Türk Ordusu,
1914’de başlayan Birinci Dünya Savaşı’nda, Çanakkale’den Hicaz’a (Arabistan’ın
Batısı), Kafkasya’dan Basra’ya dek geniş bir coğrafyada çok ağır bir savaşa
girdi. Yetersiz bütçe ve eksik donanımla girilen, yükünü Anadolu’daki 12
milyonluk Türk nüfusun çektiği bu savaşta, dünyanın en büyük askeri gücü olan
İngiltere, Fransa ve Rusya’yla savaşıldı. Türk Ordusu, bu büyük savaşta kimsenin
ummadığı bir direnç gösterdi. Çanakkale’de İngilizler ve bağlaşıklarını
yendi, Bağdat’ı almaya kalkan İngiliz Kolordusu’nu Kutü’l-Amare’de
teslim aldı. Dört yıllık ağır ve kanlı savaş süresince Türk Ordusu, emperyalist
kışkırtmaya dayalı üç ihanet hareketiyle arkadan vuruldu. Doğu’da Ermeniler, Batı’da
Rumlar ve Güney’de Araplar; düşmanla anlaşarak ayaklandılar. Yüzlerce yıl Türk
yönetimi altında özel ayrıcalıklarla yaşayan insanların, özellikle de aynı dine
sahip Arapların girişimleri; savaş kurallarını çiğneyen, tarihsel olduğu kadar
insanlık açısından da kabul edilemez nitelikteydi.
Arap Örgütleri
Birinci
Dünya Savaşı’nda, eyleme dönük birçok Arap örgütü ortaya çıktı. Bunların
çalışmaları, Arapçılığı işleyen
ideolojik propagandaya dayanıyordu. İngiliz ve Fransızlara hizmet ediyor; Türk
Ordusu içinde dinsel kışkırtma, haber edinme ve savaşa doğrudan katılmayı içeriyordu.
Oldukça iyi
örgütlenmişlerdi ve donanımlıydılar. Örgütlenme ve donanımı sağlayan,
geliştiren ve destekleyen İngiliz ve Fransızlardı. Bu gerçeği ortaya koyan ve
artık yayınlanmış olan çok sayıda resmi belge bulunmaktadır. Belli merkezlerde
hazırlanan ve İngiliz desteğiyle dağıtılan bildirilerde, “İngiltere ve
müttefiklerinin savaşa, Araplara karşı değil, onları Türk despotların baskısından
kurtarmak için girdiği” yazılıyor ve Arap halk “müttefik güçleri
desteklemeye çağrılıyordu”.1
Aziz Ali
Örgütü
‘Cemiyet es-Suriye
el Arabiye’ adlı örgüt, Mısır’lı Aziz Ali tarafından
kurulmuştu. Aziz Ali orduyu
isyana teşvik suçlamasıyla tutuklanıp İstanbul’da yargılanan ve idama
mahkum edilen İngiliz yanlısı bir Mısırlıydı. İngilizlerin istemi üzerine, Enver
Paşa’nın önerisi, Vahdettin’in
kararıyla serbest bırakılmıştı.2
Aziz Ali’nin örgütü,
Birinci Dünya Savaşı’ndan yalnızca 1,5 ay önce, 11 Haziran 1914’de yayımladığı
bildiride şunları söylüyordu: “Türk düşmanlığının anlamını şimdi daha iyi
anlamaya başlıyoruz. Bunu geçmişte anlamış olan bir Arap şairi ‘ağaran
saçlarımda, Türk düşmanlığı ile Ebu Cesel kini yer tuttu’ demişti. Evet, Türk
devletinin bize olan düşmanlığı, ‘Ebu Cesel’ hayvanının yavrusuna beslediği
düşmanlık gibidir. ‘Ebu Cesel yavrularını nasıl yerse Türk Devleti de
çocuklarını öyle yer... Ey! Damarlarında yurdunu seven gençlik kanı akanlar,
biz her ilde birbiri ardınca üç Türk valisi öldürsek, ülkemize atanacak
valiler, artık her zaman isteklerimizi yerine getirecektir... Ey ahali, güçlü
çeteler oluşturunuz, zalim Türk Devleti’nin adamlarından, ülkemizde kimi
bulursanız öldürünüz”.3
‘Arap İhtilali Cemiyeti’
‘Arap İhtilali
Cemiyeti’
adlı bir başka örgüt, savaş sürerken 1916’da dağıttığı bildirilerle, Arap
halkını Türk Ordusu’na karşı ayaklanmaya çağırıyor ve Ermenilerin yaptığı
kırımları savunarak, onların yaptıklarının örnek alınmasını istiyordu. Bildiri
şöyleydi; “Ey kahtan (ezilen) çocukları! Uykuda mısınız ve ne vakte
kadar uyuyacaksınız, çevrenizdeki ümmetlerin sesleri kulakları sağır ederken,
siz derin uykunuza nasıl devam ediyorsunuz? Kendi ülkenizde, insafsız zalimlere
(Türkler’e) köle oldunuz. Arap öldürmeyi ve Arap’ın malını gasp etmeyi din
kabul edenlerin elinde oyuncak olduğunuzu hala anlamıyorsunuz. Siz onların gözünde
‘yünü alınır sütü içilir, eti yenir’ bir sürüsünüz, ülkenizi babalarından kalan
miras gibi görürler. Size göre sayıları çok az olduğu halde, Ermeniler bağımsız
bir yönetime kavuştular, artık özgürler... Ey Araplar
kalkınız, kılıçlarınızı kınından çıkarınız. Kendinize, ırkınıza, dilinize
düşmanlık gösterenleri, sizi aşağılayanları ülkenizden temizleyiniz. Ey
Müslüman Araplar, eğer bu zalim hükümeti (Osmanlı Hükümeti) İslam
hükümeti zannediyorsanız çok aldanıyorsunuz. Tarihteki şerefinizi yeniden
kazanmak için, Arap hukukunun silinmesine neden olan kurnaz tilkilerin (Türklerin)
merkezi yönetiminden kurtulmak ve merkez dışı Arap devletleri kurmak gerekir”.4
Vahşet
Birinci
Dünya Savaşı’nda Türk Ordusu’nun karşılaştığı ihanet, ‘sinir bozan’ bir
acıyı içerir. Bir yandan ileri teknoloji ile donatılmış İngiliz Ordusuyla
savaşılırken, öte yandan bu orduyla bağlantılı Arap çetelerinin saldırılarıyla
uğraşıldı. Olanaksızlıklar ve karşılaşılan vahşet, her türlü öngörünün
üzerindeydi. Yüzlerce yıl birlikte yaşayan insanlar, açıklanması güç bir
acımasızlıkla Türk Ordusu’nun ‘din kardeşi’ subay ve erlerine saldırıyor
ve ele geçirdiklerini öldürüyorlardı. “Arap çölleri Anadolu gençliğinin
mezarı” haline gelmişti.5
1916
yılında Suriye, Sina-Filistin ve Hicaz’da görev yapan Osmanlı Seyyar Ordusu’nun (Kuvva-i Seferiye ), 700
bin askeri ve 368 bin tüfeği vardı. Yoğun çarpışmaların olduğu Suriye
cephesinde 173 bin, Filistin-Sina cephesinde 100 bin asker savaşıyordu. 35 bin
asker 2000 kilometrelik Mekke demir yolunu korumak için ayrılmıştı. Medine’yi
koruyan 8 bin askerlik gücün “savunmayı kendi olanaklarıyla yapmasına”
karar verilmişti yani kaderine terk edilmişti...
1917 yılında,
demir yolunu savunan birliklerin büyük bölümü ile Medine savunmasına katılan
Türk askerlerinin tümü şehit oldu... Cemal Paşa, kendi karargahının
koruması dahil olmak üzere, kalan güçleri bir araya toplamaya çalıştığında, tüm
Lübnan’da elinde yalnızca bir piyade taburu kalmıştı, o da 800 kişiydi.6
Çöllerde Yok olan Anadolu Gençleri
İngilizler,
Kızıldeniz kenarındaki Elvecih’i, Arap ayaklanmacılarının silah ve
parayla beslendiği bir üs yapmıştı. Lawrence adlı ajanlarının
örgütlediği çeteleri, demiryolu boyunca dağılmış olan Türk birliklerine
saldırttılar. Demiryolunun tahrip edilmesi ya da kum fırtınalarıyla örtülmesi
nedeniyle ulaşım sürekli kesiliyor, çok geniş bir alana yayılmış olan Türk
birlikleri yardım alamadığı için; açlık, hastalık ya da çatışmalar içinde yok
olup gidiyordu.
Medine’yi savunan Türk birliği hiçbir yardım almadan, bu kutsal
kenti tam iki yıl savundu. Burada, eşine az rastlanır bir insanlık dramı
yaşandı. Tek ulaşım aracı olan develer kesilip yendi. O da tükenince çöl
çekirgeleriyle beslenilmeye çalışılmıştı.7
Savaştan sonra, Medine-Medayin
Salih arasındaki demiryolunda görev yapan J.E. Dayton adlı bir
İngiliz mühendisi, anılarında şunları yazacaktır: “Sıcaklık gün ortasında 65
dereceyi buluyor ve ortalıkta büyük akrep ve örümcekler dolaşıyor... Yol
boyunca Türk müstahkem mevkileri vardı. Çoğunda çok sayıda mezar ve açıkta
kalmış iskeletler bulunuyordu. Bunlar, öyle anlaşılıyor ki ikmal yüklü Şam
treninin bu karakollara ulaşamaması nedeniyle açlıktan ölmüşlerdi”.8
Mekke Şerifi Hüseyin, 10 Haziran 1916’da ayaklandı ve İngiliz desteğiyle Mekke’nin
bağımsızlığını ilan etti. Lawrence’in yol göstericiliğinde Hicaz ve
Güney Suriye’deki Türk birliklerine baskınlar düzenledi. Mekke’yi ele geçirdiğinde,
hastanedeki yaralı ve hastalara dek tüm Türk askerlerini öldürttü.
Medine
Savunması ve Fahrettin Paşa
Medine’de Fahrettin Paşa komutasındaki küçük kuvvet,
direnişini Peygamber’in kabrini korumak adına, savaşı bitiren silah
bırakışmasından sonra da sürdürdü. Bu direniş, yalnızca Birinci Dünya
Savaşı’nın değil, belki de tüm zamanların en acılı savunmasıydı. Fahri Paşa
karşılaştığı vahşet ve ihanetten o denli etkilenmişti ki, bir gün subaylarını
yanına alarak Hz.Muhammet’in kabrine gitti. Türk bayrağına sarınıp,
namazını kıldı, dualarını okudu ve sonra şöyle haykırdı: “Kalk, kalk yâ
Muhammet!.. Allah’ın Resulü kalk ve sana inanan, senin için burada savaşanlara
görün! Allah’ın yardımını onlara ulaştır...”9
Fahri Paşa’yı bu denli etkileyen olayları yaratan Mekke Şerifi Hüseyin,
Peygamber sülalesinden geldiğine inanılan bir soya sahipti. Bunlar Osmanlı
Devleti’ne vergi vermez, askere gitmezlerdi. İstanbul, her yıl bunlara önemli
miktarda altın gönderir; bu altınlar, değerli padişah armağanlarıyla birlikte,
en şerefli görev sayılarak Surra Alayı tarafından, gösterişli törenlerle
Şeriflere ulaştırılırdı.
Şerifler, aldıklarının
karşılığı olarak, Surra emini aracılığıyla padişaha ‘hayır dualarını’
gönderirlerdi. Şerif ailesinden birçok kişi, İstanbul’da Ayan
üyesi olarak ancak Ayana
uğramadan aylıklarını alırdı. Hepsinin Boğaziçi’nde muhteşem yalıları, köşkleri
vardı. İngilizlerle anlaşıp Türklere bu denli ölçüsüz şiddet uygulayan Şerif
Hüseyin’in, Osmanlı
katında böyle bir ayrıcalığı vardı.10
Altın ve Şerif Hüseyin
Arabistan’a
altın gönderme işi, tüm yoksunluğa karşın savaş sırasında da aksamadan
sürdürüldü. ‘Enver Paşa ile Cemal Paşa arasında en sıkıntılı yazışmalar’ altın
yetiştirme üzerine oluyordu.11 Almanya’dan alınan altınlar Şerif’e
aktarılıyor, Almanlar da bu altınları Osmanlı Devletine borç yazıyordu.
Şerif Hüseyin İngilizler’den de altın alıyordu. Açıklanan İngiliz
belgeleri, ‘Arap ayaklanmasında’ ne kadar altın kullanıldığını
açıklamaktadır. Bu tür işlerle görevli Sir Ronald Storrs, “Arap
ayaklanmasının İngiliz vergi mükelleflerine maliyetinin toplam 11 milyon
sterlin” olduğunu belirterek şunları söyler: “Benim verdiğim ilk
miktardan ayrı olarak, Şerif Hüseyin 8 Ağustos’tan sonra, her ay 125 bin
sterlin aldı. Bunun toplamı 1 milyon sterlinden biraz daha azdı. Geriye kalan
10 milyonluk miktar, askeri harekatlar ve İngiltere’den getirilen malzemelerin
sonucudur”.12
Şerif Hüseyin’in, Türkler ve
İngilizlerden ayrı olarak Fransızlardan da altın aldığı, Fransız belgelerinde
görülmektedir. Yarbay Edouard Bremond, yanına Cezayir, Tunus,
Fransız Batı Afrikası’ndan getirttiği ‘seçkin bir Müslüman heyeti’
alarak 20 Eylül 1916’da Cidde’ye gitmiş ve burada Şerif Hüseyin’e, 1 milyon 250 bin altın
frank vermişti. Bunu, kısa bir süre sonra küçük bir Fransız askeri gücünün;
makinalı silahlar, sahra topları ve tüfekler getirmesi izlemişti.13
Türk Altınları
Türklerin
dağıttığı altın miktarı konusunda, Enver Paşa’nın 10 Ekim 1916’da
tuttuğu şu kayıt bir fikir vermektedir: “Halil Paşa, Güney’deki aşiretler
için 50 bin altın istiyor, 2. ve 6. Ordu’nun ihtiyacı için bana ayda 200 bin
altın gerekiyor. Ancak, maliyeye verilmekte olan 250 bin altından Maliye Nazırı
bana bir şey vermiyor. Çünkü o da, gerek Mekke Şerifi’nin, gerek diğer emirler
ile elde tutulması kesinlikle şart olan diğer Arap şeyhleri için altın
para ödemeye mecburdur. Rica ederim, Hindenburg Cenaplarına yazınız. Savaşın
sürdürülmesine bizce çok etkisi olacak bir miktar altın parayı mutlaka temin
buyursunlar”.14
Arabistan’a
bu denli yoğun altın akışı varken, Kafkasya Cephesini tutan 3. Ordu’ya bütün
savaş boyunca bir tek altın lira bile gönderilmemiş15, koskoca ordu
açlık ve donanımsızlık nedeniyle onbinlerce ölü vermişti.16
1917 yılında Mekke Şerifi’ne altın ve armağan
götüren kurulun başkanı (surra
emini) olan Yüksek Yargıç Hüseyin Kamil Ertur, anılarında
şunları yazacaktır: “Osmanlı Devleti her yıl Araplar’a binlerce altın
gönderiyordu. Hazinesi tamtakır olduğu, kendi askerine savaş alanlarında bir
lokma yiyecek veremediği, düşmana atacak kurşun sağlayamadığı ve çıplak
ayaklarına giydirecek bir çift çarık bulamadığı günlerde bile, Galata
bankerlerinden borç alarak Araplar’a altın gönderiliyordu. Din kardeşliği ya da
Hilafet kurumuyla kendimize bağlı tutamadığımız Araplar’ı, altın ve parayla
besleyerek kazanmaya çalışıyorduk. Ne var ki, Arap’ın gözü doymuyordu; bizim
verebildiğimizden daha çoğunu ‘Müslüman düşmanı’ İngilizler verebiliyordu. Hem
bizden hem onlardan para almanın daha kârlı olduğunu görüyor ve ona göre
davranıyordu”.17
Acı Veren
Yoksunluk
Mekke Emiri Şerif Hüseyin’e sürekli altın
gönderilirken, surra emini olarak Arabistan’a altın götüren Hüseyin
Kamil’in de belirttiği gibi, Türk askeri çoğu çöl olan cephelerde sıradışı
yoksunluklar, açlık, donanımsızlık ve ağır bir Arap ihaneti altında
savaşıyordu. Doğan Koloğlu’nun aktarımına göre bir Türk subayı cephe koşullarını
şöyle anlatıyordu: “Erlerin giysileri, yamanamayacak durumda, yırtık pırtık
paçavralar haline gelmiştir Ayağa giyilen çizme, potin ve yemeniler parça
parçadır ve askerin tümünde bunlar da yoktur. Çıplak ayaklara mahmu
takıyoruz... Geçen gün Araplar tarafından soyularak tümüyle çıplak hale
getirilen altı subayla dörtyüz kadar er geldi. Tümen, bunların hiç olmazsa
avret yerlerinin örtülmesi için çaba harcadı... Elimizdeki bitkin erat ve atla
herhalde mağlup olacağız, sonuçta hepimiz, Araplar tarafından çırılçıplak
soyulup rezil olacağız...”18
DİPNOTLAR
1
“Osmanlı İmparatorluğu’nda Ayrılıkçı
Arap Örgütleri” Arba Yay., 2.Basım 1993, sf. 132
2
a.g.e.
sf.32–33
3
a.g.e.
sf.35–36
4
a.g.e.
sf.37–39
5
“Enver Paşa” Şevket Süreyya Aydemir,
3.Cilt, Remzi Kiti 1978, sf. 264
6
a.g.e.
sf.268 ve 272
7
“Bedevi Lawrens, Arap Türk” Orhan
Koloğlu, Arba Y., İst. 1993, sf. 75
8
a.g.e.
sf.221
9
“Enver Paşa” Şevket Süreyya Aydemir,
3.Cilt, Remzi Kit. 1978, sf. 271
10
a.g.e.
sf.263
11
a.g.e.
sf.264
12
“Orientations” Sir Ronald Storrs,
sf.153, n.2; ak. Z.N.Zeine “Türk-Arap İlişkileri ve Arap Milliyetçiliğinin
Doğuşu” Gelenek Yay. 2003, sf.114
13
“Le Hedjaz dans la guerre mondiale” Eduard
Bremond (Paris 1931) sf.48-53,
64-67, 348-49; ak. a.g.e. sf.114
14
“Enver Paşa” Şevket Süreyya Aydemir,
3.Cilt, Remzi Kit. 1978, sf.288
15
a.g.e.
sf.288
16
“Bir Yedek Subayın Anıları” Faik Tonguç,
T..İş.Ban. Y., 2.Bas. 2001, sf.127
17
“Tamu Yelleri” Esat K.Ertürk,
TTK Basımevi 1994, sf.117-118
18
“Bedevi, Lawrens, Arap, Türk” Orhan
Koloğlu, Arba Yay., 1993, sf.126–127
Birinci Dünya Savaşı'nda Arapların yaptıkları ve konumları özellikle son yıllarda unutturulmaya ve sümen altı edilmeye çalışılıyor. Bu konuya değinmesi açısından çok değerli bir paylaşım olmuş, emeğinize sağlık.
YanıtlaSil