4 Aralık 2015 Cuma

ANTİK ÇAĞ ROMA UYGARLIĞI


Batılılar, Roma uygarlığını aynı Ege uygarlığı gibi ele almışlar ve bu uygarlığın da, Avrupa’nın kültürel temeli olduğunu kabul etmişlerdir. Roma devlet yapısının yönetici sınıfı ilgilendiren kimi yönetim birimlerinde, seçimlere dayalı bir işleyişin olması, Avrupa demokrasisi’nin tarihsel kökleri olarak görülmüş ve bir özkalıt (miras) olarak sahiplenilmiştir. Roma’da meclisler ve katılımcı bir işleyiş ortaya çıkmıştı. Ancak meclislere katılmak, azınlığın, hem de küçük bir azınlığın kullanabildiği, bir ayrıcalık durumundaydı. Temsili kurumlar, herzaman yönetici sınıf olan soyluların, onların da en varlıklı kesiminin önderlerinden oluşuyordu.


Batı Roma İmparatorluğu, emperyalizmi uygulayan tarihteki ilk devlettir. Ren, Tuna boyları, Anadolu, Kırım, Suriye, Filistin, Mısır, Kuzey Afrika, İspanya, Fransa ve İngiltere’yi ele geçirmiş, buralarda 43 eyaletten oluşan büyük bir imparatorluk kurmuştu.1
Yayıldığı geniş alan içinde, Akdeniz ve Karadeniz’i kendisi için koşulsuz egemeni olduğu bir iç deniz haline getirmişti. Onlarca devlet ve halkı içine alan bu geniş imparatorluk, ekonomiden kültüre, dilden dine yönetim biçiminden toplumsal ilişkilere dek, yaşamın hemen her alanında zora dayalı, baskıcı bir düzen kurmuş ve Roma üstünlüğü diğer uygarlıkların yok edilmesi üzerine oturmuştu.

Toplumsal Temel

Ege uygarlığının yarattığı toplumsal birikim üzerinde yükselen Roma İmparatorluğu, Kent devletleri işleyişini geliştirdi ve birçok halkı bir arada tutmayı başaran bir yönetim düzeni kurdu. Roma toplumunun temeli, günümüzde gens ya da klan adı verilen ve kan bağının belirlediği ortak bir ataya sahip olmaya dayanıyordu. Ortak atanın oluşturduğu her gens topluluğu, kendi içinde familia denilen alt topluluklara sahipti.
Başlangıçta kan bağının sağladığı eşitliğin geçerli olduğu Roma topluluklarında zamanla, aynı Yunan kentlerinde olduğu gibi, patrici adı verilen ayrıcalıklı bir yönetici sınıf oluşmaya başladı. Familialar zaman içinde varsıl patriciler ve giderek yoksullaşan plepler olarak bölündüler. Plepler, aynı kan soyundan gelmelerine ve sayılarının daha çok olmasına karşın, ayrıcalığı olmayan ikinci sınıf yurttaşlar durumundaydılar. Yönetime katılma hakları yoktu; “adalet” patriciler tarafından “sağlandığı” için sürekli güç yitiriyor ve köleleşiyorlardı. Bunlar patricilere borçlanıyor, ödeyemedikleri zaman da köle olarak satılıyorlardı.
Meclisi oluşturan, yönetici seçen, yasa koyan ve uygulayanlar hep patricilerdi. Ayrıca patriciler arasında bile eşitlik söz konusu değildi. Senato’ya siyasi gücü yüksek, en varsıl familia önderleri girebiliyor ve Senato’nun seçtiği imparator, varsıl seçkinlerin haklarını, imperium denilen geniş yürütme yetkisiyle, içerde ve dışarda koruyordu.2 Günümüzde kullanılan emperyalizm tanımı, Roma krallarının kullandığı bu geniş yetkiden kaynaklanmıştı.

Roma’nın Kökeni

Roma Devleti, M.Ö.6.yüzyılda askeri diktatörlüğün egemen olduğu, merkezi yapıdan uzak ilkel bir köyler federasyonu’ydu. Roma’nın güçlenmesi, Etrüsklerin bölgeyi ele geçirerek İtalyan Yarımadası’na yerleşmesiyle başladı ve Roma gerçek bir kent niteliğini o zaman kazandı.
Etrüsklerin İtalya’ya nereden geldikleri, Roma’ya egemen kıldıkları kültür ve dillerinin kökeninin ne olduğu konusunda; Batılı araştırmacıların tüm çabalarına karşın, kanıtı olan bir görüş ortaya koyulamamış, Etrüsk dili hala çözülememiştir.
Son dönemdeki çalışmalarda Akdeniz kökenli bir halk olduğu savı geçerliliğini yitirmiş ve Etrüsk’lerin, M.Ö.800 yıllarında Anadolu’dan (Lidya’dan) gelerek Etruria’yı işgal ettikleri ve henüz Demir çağını yaşamakta olan yöre halkını egemenlikleri altına aldıkları görüşü ağırlık kazanmıştır.3

Roma’da Katılımcılık

Roma’da M.Ö.4.yüzyıldan başlamak üzere, meclisler ve katılımcı bir işleyiş ortaya çıkmaya başlamıştı. Ancak bu meclislere katılmak, aynı günümüzdeki Avrupa demokrasileri’nde olduğu gibi azınlığın, hem de küçük bir azınlığın kullanabildiği, bir ayrıcalık durumundaydı. Temsili kurumlar, herzaman yönetici sınıf olan patricilerden, onların da en varlıklı kesimi olan soylu familia önderlerinden oluşuyordu.
Seçilmişler ya da atanmışlar olarak yönetici sınıf içinde yer almak için soylu olmak yetmiyor ve yönetimin aşama düzeni (hiyerarşisi) en üstten en alta, sahip olunan servetin niceliğine (miktarına) göre belirleniyordu. Para, her değerin tek ölçütü ve “her kapının tek açıcısıydı”; hemen tüm dünyayı elinde bulunduran Roma, “yalnızca ikibin varsıl ailenin” elinde bulunuyordu.4
Yönetim düzeninin bu işleyişi o denli belirgin duruma gelmişti ki, Spartacus köle ayaklanmasını bastırarak 20 bin köleyi Roma yolunun iki yanında çarmıha geren, İmperium yetkisine sahip Preator (yargıç ve eyalet yöneticisi) ve Consul (en yüksek yönetimerki) görevlerini elinde bulunduran Licinius Crassus’un serveti, 400 bin Roma ailesinin (familia’nın) bir yıllık geçim giderine eşitti.5
Marsilyalı Solvien adlı bir yazar, Roma’ya duyulan hoşnutsuzluğu; “Barbarların garip yaşamlarını paylaşıp acı çekmek, Romalılar’ın yanında adaletsizliğe katlanmaktan yeğdir” diyerek dile getirmişti.6
Roma’da yönetim gücü, Senato, Halklar Meclisi (Comitia Curiata), Yüzler Meclisi (Comitia Centuriata), Kabileler Meclisi gibi yönetim yapılanmalarına dayanıyordu. Bu organlar, seçime dayalı bir katılımcılığı öngörüyordu, ancak temsil sınırı hiçbir zaman, küçük bir azınlığı oluşturan yönetici sınıfın dışına çıkmıyordu. Özellikle bunalım ve savaş dönemlerinde, varsıl seçkinlerin seçtiği Senato bile yönetim yetkisini, dictateur’lere devrediyor, başlangıçta belirli sürelerle sınırlanan dictateur’lük işleyişi, bunalım ve savaşların artmasıyla uzun süreli bir yönetime dönüşüyordu.
20.Yüzyılda yalnızca Mussolini faşizminin ya da Hitler nazizminin değil, biçimsel ayrımlarla tüm Batılıların, Roma düzenine hayranlık duymalarının haklı ve anlaşılır nedenleri vardır. Bu nedenler, yönetim gücünü ele geçirenlerin varlıklarını korumak için, “sınırsız” bir yönetim yetkisine duydukları gereksinime bağlıdır. Roma İmparatorluğu’nun dağılmasından feodalizme, kapitalizmin ortaya çıkışından 20.yüzyıl emperyalizmine dek Batı toplumlarında geçerli olan yönetim işleyişi, her zaman bu “gereksinimin” üzerine kurulmuştur.
Roma yönetim düzeninin yalnızca içeriye dönük uygulamaları değil, egemenlik altına aldığı başka ülkelere karşı yürüttüğü dış politika da, günümüz büyük devlet politikalarıyla örtüşür durumdadır. Etki altına alınan ülke halklarının gelir kaynaklarına el koymak, ekonomik ve politik işleyişi belirlemek, işbirlikçi kullanmak ve bu yolla içsel olgu durumuna gelmek, hem Roma İmparatorluğu’nun hem de bugünkü Batılı devletlerin uyguladığı yöntemlerdir.
Roma, ele geçirdiği ülkelerde, yerel halkın yaşam biçimine, kültürüne, inançlarına ve yönetim geleneklerine karışıyor, bu alanlarda bilinçli yozlaşma ve bozulma yaratıyor ve ülkeleri kendi haklarına yabancılaşan dirençsiz topluluklar haline getiriyordu. Siyasi, mali ve askeri her açıdan egemenlik altına alınan ülkelere, özellikle sınır bölgelerinde, Roma’nın çıkarlarını savunma görevi veriliyor, bu ülkeler “ileri karakollar” olarak kullanılıyordu.

Roma Köleciliği

Roma gereksinim duyduğu insan gücünü karşılamak için, sömürgelerden yoğun olarak köle getirildi. 2000 yıl sonra, 18. ve 19.yüzyıllarda benzer amaçlarla Afrika’dan zenci köle getiren Amerikalılara esin kaynağı olan bu uygulama sorunu çözmediği gibi, daha köklü ve kalıcı sorunların ortaya çıkmasına yol açtı.
Geniş araziler üzerine kurulan ve tümüyle köle emeğine dayanan büyük çiftlikler (latifundium) ortaya çıktı. Köle çalıştırma, hızla diğer alanlara yayıldı ve sürekli sorun üreten asalak bir düzene dönüştü. Roma, varlığını ve geleceğini borçlu olduğu kölelere bağımlı duruma geldi. Latıfundiumlarda toplanmış olan geniş köle kitleleri sürekli ve çoğu kez düzeni sarsacak biçimde ayaklandılar.
Köleciliğin yoğunlaşması, yalnızca ekonomik alanda değil, ona bağlı olarak siyasi ve toplumsal ilişkilerde de bozulmalara neden oldu. Yönetimi elinde bulunduran egemen azınlık, askeri yöneticilik ve mali uğraş dışındaki üretime yönelik çalışma biçimlerini aşağılayıcı bir iş olarak görüyordu. Üretimle ilgili işler onlar için, “bayağı ve rezil” bir uğraştı.7 Özgür Romalı “ücret karşılığında çalışmazdı”, çünkü bu “başka bir insanın buyruklarına bağlı olmak” demekti. Bu ise, köleliğe ait bir ilişkiydi.8 “Grek felsefesini Romalılara tanıtan” düşünür9 olarak ünlenen Cicero (İ.Ö.106-43), “ücretli emek sefilliktir ve özgür bir insana yaraşmaz” diyordu.10
Bu tür yaklaşımlar, zaten küçük bir azınlığı oluşturan yönetici egemenleri, tümüyle yaşamla ve halkla bağı olmayan hastalıklı unsurlar durumuna getirdi. Toplumu ayakta tutan üretim eyleminden ayrı olarak, ev hizmetleri ve yazmanlık gibi yönetsel görevler dâhil hizmet kesiminin tümünde işler, yalnızca köle emeğiyle yürütülmeye başlandı. Köleler, topraktan ayrılması olanaklı olmayan ve ağır iş gören makinalar durumuna gelirken yönetici sınıf, entrikaya dayalı siyasetten başka bir işle uğraşmayan, dengesiz despotlar haline geldi.
Kölelerin, topraktan ayrılması mümkün olmayan makinelar durumuna gelmesi, onları, zamanla topraktan ayrı olarak satılamayan, yerleşik tarım emekçileri durumuna soktu. Çiftlik ve köle mülkiyeti el değiştiriyor ancak köle, çiftliğin asal unsuru olarak kalıcılığını sürdürüyordu. Bu süreç, köleci üretim ilişkilerinin, bağlı olarak da Roma İmparatorluğu’nun çöküşünü hazırlayan Orta Çağ serfliğini ortaya çıkaracak koşulları yaratıyordu.

DİPNOTLAR

1               “Roma Hukuku” Prof.Ziya Umur, İÜHF Yay., 1965, sf.138; ak. a.g.e. sf.43
2              Ana Britannica, Ana Yay. A.Ş. 26.Cilt, sf.318
3              Ana Britannica, Ana Yay. A.Ş. 11.Cilt, sf.428
4              “Batı’daki Kadın” Hüseyin Kılıç, Otopsi Yay., 2000, sf.56
5              “Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi” İletişim Yay., 8.Cilt, sf.2513
6              “Orta-Asya” Jean-Paul Roux, Kabalcı Yay., 2000, sf.45
7              “The Craftsmen Giardina, and The Romans” Jean Paul Marel sf.321; ak. L.C.Thurow, “Kapitalizmin Geleceği” Sabah Kit. İst.-1997, sf.12
8              Encyclopedia Britannica, Cilt 20, sf.632; ak. a.g.e. sf.12
9              “Felsefe Ansiklopedisi” Orhan Hançerlioğlu, 1.Cilt, Remzi Kitap, 1985, sf.101

10      “The Roman Empire” Paul Veyne, A History of Private Life from Pagan Rome to Byzantium (Cambridge, Mass: Belknap Press, 1987), sf.118; ak. a.g.e. sf.12

1 yorum:

  1. Sermaye ihracına dayanmayan ülkeler arası sömürü ilişkisine emperyalizm demek ne kadar doğrudur diye sormayı zorunlu buluyorum. Roma'ya klasik sömürge imparatorluğundan öte bir yakıştırma yapmak, emperyalizmin karakteristik özelliği olan sermaye ihracı yolu ile sömürüyü göz ardı etmemize neden olur. Bu yanlışlık her işgalci ülkeyi emperyalist diye tanımlamamıza yol açar. "Etki altına alınan ülke........uyguladığı yöntemlerdir" parağrafını TC'nin Kıbrıs'ta yaptıklarına uygulamak mümkün görülüyor. Bu durumda da TC emperyalist olarak nitelendirilmelidir. Emperyalizmin sömürgecilikten ayırdedici özelliği sermaye ihracıdır. İşbirlikçi sermayedarların devrilmesi söz konusu olmadıkça da fiili işgale yönelmez. Bu çekince dışında yazınızı çok beğendim. Aklınıza ve kaleminize sağlık.

    YanıtlaSil