22 Haziran 2015 Pazartesi

TÜRKİYE’DE AYDIN KIRIMI - 1


Türkiye Cumhuriyet’i kurulduğunda sıkıntısı çekilen ana sorun; buyruk, yönerge ya da yasayla giderilemeyecek olan aydın eksikliğiydi. Cumhuriyet olanaksızlıklara karşın bu eksikliği gidermiş ve kendine uygun; özverili, inançlı ve yurtsever bir aydın kuşağı yetiştirmişti. Ülke bu kuşağın omuzları üzerinde yükselmiştir. Ancak, Atatürk öldükten ve Batı ile ilişkiye geçildikten özellikle de 1950’den sonra, bu kuşak ve yetiştirdiği kuşaklar, belirli bir plan içinde önce etkisizleştirildi sonra üst düzey devlet görevlerinden uzaklaştırıldı. Bu tür uygulamalar, onları yıldırmadı. Bulundukları yer ve konumda görüşlerini savundular, pes etmediler. Sıra; izlemelere, sorgulara, hapis ve sürgünlere geldi. O da yetmedi, öldürmeler başladı. Her görüşten binlerce yurtsever sokak ortalarında öldürüldü. Ulus olarak yitirilenler yalnızca yurtseverlerin yaşamı değildi. Gerçek yitik, topluma karşı gösterilen duyarlılıklarda ve haksızlığa karşı direnme gücünde yaşandı. Özgür düşünce, düşünceyi eyleme dönüştürme girişkenliği ve örgütlenme istenci (iradesi) büyük zarar gördü.



Cumhuriyet’in Aydına Verdiği Önem

Şevket Süreyya (Aydemir), Birinci Dünya Savaşı’na yedek subay olarak katılan bir öğretmendir. Savaştan sonra Moskova’da yüksek öğrenim görmüş ve bir komünist olarak döndüğü İstanbul’da tutuklanmıştır. Afyon Cezaevi’nde iki yıl yattıktan sonra, 1927’de çıkarılan afla serbest bırakılır ve doğrudan Ankara’ya gelerek, görev istemiyle Milli Eğitim Bakanlığı’na başvurur. Başvurduğu gün, Teknik Öğretim Genel Müdür Yardımcılığına atanmıştır. Atamayı yapan Müsteşar Kemal Zaim Sunel, görevlendirme yazısını imzalarken Şevket Süreyya’ya şunları söyler: “Hangi ülke, çocuklarına bizim ülkemiz kadar muhtaçtır? Hangi millet bizimki kadar fakirdir? Öyle bir işin içindeyiz ki, herkes dağarcığında ne varsa ortaya dökmelidir.”1
Kurtuluş Savaşı ve sonrasındaki devrimler, bugünün kuşaklarının kavrayamayacağı ya da yeterince kavrayamayacağı kadar güç koşullar ve olanaksızlıklar içinde başarılmıştır. Güçlüklerin en başta geleni, bilinçli ve eğitimli kadro, yani aydın eksikliğidir.
Kurtuluş Savaşı süresince Ankara’ya, çoğunluğu subay ancak bin beş yüz kişi gelmiş, koskoca Osmanlı Ordusundan Ankara direnişine, İnönü Savaşı’na dek yalnızca beş general katılmıştı.
Savaş’ın öncü gücünü oluşturan insanları birleştiren tek ortak nokta, yalnızca yurt sevgisi ve ülkenin kurtarılmasıydı. Ayrı eğitim ve kültür yapısına sahiptiler. Önemli bir bölümünün savaş sonrası için herhangi bir öneri ve öngörüsü yoktu. Saltanatın kurtarılıp sürdürüleceğine inananlar çoğunluktaydı. Osmanlıdan aydın sayılabilecek bir kadro gelmemiş, var olan az sayıda yetişmiş insan ise savaşlarda yitirilmişti.
1924’de tüm ülkedeki ziraat mühendisi sayısı yalnızca 20’dir. 1920’de yalnızca 260 doktor vardır.2 Mühendis, mimar, eczacı, diş hekimi, tüccar, bankacı, teknisyen ve ekonomist yok denecek kadar azdır. Ticaret, bankacılık ve ulaşım, azınlıklar aracılığıyla yabancıların elindedir. Yabancılar ve azınlıklar Türkiye’den gittiğinde, “Türkler bu işlerden anlamadığı için” ticaretin, bankacılığın duracağı, “Türk makinist ve teknisyen bulunmaması” nedeniyle de demiryolu ulaşımının yapılamayacağını düşünüyorlardı.

Aydın Yetiştirmek

Atatürk, Cumhuriyet ilkelerine bağlı, yeniliğe açık, ulusal değerlerle donanmış yeni aydınlar yetiştirmek için, işe eğitimle başladı. “Gençlerimize, görecekleri öğrenim sınırı ne olursa olsun onlara, en önce ve herşeyden önce, Türkiye’nin bağımsızlığına, benliğine, milli geleneklerine düşman olan bütün unsurlarla mücadele etmenin gereği öğretilmelidir” diyordu.3 Yeni aydın türünün yaratılmasına büyük önem veriyor, bu işin gençliğe dayanılarak ve ona iyi bir eğitim verilerek ancak başarılabileceğini biliyordu. Gençliğe seslenişi ve orduya vasiyeti bu amaçla yazılmıştı.

Halkevleri

Kapatılana dek geçen yirmi yıl içinde 478 Halkevi ve 4322 Halkodası açıldı. Bu örgütlerle, Anadolu’nun en uzak yörelerine ve en küçük birimlerine ulaşan, sıradışı bir aydınlanma sağlandı. Halkevleri, Atatürk’ün ölümüne dek geçen ilk sekiz yıl içinde 23 750 konferans, 12 350 oyun, 9050 konser, 7850 film gösterisi ve 970 sergi gerçekleştirdi. Aynı dönem içinde 2 557 853 yurttaş Halkevleri kütüphanelerinden yararlandı, 48 bin yurttaş değişik kurslara katıldı, 50 dergi yayımlandı.4
Atatürk’ün başlattığı Anadolu aydınlanması, kısa süre içinde, ulusal bilinçle donanmış aydın yetiştirmede yeterli olmasa da önemli kazanımlar elde etti. 1945 yılına gelindiğinde yalnızca 4 yıllık köy enstitüleri döneminde; 1726 ilkokul açılmış; 2757 öğretmen, 604 eğitmen, 163 gezici başöğretmen, 265 gezici sağlık memuru yetişmişti. Köy enstitüleri kendi olanaklarıyla 37 kamyon almış, 6 enstitü elektrik üretmiş, köylerde 741 işlik (atölye), 993 öğretmen evi, 406 bölge okulu, 100 km yol ve 700 ayrı türde bina yapmıştı.5 Köy enstitüsünü bitiren öğretmenler, Atatürk’ün amaçladığı gibi, görevle gittikleri köylere aydınlığı ve uygarlığı götüren ulusçu aydınlar haline gelmişlerdi.

İlk Hedef Köy Enstitüleri

Topluma önderlik edecek aydın yetiştirmede köy enstitüleri olağanüstü başarılı olmuştu. Anadolu köylerinin okumaya kararlı direngen gençleri, hiçbir güçlükten yılmayarak, köy enstitülerine geliyor, okullarını hem yapıyor hem de buralarda okuyordu. 1942-1949 arasında, yani yalnızca 7 yıllık dönemde yetişen 17 bin öğretmenin hemen tümü inanmış yurtseverler, düzeyli aydınlardı. İçlerinden, yalnızca Türkiye’de değil, ülke dışında da ünlenen yazarlar, ozanlar, düşünürler çıktı. Hem yapıp hem okudukları enstitüler tümüyle Türkiye’ye özgüydü. Dünyanın birçok ülkesinde örnek alınmış, benzerleri yapılmıştı.

ABD ve Aydın Kırımı

Köy enstitülerinin dünya çapında dikkat çeken başarısının, 1945’ten sonra Türkiye’ye girmeye başlayan ABD’nin dikkatini çekmemesi olası değildi. Nitekim ABD, o dönemdeki Türk hükümetine 12 adet “eğitim projesi” kabul ettirdi ve bu kabulden sonra Türk Milli Eğitimi çok ayrı bir yöne döndü. Köy enstitüleri önce etkisizleştirildi sonra kapatıldı, yerlerine imam hatip okulları açılmaya başlandı.6
Oysa korunup geliştirilmesi gereken devrimlerin boyut ve kapsamı çok genişti, Türk ulusunun kalkınıp güçlenmesini amaçlıyordu. Bu nedenle, devrimi koruyacak kadroların, sürekliliği olan bir kararlılık içinde, bağımsızlık düşüncesinden ödün vermeden yetiştirilmesi gerekiyordu. Ancak böyle olmadı. Yeni kadrolar yetiştirmek bir yana, zorluklarla yetiştirilmiş Devrime inanmış kadrolar, düzenli bir program içinde etkisizleştirildiler ve yoğunluğu giderek artan bir baskı altına alındılar.

Atatürk Sonrası Yoğunlaşan Aydın Kırımı

1939-1960 arası, Türkiye’deki aydın kırımının ilk evresidir. Atatürk’ün yakın çevresinin yönetimden uzaklaştırılmasıyla başlayan, yazar ve düşünürlerin sudan gerekçelerle tutuklanıp cezalandırıldığı bu dönemin gerçek yükünü, köy enstitüsü çıkışlı öğretmenler çektiler. Mesleklerinde olduğu kadar, düşünsel etkinliklerinde ve hemen tüm eylemlerinde hükümet baskısıyla karşılaştılar. Soruşturuldular, sürüldüler ve tutuklandılar. Yüksek okul mezunu olmalarına karşın (Yüksek Köy Enstitüsü çıkışlılar), bir bölümü yedek subay yapılmadı.7 Valiler, kaymakamlar, müfettişler, milletvekilleri ve bakanlar, onları hemen her fırsatta suçladılar.
Suçlamalar, köy enstitülerinin tümünü kapsıyor ancak bu işin öncülerine karşı yoğunlaşıyordu. CHP’li Milli Eğitim Bakanları Reşat Şemsettin Sirer ve Tahsin Banguoğlu, enstitülerin kurucusu İsmail Hakkı Tonguç’u, önce Talim Terbiye Kurulu’na sonra Ankara Atatürk Lisesi elişi öğretmenliğine atamıştı. DP’li Bakan Tevfik İleri ise, 14 Ağustos 1950’de radyoda yaptığı konuşmada, köy enstitüsü çıkışlılar için, “Öğretmenler içinde, üç dört yüz kadar komünist bulunmaktadır. Bunları saptayıp mahkemeye vereceğiz, Milli Eğitim’i bunlardan temizleyeceğim” diyordu.8

Bitmeyen Baskı

Köy enstitüsü çıkışlı olanlar başta olmak üzere, hemen tüm ulusçu öğretmenler, yaşamları boyunca bu tür söylemlerle karşılaştılar. Soruşturmalar ve sürgünlerle dolu ve hiç bitmeyen düşünsel ve fiziksel bir baskı içinde yaşadılar. Ülkeyi ve halkı sevmek, bu sevgiyi eyleme dönüştürmek, ulusal bağımsızlığı savunmak ya da anti-emperyalist olmak; komünist olmakla eşanlamlı hale getirilmişti. Sırayla yönetime gelen hükümetler, herhalde örneği pek olmayan, sınır konmamış bir düşmanlıkla, kendi öğretmenine saldırıyordu.
Enstitülülere yöneltilen soruşturmalar, suçlamalar ve cezalar, gerçekte Türk Devrimi’ne, bağlı olarak ulusal varlığa zarar veren uygulamalardı. Türkiye’de acıklı bir durum yaşanıyor ve Cumhuriyet’le kurulan devlet, kendisini korumak için yetiştirilen kadroları eziyordu.
Roman okumak (Ignazio Silone’nin Fontamara’sı), roman yazmak (Bizim Köy-Mahmut Makal) tutuklama nedeni olabiliyordu. “Rusya’da aile vardır” ya da “enstitüye gelmeden ağanın koyunlarını güdüyordum” demek, “derse fazla kitapla girmek”, “Doğuda ağalığın olduğunu” ileri sürmek soruşturma nedeniydi.9 1969’da gerçekleştirilen demokratik bir eylem gerekçe yapılarak, 5000 öğretmene sürgün, 30 bin öğretmene aylık kesimi, 200 öğretmene kıdem indirimi cezası verilmişti.10
Kayseri’de toplanan Türkiye Öğretmenler Sendikası (TÖS) Kurultayı, bir küme gerici tarafından basılmış ve bina ateşe verilmişti. Bir bayan öğretmen, elbiseleri parçalanarak bir kamyona koyulmuş ve Kayseri sokaklarında dolaştırılmıştı. Kurultay yapılan binada kuşatılan öğretmenleri, yakılmaktan son anda ordu birlikleri kurtarmıştı.11 Sürekli hale gelen baskılar sonucu çalışamaz duruma gelen öğretmenler, mesleklerini bırakmaya, yurtdışına işçi olarak gitmeye başladılar. 1965-1969 yılları arasındaki yalnızca beş yılda, 3500 öğretmen meslekten ayrılmış, bunlardan 670’i yurtdışına çalışmaya gitmişti.12

Aydın Olmak Büyük Suç

Böylesine yoğun bir baskı altına alınan öğretmenlerin tek suçu, aydın sorumluluğu duyarak ulusal hakları savunmaları ve Türk Devrimi’ne sahip çıkmalarıydı. TÖS Genel Başkanı Fakir Baykurt’un Ulus gazetesine yaptığı açıklama, bunu açık biçimde ortaya koymaktadır. Baykurt şunları söylemişti: “Öğretmenler, yetiştirdiği nesillere; devrimleri, yer altı ve yer üstü zenginliklerini, hiç ödün vermeden öğretmektedirler. Bunu yaparken Atatürk, her davranışı ve her sözüyle bizlere biricik rehber olmaktadır.”13
Öğretmenler, özellikle de köy enstitüsü çıkışlı olanlar, her türlü baskıyı göğüslediler, baskılardan yılmadılar ve Türk Devrimi’yle Atatürk’ü gençlere öğretmeyi sürdürdüler. Ulusal hakları savunmada engel tanımadan, zorlu köy koşullarının onlara verdiği dayanıklılıkla saldırıların ağır yüküne katlanmasını biliyorlar ve direniyorlardı. Her koşulda, örgütleniyor ve örgütlüyorlardı.
1938-1960 arasında öğretmenlerden ayrı olarak, yazarlar, şairler, bilim adamları, sanatçılar, sağ-sol ayrımı gözetilmeden, yoğun ve sürekli baskı görüp acı çekti. Bunların büyük bölümü, dünyaca ünlü yüksek nitelikli yurtsever aydınlardı. Çok güç koşullarda, büyük emeklerle yetişmişlerdi. Nüfusun yalnızca yüzde 10’unun okuma yazma bildiği bir toplum için çok değerliydiler. Kalkınıp güçlenmek, yeni bir toplumsal düzen kurmak isteyen bir ülke için, düşünce ayrımı ne olursa olsun, ülkesine bağlı bir tek aydının bile önemi vardı. Devrimin yaşaması ve gelişmesi için aydınları kazanması, onları küstürmemesi gerekiyordu. Oysa, küstürülmek bir yana, bu ülkede aydınlar, cezaevlerine dolduruldu, işkence gördü hatta öldürüldü.
1938-1960 dönemi, aydın kırımının yoğunlaşıp yaygınlaştığı bir dönemdir. Bu dönemde, gerek Türkçüler ve gerekse sosyalistler toplu yargılamalarla hapse mahkum oldular.1944’teki Turancılık davası 23, 1951 yılındaki Komünistlik davası 187 sanıklıydı. Her ikiside, dış gelişmelere bağlı siyasi davalardı. Birincisi Almanya’nın yenilgisini onaylamış görünmek, ikincisi Türkiye’nin NATO’ya girmesini sağlamak için düzenlenmişti.
1938-1960 arasında; Zeki Velidi Tagan, Nazım Hikmet, Kemal Tahir, Nihal Adsız, Sabahattin Ali (daha sonra öldürüldü), Ruhi Su, Mihri Belli, Enver Gökçe, Reha Oğuz Türkkan, Rıfat Ilgaz, Aziz Nesin, Attila İlhan, Orhan Kemal, Arif Damar, Şükran Kurdakul, Mahmut Makal, Hüseyin Cahit Yalçın; değişik mahkemelerde değişik gerekçelerle yargılanıp cezaevlerine atıldılar. Aynı dönemde; Prof.Sadrettin Celal Antel, Prof.Niyazi Berkes, Prof.Pertev Naili Boratav, Doç.Behice Boran üniversitelerinden kovuldular.
Köy enstitüsü çıkışlı Hasan Kıyafet’in söylediği şu sözler, yurtsever aydının nasıl yetiştiğini, nasıl mücadele ettiğini ve neler çektiğini göstermesi bakımından, oldukça öğreticidir: “Köy enstitüleri, bizleri başarının tadına doyurmuştu. Bunu ilk kez insan olduğumuzu anımsatarak yaptı. İnsan olduğumuzu önce, ilk kez giydiğimiz ayakkabı, iç çamaşırı gibi yadırgadık. Doğrusu insan olduğumuzu kabullenmek oldukça güç oldu. Ama tadını aldıktan sonra da peşini bırakmadık. Ölümüne sarıldık insanlığımıza! Ne zormuş insan olmak! Ne tatlıymış insan olmak.. Köy enstitülerini kuruluşlarının 60 yıl ardından daha çok özlüyor ve arıyoruz. Topu topu 7 yıl kadar sürmüş verimli yaşamları. Neredeyse bir ilkokul çocuğunun okul çağı kadar ömrü olmuş. Anadolumuz’un yoğun karanlığından bir yıldız gibi kaymış geçmiş. Yalnız geçerken ısıtmış ortalığı, iz bırakmış. İşte bu nedenledir ki, düşmanı çok olmuş. Sermayesi karanlık olanlar, tez elden mezarını kazmışlar.”14

DİPNOTLAR

  1. Suyu Arayan Adam”, Ş.S.Aydemir, Remzi Kitapevi İstanbul, sf.445
  2. Atatürk’ün 1 Mart 1922 Meclisi Açış Konuşması”, “Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri”, “1 Mart 1923 Meclisi Açış Konuşması” 1.Cilt, sf.216–217
  3. Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri” 3.C. ak. Hüseyin Cevizoğlu, “Atatürkçülük”, Ufuk Ajansı Yayınları, sf.69
  4. Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi”, İletişim Y., 4.Cilt, sf.882
  5. Bozkırdan Doğan Uygarlık – Köy Enstitüleri” Y.Kaya, 1.Cilt, sf.452–453
  6. a.g.e. sf.452–453
  7. a.g.e. sf.404
  8. a.g.e. sf.445–446
  9. Bozkırdan Doğan Uygarlık–Köy Enstitüleri”, Yalçın Kaya, 1.Cilt, Tiglat Matbaacılık A.Ş. İstanbul – 2001, sf.436, 440 ve 476
  10. a.g.e. 2.Cilt, sf.395
  11. Lider ve Demegog” Ş.S.Aydemir, Remzi Kitapevi İst.–1997, sf.129
  12. Bozkırdan Doğan Uygarlık–Köy Enstitüleri”, Yalçın Kaya, 2.Cilt, Tiglat Matbaacılık A.Ş. İstanbul– 2001, sf.402
  13. a.g.e. 2.Cilt, sf.414
  14. Bozkırdan Doğan Uygarlık–Köy Enstitüleri”, Y.Kaya, 1.Cilt, Tiglat Mat. A.Ş. İstanbul–2001, sf.485


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder