paşa’nın bulunduğu Mecelle Cemiyeti
tarafından, 8 yılda hazırlanmıştı. Kaynağını fıkıh'tan, özellikle Hanefi
fıkıhından alan bir yenileşme girişimiydi ama son derece yetersizdi.9
Medeni Kanun, Saltanatın
kaldırılmasıyla başlayan yenileşme süreci; Hilafetin, Şer’iye ve Evkaf
Vekaleti’nin kaldırılması, eğitim birliğinin sağlanması ve kıyafet değişimi
gibi birçok aşamayı geçtikten sonra, hukuksal yenileşmeyle laiklik hedefine
yönelmişti. Bu süreç, aynı zamanda bir uluslaşma süreciydi. Din, dil, mezhep ve
etnik köken ayrılıklarının kaldırılarak, herkesin eşit olarak yararlandığı
yurttaşlık haklarının geliştirilmesi, ulusal varlığı kültür birliği temelinde
birleştiriyor ve ulus kavramı güçleniyordu.
DİPNOTLAR
x “Kemalist Eğitimin Tarih Dersleri IV” Kaynak Yay., 3.Bas., sf. 212-213
1 “Kemalist Eğitimin Tarih Dersleri
IV” Kaynak Yay., 3.Bas.,
sf. 210-211
2
a.g.e. sf. 214-215
3
“Mustafa Kemal ve Uyanan Doğu”
P.Gentizon, Bilgi Yay., 2.Bas.,
sf. 172
4
a.g.e. sf. 168 ve
173
5
“Mustafa Kemal ve Uyanan Doğu”
P.Gentizon, Bilgi Yay., sf.
172-167
6
“Yönetim gelenekleri ve Türkler”
Metin Aydoğan 2.Cilt, Umay Yay., 4.Baskı, İzmir-2005, sf. 724
7
“Tek Adam” Ş.S.Aydemir, 3.Cilt, Remzi Yay., 8.Basım, İst.-1983, sf.254
8
a.g.e. sf. 255-256
9
Büyük Larousse, Gelişim Yay., 13.Cilt, sf. 7901
Ankara ceza avukatı mı arıyorsunuz? Tıklayın: ankara ceza avukatı
YanıtlaSil