Cumhuriyet ilan edildiğinde nüfusun yüzde
80’inden çoğu köylüydü. Köylüler kapalı birimler halinde, ürettiğini tüketen ve
yoksulluk sınırının altında yaşayan, örgütsüz ve dağınık bir kitle
durumundaydı. Ulaşım gelişmemiş, pazar ilişkileri oluşmamıştı. 1927 yılı Sanayi
Sayımı’na göre, el sanayi işletmeleri yani tamirhaneler dahil 33085 iş yeri ve
bu işyerlerinde çıraklar dahil 76216 işçi vardı. Her işyerine 2-3 işçi
düşüyordu. Burjuvazi, proleterya gibi sınıflar oluşmamıştı. Sermaye birikimi
yoktu. İç ticaretle uğraşan 18000 işyerinin; yüzde 47’si Rumlara, yüzde 22’si
Ermenilere, yüzde 18’i Levantenlere (Avrupa kökenliler) aitken, yalnızca yüzde
13’ü Türklerindi. İç ve dış ticaret, sanayi, madencilik, mali sermaye
kuruluşları ve bankacılık Türk ve Müslüman olmayanların elindeydi. Azınlıkların
ülkeyi terk etmesiyle, Türkiye’de ticaretin duracağına, bankaların
çalışmayacağına hatta Türk makinist olmaması nedeniyle demiryolu ulaşımının
yapılamayacağına inanılıyordu.
Aşılan Yoksulluk ve Halkın Gücü
Ekonomik bağımsızlık konusunda ilk
kapsamlı resmi tavır Lozan ’da gösterildi.
Türklerin konuyla ilgili gösterdiği bilinç ve kararlı davranış, galip
devletleri en az Kurtuluş Savaşı kadar şaşırtmıştır. Türkler’den böyle bir ulusal
bilinç beklenmiyor ve Anadolu’da askeri eylemle ortaya çıkan siyasi sonucun,
ekonomik ilişkilerle kısa sürede ortadan kaldırılacağına inanılıyordu. Bu
nedenle, Lozan her zaman, o günlerin özel koşulları
nedeniyle imzalanmak zorunda kalınan, geçici bir anlaşma olarak görüldü.
Batılılar, Lozan
’ın
kalıcılığını içlerine sindiremediler.
Antlaşma imzalanırken bile, Türkiye’nin
yoksulluk nedeniyle tek başına ayakta kalamayacağına ve kısa bir süre sonra
Batı’dan yardım isteyeceğine inanılıyordu. Bu konuda tümüyle haksız da değillerdi.
Ülke gerçekten tükenmiş durumdaydı. Açlık, hastalık ve her tür yoksulluk
ortalıkta kol geziyordu; üretim yoktu. Bu durumdaki yoksul bir ülkeyi, kendi
gücüne dayanarak kalkındırmayı, güçlü ve gönençli bir ülke haline getirmeyi ‘ düşünmek ’, hayalcilikten başka bir
şey değildi. Onlara göre Türkiye, ya borç alarak ayakta kalabilecek ya da bir
süre sonra dağılacaktı. O günkü Türkiye’nin toplumsal yapısını bilenlerin,
böyle düşünmesi doğaldı.
Nüfusun yüzde 80’inden çoğu köylüydü.
Köylüler kapalı birimler halinde, ürettiğini tüketen ve yoksulluk sınırının
altında yaşayan, örgütsüz ve dağınık bir kitle durumundaydı. Ulaşım gelişmemiş,
pazar ilişkileri oluşmamıştı. Petrol yalnızca gaz lambalarında kullanılıyordu.
Makinalı tarım, motor, enerji santralleri, fabrikalar, atölyeler, para
piyasaları, bankalar, ticari kurumlar toplum yaşamına henüz girmemişti. Batı
Anadolu’da, Yunanlılarca yıkılmamış kimi kasabalardaki sinemalara, “para
yerine yumurta verilerek” giriliyordu. 1
Tren, Eskişehir’den Ankara’ya bazen 22 saatte
gidiyordu. 2 Şehirler, birbirleriyle doğru dürüst bağlantısı olmayan
büyük köyler durumundaydı. Isınma; tandır, mangal ya da kürsü denilen bir tür
sobayla yapılıyordu. Evlerde sıhhi tesisat yoktu. İçme suyu, ilkel su
kuyularından karşılanıyordu. Çamaşırlar, şehre yakın küçük dere kıyılarında,
çamaşır kazanlarının kaynadığı söğüt diplerinde, sabun yerine kil kullanılarak
ve tokaçla dövülerek yıkanıyordu. Otomobil, kamyon, tramvay gibi araçlarla,
toplu taşımacılık gibi kavramlar, Anadolu’da bilinmiyordu. İnsanlar ulaşım
aracı olarak at, eşek başta olmak üzere, şehirler arasında kağnı, şehir içinde
ise yaylı, körük ve london denilen at arabalarını kullanıyordu. 1923 yılında, “kışın çamurdan geçilmez hale gelen”,
yalnızca 139 bin kilometre “karayolu!” vardı; ülkenin tümündeki motorlu
taşıt sayısı yalnızca 1500’dü. 3 Vali ya da jandarma komutanının
manyetolu telefonundan başka hiçbir kişi ve kuruluşta telefon yoktu. 4
19 Ocak 1923’te, İzmit’te halka yaptığı
konuşmada, ülkenin yoksulluğunu şu sözlerle açıklamıştı: “Memlekete bakınız! Baştan sona kadar harap olmuştur. Memleketin Kuzey ’den
Güney ’e kadar her noktasını gözlerinizle görünüz. Her taraf viranedir; baykuş
yuvasıdır. Memlekette yol yok, memlekette hiçbir uygar kurum yoktur. Memleket
ciddi düzeyde viranedir; memleket acı ve keder veren, gözlerden kanlı yaş
akıtan feci bir görüntü arzediyor. Milletin refah ve mutluluğundan söz etmek
mümkün değil. Halk çok yoksuldur. Sefil ve çıplaktır.” 5
Lord
Curzon’nun Lozan
’da “Siz yoksul bir ülkesiniz yakında
gelip borç isteyeceksiniz” diyerek güvendiği yoksulluk, böyle bir
yoksulluktu. Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti bu yoksulluğa ve kalkınmak için
sermayeye gereksinimi olmasına karşın Batı’dan, Curzon’nun düşündüğü anlamda hiçbir şey istemedi. 1938’e dek,
bağımlılık doğuracak hiçbir ilişkiye girmedi.
Ülkenin
Durumu
Ekonomik kalkınma ve toplumsal ilerleme girişimi, ‘ baş edilmesi güç ’ yokluklar ve
yoksunluklar içinde sürdürüldü. Gerçekleştirilmesi istenen her girişim, önce o
girişimi yapacak kadroların yetiştirilmesini gerekli kılıyordu. Hemen hiçbir
alanda, çağdaş eğitim görmüş, yetişmiş kadro yoktu. Tarımsal ürünlerden başka
bir geliri olamayan ülkede, yüksek öğrenim görmüş ziraat mühendisi sayısı
yalnızca 20’ydi. 6 Türk doktor, mühendis, eczacı,
diş hekimi, tüccar, bankacı, sanatçı, teknisyen,
ekonomist vb. yok denecek kadar azdı.
1912 yılında iç ticaretle uğraşan 18 bin
işyerinin; yüzde 47’si Rumlara, yüzde 22’si Ermenilere, yüzde 18’i levantenlere
(Avrupa kökenliler) aitken, yalnızca yüzde 13’ü Türklerindi. Zanaatçı
dükkanları da dahil olmak üzere, 6500 imalat işyerinin yüzde 79’u Rum ve
Ermenilerin, yalnızca yüzde 12’si Türklerindi. İçlerinde doktor, mühendis,
tüccar, muhasebecilerin bulunduğu 5300 serbest meslek sahibinin yüzde 68’i Rum
ya da Ermeniyken, yalnızca yüzde 14’ü Türktü. 7 1914 yılında,
İzmir’de çalışan 95 doktordan yalnızca 7 tanesi Türktü; 43 eczacı içinde hiç
Türk yoktu. 8
İç ve dış ticaret, sanayi, madencilik,
mali sermaye kuruluşları ve bankacılık Müslüman ve Türk olmayanların
tekelindeydi. İstanbul, İzmir, Trabzon gibi büyük liman kentlerinde ticareti
tümüyle azınlıklar denetliyordu. 1922 yılında İstanbul’da; dış ticaretin
yalnızca yüzde 4’ü, taşımacı şirketlerin yüzde 3’ü, toptancı mağazalarının
yüzde 15’i; (içinde Türk olmayanların da bulunduğu) Müslümanlara aitti. Batı
Anadolu’da bulunan küçük-büyük 3300 imalat işyerinin yüzde 73’ü Rumların olup,
bu işyerinde çalışan 22 bin işçi ve ustanın yüzde 85’ini azınlıklar
oluşturuyordu. 9 Yabancı devlet yetkilileri, azınlıkların ülkeyi
terk etmesiyle; Türkiye’de ticari faaliyetlerin duracağına, bankaların
çalışmayacağına, hatta Türk makinist olmaması nedeniyle demiryolu ulaşımının
bile yapılamayacağına inanıyordu.
1923’de ilk bütçe hazırlandığında,
gereksinimlere yanıt veren bir öncelikler programı hazırlanmış, bu programa
göre hareket edilmişti. Onbeş yıllık kalkınma dönemi içinde, bağımlılık
doğuracak dış borç alınmamış, üstelik Osmanlıdan kalan Duyun-u Umumiye borçları ödenmişti. Emperyalist devletlerin
kışkırttığı ve Dersim ayrı tutulursa 1930’a dek süren gerici ve Kürtçü
ayaklanmalar, küçük devlet bütçesinden büyük paylar harcanarak bastırılmıştı.
Güvenlik harcamalarının önemli yer tutmasına karşın, düzenli büyüme sağlanarak,
yeni bir ekonomik düzen kurulmuştu.
Başlangıç döneminin iç karartıcı
koşullarına karşın büyük bir istek ve kararlılıkla kalkınma atılımına
girişildi. Yapılan iş, sıradan bir ekonomik kalkınma girişimi değil, çok başka
bir şeydi. Teknolojik üstünlüğü Batı’ya kaptırarak geride kalan Türkler, çağdaş
zamana yetişip Batı’yı yakalamak için, tüm ulusça devrimci bir atılım içine
girmişti. Cumhuriyet’i kuranlar, onu geliştirip güçlendirmeye ve toplumsal
gönenci yükseltmeye kararlıydılar. Bu bir uygarlık özlemiydi. Hikmet Bayur’un 1939’da yaptığı
değerlendirmeye göre, Cumhuriyetin on beş yılda başardıkları, ‘Osmanlı İmparatorluğunun büyüklük devrinde ’
gerçekleştirdiği zaferlerden çok daha büyüktü. 10
1 Mart 1922 Söylevi ve Taşıdığı Önem
Türkiye Büyük Millet
Meclisi’nin, Birinci Dönem Üçüncü Toplantı Yılı, 1 Mart 1922’de açıldı. Savaş
sürmekte, Mustafa Kemal, yüklendiği ağır sorumluluğun altından kalkmak
için, sağlığının yerinde olmamasına karşın; siyasi gerilimlerden orduyu yeniden
toparlamaya, para ve silah bulmaktan dış politikaya kadar, pek çok işle
ilgilenmektedir. Cepheyi, en ön saflara dek dolaşıyor, Meclis’te konuşmalar
yapıyor, telgraflarla ülkenin her yerine ulaşıyordu. Bir yandan; “Yedi aydır
(Sakarya Savaşı’ndan sonra geçen süre y.n.) ne bekliyoruz, nereye gidiyoruz?
Bizi kim, nereye götürüyor? Bilinmezliklere gidiyoruz!” 11, “neden
taarruz etmiyoruz, ordumuz durduğu yerde çürütülüyor” 12, “Avrupalıların
mütareke teklifi neden kabul edilmiyor” 13 diyen karşıtçıları
iknaya çalışıyor; diğer yandan, Ordu’yu son ve kesin vuruşa hazırlıyordu.
Musul’da artan İngiliz etkisine karşı Revandiz ’e birlik gönderiyor 14,
15.Kolordu Komutanı Kazım (Karabekir) Paşa’nın “Meclis ’in
üstünde, uzmanlardan oluşan bir ikinci Meclis oluşturulması önerisine” 15
ikna edici yanıtlar veriyordu. Bütün bunların yanında sürekli olarak “birlik
teftiş ediyordu.” 16
1 Mart 1922 Meclis konuşmasını, bu koşullar altında
hazırladı. Toplumu ilgilendiren birçok konuya değinen uzun söylev, şaşırtıcı
bir özelliğe sahipti. Sanki, sonucu henüz belli olmayan yaşamsal bir savaş
sürerken değil de, barış zamanında olağan bir Meclis açılışında yapılıyordu.
Utku (zafer) dan o denli emindir ki; yönetim yapılanması, adlî sorunlar, sağlık
ve sosyal yardım işleri, ekonomik kalkınma, bayındırlık, malî ilişkiler, eğitim
ve dış siyasete dek, hemen her konuya değinmektedir. Ekonomi konusuna büyük yer
ayırmış ve yeni devletin uygulayacağı kalkınma politikasını, henüz savaş
bitmemişken biçimlendirmektedir. Yalnızca görüş bildirip öneri yapmıyor, onunla
birlikte, uygulamaya dönük kalkınma stratejisi oluşturuyordu.
Konuşmanın
başlangıç bölümünü; yönetim, sağlık, adliye ve hukuk sorunlarına ayırmıştır.
Hemen ardından ekonomiyi ele alarak, yapılanlar ve yapılacaklar hakkında düşüncelerini
açıklar. Görüş ve önerilerindeki olgunluk, yaşamının büyük bölümünü cephelerde
geçirmiş bir askerden çok, ekonomiyi tarih ve toplumbilim (sosyoloji) boyutuyla
ele alan usta bir ekonomi politikçi düzeyindedir. Günün sorunlarını,
tarihsel dayanaklarıyla ele almakta, somut önerilere dönüştürdüğü yorumlarını,
geleceğe yönelik tutarlı bir program haline getirmektedir. Ülkeyi ve dünyayı
tanımayla kazanılmış açık ve anlaşılır görüşleri, gerçeklere dayanmakta, Türk
toplumunun gereksinimleriyle örtüşmektedir.
Köylü Efendimizdir
Konuşmasında,
ekonomiyle ilgili bölüme, “Türkiye ’nin sahibi ve efendisi kimdir?”
sorusuyla başlar ve hemen ardından “Türkiye ’nin gerçek sahibi ve efendisi,
gerçek üretici olan köylüdür. O halde, herkesten çok refah, saadet ve servete
hak kazanan ve layık olan da köylüdür” diyerek, yanıtını kendi verir.17
Sürekli ve coşkulu alkışlarla karşılanan bu yanıttan sonra, Türk ekonomisinin
yönelmesi gereken amaç konusunda şunları söyler: “Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti’nin
izleyeceği yol, bu temel amacın (köylünün kalkındırılması y.n.) sağlanması yönünde
olmalıdır… Köylünün çalışması sonunda elde edeceği emeğinin karşılığını, onun
kendi yararına olmak üzere yükseltmek, ekonomi politikamızın esas ruhudur…
Özellikle tarım ürünlerimizi, benzeri yabancı ürünlere karşı korumamıza engel
olarak, milletimizi bugünkü ekonomik yoksulluğa mahkum eden kapitülasyonların
yarattığı acıklı durumu, sizlere hatırlatmadan geçemiyeceğim.” 18
Yaşanmakta olan ekonomik çöküntünün nedenlerini;
Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemini, sömürüye dayanan Batı egemenliğini ve Tanzimat
uygulamalarını ele alarak açıklar. Konuya hakimdir ve o dönemde kimsenin
yapmadığı ya da yapamadığı kadar; nitelikli, açık, kararlı ve özgüvenlidir.
Geçmişten çıkardığı dersleri, güncele taşır ve geleceğe dönük sonuçlara ulaşır.
Net, anlaşılır, güven verici ve içtendir. Şunları söyler:“Bilindiği gibi, memleketin ekonomik durumu ve ekonomik
kuruluşlarımız, dış ülkeler tarafından sarılmış bir halde bulunuyordu. Özel
ekonomik teşebbüsler, serbest pazar ekonomisi içinde rekabet edebilecek güçlü
seviyeye varmamıştı. Tanzimatın açtığı serbest ticaret devri, Avrupa rekabetine
karşı kendini koruyamayan ekonomik yaşantımızı, yine ekonomik yönden,
kapitülasyon zinciriyle bağladı. Ekonomik alandaki özel değerler ve kuruluşlar
yönünden bizden çok kuvvetli olanlar, memleketimizde, bir de fazla olarak imtiyazlı
durumda bulunuyorlardı. Kazanç vergisi vermiyorlardı. Gümrüklerimizi ellerinde
tutuyorlardı. İstedikleri zaman istedikleri malı, istedikleri şartlar altında
memleketimize sokuyorlardı. Bu nedenlerle ekonomik yaşantımızın bütün
bölümlerinin mutlak hakimi olmuşlardı. Bize karşı yapılan bu rekabet, gerçekten
çok gayri meşru, gerçekten çok ezici idi. Rakiplerimiz bu biçimde,
endüstrimizin gelişme olanaklarını yok ettiler. Aynı zamanda tarımımızı da
zarara uğrattılar. Ekonomik ve mali gelişmemizi engellediler. Türkiye için,
ekonomik yaşantımızı boğan kapitülasyonlar, artık yoktur ve olmayacaktır.” 19
Önerileri,
tümüyle, halkın sorunlarını çözmeye ve onun gönencini arttırmaya yönelikti.
Söylediğini yapma özelliği bilindiği için, bu öneriler ilgi uyandırmış,
milletvekillerinin coşkulu desteğiyle karşılaşmıştı. Savaş, onun için bitmiş ve
kazanılmıştır; bu hava içinde konuşmaktadır: “Avrupa rekabeti yüzünden
mahvedilmiş ve şimdiye kadar ihmal edilmiş olan tarımsal sanayimizi
canlandırmalıyız... Toprağın altına terk edilmiş duran maden hazinelerimizi az zamanda
işlemeliyiz... Ormanlarımızı çağdaş önlemlerle iyi duruma getirmeliyiz...
Çalışanların refahını yükseltmeli, cephede harp eden askerlerin ailelerine
yardım etmeliyiz... Çiftçiye tohumluk vermeli, Ziraat Bankası aracılığıyla
uygun fiyatla tarım alet ve edavatı dağıtmalıyız...” 20
Akçalı (Mali) Bağımsızlık
Mali sorunları ele
alış biçimi, yapısının ve dünya görüşünün doğal sonucuydu. Her konuda ve her
zaman yaptığı gibi, konuyu, değişmez ereği tam bağımsızlık ’la
bütünleştiriyor; mali bağımsızlık sağlanmadan siyasi bağımsızlığın
korunamayacağını kesin bir dille açıklıyordu: “Her şeyden önce hayat ve
bağımsızlığımızı sağlamaktan ibaret olan milli amacımıza ulaşmaktan başka bir
şey düşünemeyiz. Önemli olan, mali gücümüzün buna yeterli olup olmayacağıdır...
Ülkemizin gelir kaynakları, milli davamızın güvenle elde edilmesine yeterlidir.
Mali gücümüz, fakirane olmakla birlikte, dışardan borç almadan ülkeyi yönetecek
ve amacına ulaştıracaktır. Ben yalnız bugün için değil, özellikle gelecek için,
devlet hayatı ve ülke refahı noktasından mali durum ve bağımsızlığımıza çok
önem veririm. Bugünkü mücadelemizin amacı tam bağımsızlıktır. Tam bağımsızlık ise
ancak, mali bağımsızlık ile gerçekleşebilir. Bir devletin maliyesi bağımsızlıktan
yoksun olursa, o devletin yaşantısını sağlayan bütün bölümlerinde bağımsızlık,
felce uğramış demektir. Mali bağımsızlığın korunması için ilk şart, bütçenin
ekonomik bünye ile denk ve uygun olmasıdır. Bu nedenle, devletin bünyesini
yaşatmak için, başka kaynaklara başvurmadan, memleketin kendi gelir
kaynaklarıyla yönetimini
sağlayacak çare ve tedbirleri bulmak, gerekli ve mümkündür. Bu nedenle, mali
konulardaki uygulamamız, halkı baskı
altına almadan, onu zarara sokmaktan
kaçınarak ve mümkün olduğu kadar yabancı ülkelere muhtaç olmadan, yeteri kadar
gelir sağlama esasına dayanmaktadır. Şu anda yararlanılamayan gelir
kaynaklarından yararlanmak ve halkın isteklerini karşılamayı kolaylaştırmak
için, bazı maddeler üzerine tekel koymak zorunlu görülmektedir...” 21
Tanzimat ve Devletçilik
Kalkınma yöntemini
açıklarken, devletçilikten söz etti. 1922 yılında sözü edilen bu
yaklaşım, Türkiye’de kimsenin bilmediği bir konuydu ve ekonomik kalkınma
anlamıyla ilk kez dile getiriliyordu. İlerde, yaygınca uygulanacak olan
devletçilikten söz etmekle, bir anlamda, kalkınma stratejisinin temel
doğrultusunu açıklamış oluyordu.
Ele
alıp irdelediği ve o güne dek yeterince bilinmeyen bir başka konu, Tanzimat uygulamaları
ve Kapitülasyonlar sorunuydu. Uluslararası bir antlaşmayla henüz
kaldırılmamış olan ve ekonomik tutsaklığın aracı olarak değerlendirdiği Kapitülasyonları
yok sayıyor; “ekonomik hayatımızı boğan Kapitülasyonlar artık yoktur ve
olmayacaktır” diyordu. Dış karışmanın hiçbir türüne, artık izin verilmeyeceğini
söylüyor, ağırlığını devletçiliğin oluşturacağı milli ekonominin esas
alınacağını açıklayarak şu değerlendirmeyi yapıyordu: “Ekonomi siyasetimizin
önemli amaçlarından biri, toplumun genel çıkarını doğrudan ilgilendiren
iktisadi kurum ve kuruluşları, mali ve teknik gücümüzün izin verdiği ölçüde devletleştirmektir…
Yerli ürünlerimizin yurt içinde kullanılmasını yaygın hale getirmek amacıyla,
gümrük alanında, yerli mallarımızın korunmasını sağlayacak yöntemlerin
uygulanmasına başlanmıştır. Ormanlarımız, maden hazinemiz, dokuma sanayimiz
korunacaktır... Bununla beraber; yalnızca ekonomik yarar amacıyla gerek
madenlerimizde ve gerekse başka iktisadi alanlarda ya da bayındırlık işlerinde,
sermaye yatırmak isteyen girişimcilere hükümetimiz, kanunlarımıza uymaları
koşuluyla, her türlü yardımı gösterecektir... Ekonomi siyasetimizin, bundan
sonra, tesbit edip açıklamış olduğum görüşler çerçevesinde ve bir plan
içinde düzenli olarak yönlendirilmesine, vekiller heyetimizin gayret
göstermesi beklenir...” 22
Benzer
görüşleri, bir yıl önce, henüz Sakarya Savaşı bile kazanılmamışken, 1 Mart 1921
Meclis’i açış konuşmasında da dile getirmişti. Ekonomik alanda yapılan ve
yapılması gerekenler için; “ülkemizde ekonomik işlerin ne anlama geldiği
yeterince bilinmemesine karşın, az çok denk bir bütçe sağladık; ülkenin bütün
servet kaynaklarına sahip çıkarak ihracat-ithalat arasında belirli bir denge
kurduk” diyordu. 23 Bu sözler, savaşın yoğun olduğu günlerde,
milletvekillerine direnme gücü vermek için söylenen gönülgücü (moral) yükseltici
sözler değil, savaş içinde başlanan ve savaştan sonra yaygınlaştırılacak olan
kalkınma politikalarının ön uygulamalarıydı.
Açıklanan
yöntem, özet olarak; devletin öncü olduğu, yerli özel girişime yer ve
destek veren, yabancı sermayeyi denetleyerek kabul eden ve sosyal piyasa
ekonomisi ya da karma ekonomi olarak tanımlanıyordu. İlk kez
Türkiye’de uygulanan ve Türkiye ’ye özgü olan bu yöntem, 1938’e dek 15
yıl boyunca eksiksiz uygulandı. Kalkınmada sağladığı başarı nedeniyle, bu
yöntem, daha sonra, kalkınmak zorunda olan başka ülkelerce de uygulandı. Çin,
günümüzde sürdürdüğü büyük gelişmeyi, genel çerçeve olarak, bu yöntemi
kullanarak sağladı.
Türkiye’de
kurulan yeni devlet, işgale karşı mücadele içinde oluştu. Bir yandan
savaşılıyor, bir yandan halk egemenliğine dayanan yeni yönetim birimleri ve
yeni uygulamalar geliştiriyordu. Devlet örgütleri, yeniden kurulurken eski’den
yararlanılıyor; bir başka deyişle, yeni kurulurken eski’nin
birikimi tümden yadsınmıyordu. Türk Devrimi ’ne özgü bu durum, doğası
gereği, cephede olduğu kadar, aynı anda cephe gerisinde de yoğun ve özenli bir
çalışmayı gerekli kılıyordu. Yenileşme yönünde üretilen her düşünce ve
başarılan her eylem, insanların önüne yeni bir ufuk açıyor; koşulların
olumsuzluğuna bakılmadan sorunların üzerine cesaretle gidiliyordu.
İşgal Altında
Kalkınma Arayışı
Milletvekilleri, 1
Mart 1922 Meclis söylevini; “sanki cepheden zafer haberleri alıyorlarmış
gibi” coşkuyla dinlediler; konuşmayı, alkış ve destek haykırışlarıyla sık
sık kestiler. Ekonomi gibi, coşku yaratması güç konuları ele almış, ama
konuşması bittiğinde “yaşa, varol, bravo” sözcükleriyle desteklenen ve “uzun
ve sürekli alkışlarla” karşılaşmıştı. Sözlerinin içeriği kadar söylevcilik
(hitabet) gücüyle de insanları etkilemek, onun en belirgin yeteneklerinden
biriydi. Ozan Mithat Cemal Kuntay’ın iki dizesiyle (mısrâ) bitirdiği
konuşmasının son bölümünde şunları söylemişti: “Meclis’in ve milletin
dayanışmasıyla, olayların bize yükleyeceği fedakarlıkları kabulde
göstereceğimiz istek ve heyecan, son başarı için en güçlü güvencemizdir. Geçen
iki yılın, yavaş ama güvenli (ekonomik y.n.) sonuçlarını, önümüzdeki çalışma
günleri için ölçü alırsak, neşe ve başarı günlerinden uzakta bulunmadığımızı
görürüz. Yeni çalışma yılına; her zamankinden çok güvenli, her zamankinden çok
sakin ve vakur bir durumda giriyoruz. Bezginlikten ve uyuşukluktan uzak
giriyoruz. Sonsuz bir azim ve inançla giriyoruz. Bizim için hayat ateşi,
gelecek kuşaklar içinse kurtuluş umudu olan kutsal amacımızı gerçekleştirmek
için, durup dinlenmeden yürüyeceğiz. Ve Tanrı ’nın yardımıyla mutlaka başarılı
olacağız. Ölmez bu vatan farzımuhal ölse de hatta/Çekmez kürenin sırtı o
tabutu cesimi” (Bu vatanın ölmesi, ölse bile olmayacak
şeydir/Dünyanın gücü, bu büyük tabutu taşımaya yetmez y.n.). 24
DİPNOTLAR
1
“Çankaya” Falih Rıfkı Atay,
Bateş A.Ş., İst.-1981, sf.451
2
“Frunze’nin Ankara’daki Temas ve
Müzakerelerine Ait Rapor” Mejdunarodnaya Jins Der., sayı 7,
1961; ak. Ş.S.Aydemir, “Tek Adam” Remzi Kit., 8.Baskı, 1983, 2.Cilt,
sf.498
3
“Cumhuriyet Döneminin İktisadi
Tarihi” Yahya Tezel, 3.Baskı, Tarih Vak.Yurt.Yay.,
İst.-1994, sf.128
4
“Mustafa Kemal’le 1000 Gün” Nezihe
Araz, APA Ofset Bas. 1993, 2.Baskı, sf.137
5
“Mustafa Kemal, Eskişehir-İzmit
Konuşmaları” Kaynak Yay., 1993, sf.197
6
“Atatürk Zamanında Türk Ekonomisi”
Prof.Dr. Ferudun Ergin, Yaşar Eği.Kül.Vak.Yay., No:1, Duran Matbaacılık,
1977, sf.21
7
“The Economic History of Turkey
1800-1914”
C.Issowi, Chicago: The University of Chicago Press;
ak, Yahya S.Tezel, “Cumhuriyet Dönemi İktisat Tarihi”, Tarih Vakfı Yurt
Yay., 3.Baskı, İstanbul-1994, sf.98
8
“İzmir’de Yunanlıların Son Günleri”
B.Umar Bilgi Yay., Ank.-1974, sf.59; ak. Yahya
S.Tezel “Cumhuriyet Dönemi İktisat Tarihi” Tarih Vak. Yurt Yay., 3.Baskı,
İst.-1994, sf.98
9
“Cumhuriyet Dönemi İktisat Tarihi”
Yahya S.Tezel, T.Vak.Yurt Yay., 3.Baskı, İst.-1994,
sf.98
10
“Mustafa Kemal Döneminde Ekonomi”
B.Kuruç, Bilgi Yay., 1987, sf.19
11
“Kaynakçalı Atatürk Günlüğü”
Prof.U.Kocatürk, İş Bank.Yay., Ank.-tarihsiz, sf.194
12
“Tek Adam-III” Ş.S.Aydemir,
Remzi Kit., 8.Baskı, İst.-1983, sf.489
13
a.g.e. sf.490
14
“Türk İstiklal Harbi”
IV.Cilt, Genel Kurmay Başkanlığı Harp Tarihi Dairesi, Ank.-1966, sf.267; ak.
Prof.U.Kocatürk, “Kaynakçalı Atatürk Günlüğü” İş Bank. Yay.,
Ank.-tarihsiz, sf.192
15
“Kaynakçalı Atatürk Günlüğü”
Prof.U.Kocatürk, İş.B.Yay.,Ank.-tarihsiz, sf.193
16
a.g.e. sf.193
17
“Atatürk’ün Bütün Eserleri”
12.Cilt, Kaynak Yay., İst.-2003, sf.279
18
“Devletçilik İlkesi ve Türkiye
Cumhuriyeti’nin Birinci Sanayi Planı-1933” Prof.Afet
İnan, TTK, Ank.-1972, sf.29
19
a.g.e. sf.29-34
20
“Atatürk’ün Bütün Eserleri”
12.Cilt, Kaynak Yay., İst.-2003, sf.280-281
21
a.g.e. sf.282
22
a.g.e. sf.280
23
“Devletçilik İlkesi ve Türkiye
Cumhuriyeti’nin Birinci Sanayi Planı-1933” Prof.Afet
İnan, TTK, Ank.-1972, sf.28
24
“Atatürk’ün Bütün Eserleri”
12.Cilt, Kaynak Yay., İst.-2003, sf.294
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder