26 Şubat 2015 Perşembe

SOSYALİST BİR GENÇLE TARTIŞMA -2 (YANIT)


Nesnellik dışımızda ve bizden bağımsız olarak var olandır; doğaötesinin (metafiziğin) tam karşıtı olarak, düşünen özneden bağımsız olarak var olmayı anlatır; bilinçten bağımsızdır. Nesnellik olaylara yaklaşım biçimidir. Hepimizin her gün yaptığımız ya da yapamadığımız bir tutumdur... Fransız yazar Paul Gentizon, Türk Devrimi’ni tarihin gördüğü en hızlı ve köklü toplumsal dönüşüm devinimi olarak görür ve Fransız ve Rus Devrimleri’nden daha ilerde bulur. Nesnel olmayan bir toplumsal eylem, böyle bir dönüşümü yaşama geçiremez. Yapılan ve başarılan işler, nesnelliğin doğrudan kanıtıdır... Mustafa Kemal, Türk halkının tüm kesimlerini biraraya getirmeyi başarmış, yalnızca Kurtuluş Savaşı’na karşı çıkanlar, verilen savaşıma zarar verecek izlence ( program) sahipleri, işbirlikçiler ve vatana ihanet edenlere karşı tavır almıştır... Giriştiği iş oyun değil silahlı savaşımdı; gücün belirleyici olduğu bir eylemdi. Ulusal birliği sağlamak ve savaşımı başarmak için, gücü tek bir merkezde toplamak zorundaydı. Bu zorunluluğu, sıkıdüzene (disipline) bağlı askeri karargâhla değil, demokratik içerikli meclisle aştı... 1919-1938 arası, Devrim’e ve ulusal birliğe zarar veren unsurlara karşı baskının, halk için demokrasinin geçerli olduğu bir dönemdir... İlk Sosyalist Partiyi, 1910 yılında kurulan Osmanlı Sosyalist Fırkası olarak alırsak; aradan geçen yüzyıl içinde bugün “sosyalist” partiler, Türk toplumunda değil dönüşüm sağlamak, halkın çok küçük bir bölümünün bile gündemine girememiştir. Anadolu’ya tek başına gelen genç bir general, 3.5 yılda tarihin ilk anti–emperyalist savaşını kazanıp, toplumu 15 yılda temelinden değiştirirken, sosyalistler neden bu denli başarısız oldu; buna yanıt verilmelidir... Nutuk’un ‘Söylev ve Demeçleri’nin ya da ‘Atatürk’ün Bütün Eserlerini’nin okunması gerekir. Marksizm, Marks’ı okumadan ‘marksist’ olanlardan çok çekmiştir. Marks’ın eserlerinin tamamlanmamışlığının yanısıra uğradığı en büyük talihsizlik, yaygınlaşmasının bedeli olarak ödemek zorunda kaldığı çarpıtmalardır. Bu yüzden tüm sosyalistlerin kendilerini “marksist” olarak adlandırdıkları bir dönemde Marks, bu konuda duyduğu rahatsızlığı, “bütün bildiğim benim bir Marksist olmadığımdır” demiştir... Kurtuluş Savaşı’nın Türk halkı tarafından hiçbir biçimde desteklenmediği ve savaşın dayanağı tek sınıfın ayan-eşraf sınıfı olduğunu söylemek, toplumbilimden ve gerçeklerden tam olarak kopuş demektir. İnsanlık tarihi boyunca halkın katılmadığı kazanılmış bir savaş yoktur ve olamaz. Savaş sözkonusu olduğunda ya halk kurtuluşunu sağlamak için doğrudan savaşa katılır ya da egemen sınıf, halkı savaşa sürer ve kendisini savaşın dışında tutar... Türkiye’yi Batı terminolojisiyle inceleme hastalığı, 1960’dan sonra yayılan ‘sosyalist’ küme ve partiler içinde yaygındı. 20.yüzyıl başında 10 milyon nüfuslu, yüzde 90’ı köylerde kapalı birimler halinde yaşayan, burjuvazi ve proletarya gibi sınıfların ortaya çıkmadığı, göçerliğin varlığını sürdürdüğü bir Doğu toplumunun; sanayileşmiş ve emperyalizme ulaşmış Batı Avrupa toplumlarının ölçüleriyle incelemek bilimsel bir ilkellik değilse, kafaları karıştırmaya yönelik bir davranıştan başka bir şey olamaz.... Emperyalizmi ilk kez yenilgiye uğratan, ezilen uluslara örnek olarak emperyalizme büyük darbe vuran, dünyanın en büyük anti-emperyalistine bunları söyleyebilmek, düşünsel çözülmenin son aşamasıdır. Metin Aydoğan

23 Şubat 2015 Pazartesi

SOSYALİST BİR GENÇLE TARTIŞMA - 1 (ELEŞTİRİ)


NOT: Eleştiriye yanıt 26 Şubat 2015 Perşembe günü yayınlanacaktır.

Kemalizmin bilimsel olarak ele alınmasına önem veren sizin gibi bir aydının, kitabında Atatürk’e yönelik hiçbir eleştiride bulunmaması beni şaşırttı. Aslında bu durum, sizin yanlı tutumunuzdan çok, Atatürk'ün tabulaştırılması ve On’dan başka herkese suç bulmaya kadar varan zafiyetten kaynaklanıyor... Sizin de çok iyi bildiğiniz gibi, Marx’ın bize bıraktığı en önemli miras, somut olgulara ait tespitlerden çok, “hareket, değişim ve çelişkileri” esas alan diyalektik yöntem ile materyalist tarih anlayışıdır. Siz Marx’ın diyalektik yöntemini-Kemalist devrimciliğin bir özelliği olarak- “olumlu” bulurken, materyalist tarih anlayışını pek de benimsemiyorsunuz... Nesnelliğe önem veriyor ve Sovyetler Birliği’nin çöküşünün temelinde bunun yattığını söylüyorsunuz. Size katılmakla birlikte ben Kemalizmin de nesnellikten uzak olduğunu, hatta daha kötüsü gerçekleri kasıtlı olarak çarpıttığını söylüyorum... Kemalizmin anti-emperyalist bilinci konusunda, sizi Atatürk’ün yüksek bilince sahip olduğuna inandıran çeşitli sözlerini alıntılıyorsunuz. Yurtiçi yurtdışı yatırımlar peşinde koşan Koç Holding ya da İş Bankası ne kadar anti-emperyalist ise Atatürk'de o kadar anti-emperyalisttir. Sanırım emperyalizmin içerden fethedileceği yanılgısına düşme şerefine nail olmuş dünyanın ilk ve tek “anti-emperyalist, 3.dünyacı” devrimcisi Atatürk'tür... Atatürk ve Kemalistler, Kürtlerin kendilerini ifade etmedikleri zaman sorun çıkarmalarının daima mümkün olduğunu söylemelerine karşın, Kürtleri yok saymışlar, onlar ayaklanınca da suçu emperyalistlerin üzerine atmışlardır... Sizin-kusura bakmazsanız- tam bir misyoner jargonuyla anlattığınız, “ilkel” Dersim’e “medeniyet götürme” sürecinin bir de asimilasyon yüzü var. Evren Karayel

19 Şubat 2015 Perşembe

TÜRKİYE İŞÇİ PARTİSİ (TİP)



Türkiye İşçi Partisi’nin güçlenmesi ya da güç yitirmesi, her partide olduğu gibi, izlenen politik çizgiye bağlı kalmıştır. Ülke gerçeklerine dayanan izlence (proğram) ve çalışma biçimi büyüme nedeni olurken, siyasi yabancılaşmaya yol açacak davranışlar partiyi küçültü. Gelişmeye neden olan çalışmanın temel özelliği, ulusal bağımsızlığa önem verilmesi ve bu öneme bağlı olarak Kurtuluş Savaşı’nın tüm kazanımlarıyla birlikte sahiplenilmesiydi. Aybar’ın Genel Başkan olduğu dönemde kabul edilen tüzük ve izlencede, “ulusal bağımsızlığın her şeyin üstünde” tutulacağı, bütün uluslarla “Kurtuluş Savaşı Türkiyesi’ne yaraşır biçimde” barışçı bir dış politika yürütüleceği, “ilerici aydınlar ve Atatürkçü gençlik”in “halkla yazgı birliği” yaparak Türkiye’nin gerilikten kurtarılacağı söyleniyor, söylenenler parti politikalarına yansıtılıyordu.


16 Şubat 2015 Pazartesi

DEMOKRAT PARTİ


Demokrat Parti, savaş sonrasında ABD öncülüğünde kurulmakta olan Yeni Dünya Düzeni’nin bilinen koşulları içinde ortaya çıktı ya da çıkarıldı. Cumhuriyet Halk Partisi’yle aynı toplumsal yapıya dayanmak zorundaydı. Türkiye, Atatürk’ün 1923’te yaptığı sınıfsal saptamaları büyük oranda koruyor ve köylülüğe dayanıyordu. Ayrımlı siyasi partileri gerekli kılacak sınıflar henüz oluşmamış, uluslaşma süreci henüz tamamlanmamıştı. Adları ve söylemleri ne olursa olsun, birden çok parti, eğer ülke yararına iş yapmak istiyorlarsa, nesnel koşullar gereği aynı izlenceleri (programları) uygulamak ve aynı siyasi çizgiyi izlemek zorundaydılar. Bu ise, tek partililiği gerekli kılan bir siyasi düzen demekti. Cumhuriyet’in ilk on beş yılında sağlanan sıradışı gelişme, böyle bir siyasi düzen içinde elde edilmişti.


12 Şubat 2015 Perşembe

KIBRIS VE AVRUPA BİRLİĞİ - 2



Batının Kıbrıs’a verdiği önem ve bu öneme uygun düşen politik–askeri davranışlar eski bir öyküdür. Kıbrıs’ın Doğu Akdeniz’deki stratejik konumu, bu adanın tarihin her döneminde saldırılar ve ele geçirme girişimleriyle karşılaşmasına neden olmuştur. Suriye, Filistin, Anadolu, Yunanistan ve Mısır arasındaki ticaret yollarının kavşak noktasında olan Kıbrıs, Doğu Akdeniz’e egemen olmak isteyen devletlerin, Antik Çağ’dan beri ele geçirmeyi amaçladıkları bir yer olmuştur. Bu nedenle Kıbrıs’ın tarihi, yoğun ve sürekli çatışmalarla dolu bir tarihtir.

9 Şubat 2015 Pazartesi

KIBRIS VE AVRUPA BİRLİĞİ - 1


Kıbrıs konusunun geldiği noktayı anlamak ve gideceği yönü görmek için konuyu geçmişiyle ele almak, günümüz koşullarını görmek ve bu bütünlük içinde yorumlamak gerekir. Türklerin, Balkanlardan ve Ege adalarından Anadolu’ya çekilmesi, Kurtuluş Savaşı’yla kurulan Cumhuriyet’in temel yaklaşımları, İkinci Dünya Savaşı sonrası politikaları, AB süreci ve ekonomik çöküntü göz önüne getirildiğinde karşımıza ürkütücü bir tablo çıkmaktadır. “Tarih tekerrür eder” özdeyişi tarihten ders alanlar için doğru değildir. Ancak, tarihten ders almayanlar ve ulusal bilincini yitirenler için “tarih tekerrür” eder. Girit’i bilmeyen Kıbrıs’ı kavrayamaz, Kurtuluş Savaşı’nı anlamayan bağımsızlığın önemini bilemez; bu nedenle de her zaman yitiren yan olur. Batının çözümlerini kurtuluş gibi görmek, ulusal hakları yitirmeyi peşin olarak kabul etmekten başka bir anlama gelmez.

5 Şubat 2015 Perşembe

HAÇLI SEFERLERİ


Haçlı seferleri, dünyayı talan ve kırım alanına dönüştüren sömürgeciliğin ön adımıdır. Onuncu yüzyılda, koyu bir karanlık ve yoksunluk içindeki Avrupalılar için, varsıl Ortadoğu ve Uzakdoğu gerçek bir hazineydi. Oraya ulaşma ve ele geçirme isteği, sınır konmamış bir hırs ve toplumsal tutku durumuna gelmişti. Hırsları ve istekleri o denli yoğundu ki, çılgınlığa dönüşen saldırganlık tarihte benzeri olmayan bir vahşete dönüşmüştü. Kilisenin dinsel söylemlerle beslediği bu girişim, varlığı ve etkisini günümüze dek sürdürmüştür. Haçlı anlayışı, bin yıldır süren ve talana dayanan Batı politikasının tarihsel ve düşünsel temelini oluşturmuştur.


2 Şubat 2015 Pazartesi

AVRUPA VE TÜRKLER



Avrupa uygarlığı olarak tanımlanan Batı anlayışı, bir yanıyla Antik Grek-Roma uygarlığına, diğer yanıyla Türk karşıtlığına dayalıdır. Üstünlük düşüncesinden kaynaklanan ve Avrupalılık olarak tanımlanan bu ikili yaklaşımın tarihsel anlamı; kültürel köksüzlüğün antik uygarlıklarla, özgüven yoksunluğunun Türk düşmanlığıyla giderilmek istenmesidir. Avrupalılar için anlaşılabilir, ancak bilimsel açıdan kabul edilemez olan bu anlayış; gerek kültürel sahiplenmede gerekse Türk düşmanlığında, sonu ırkçılığa varan yapay aşırılıklar ve bilinçli abartılar içerir.