30 Aralık 2015 Çarşamba

TARİHÇİNİN GÖREVİ



Tarihçinin birincil görevi, yaşadığı toplumdaki önyargılardan kurtulmaktır. Dünyanın başka bölgelerinde geçmişte neler olduğu araştırılırken, olaylar ve etkileri olduğu gibi ortaya koyulmalı, toplumlar arasında ayırım yapılmamalıdır. Binlerce yıl süren, milyonlarca insanı ilgilendiren ve yalnızca bu nedenle bile heyecan verici olan tarih, insanlığın ortak eylemidir. Günümüzdeki ekonomik ya da siyasi amaçlar için kullanılmamalı, bu tür kullanımlar tarihe ve insanlığa karşı işlenmiş düşünsel bir suç sayılmalıdır. Ancak, ne yazık ki, değişik ülkelerde ve zamanlarda olasıdır ki en çok bu “suç” işlenmiştir; işlenmesi de sürdürülmektedir.

 

Nesnellik


Tarihi, güncel siyasi yarar peşinde koşmadan tam bir nesnellik içinde ve bir bütün olarak ele almak, varılan her sonucu -özellikle eski çağlar için- kanıtlamak güç bir iştir, bilinç, dayanç (sabır) ve emek ister. 
Uygarlıklar, geçmişleriyle birlikte ele alındığında, tarihin karanlıklarında saklı pek çok bilinmezlikle karşılaşılacak ve birbirini etkileyerek iç içe geçen karmaşık süreçlerin çözümüyle uğraşılacaktır. Karşılaşılacak güçlükleri aşmada, başarılı olup olmamak araştırma yapanın kişisel yetenekleriyle ilgili bir sorundur, yalnızca onu ilgilendirir. Ancak, tarihi araştıranların, kişiselliği aşan önemli bir sorumluluğu vardır. Tarihçiler uygarlıkları ve birbirlerine yaptıkları etkiyi incelerken, önyargılardan uzak ve yansız bir tutum içinde olmalıdır. Bu tutum, yalnızca bilime değil, aynı zamanda insanlığa karşı da yerine getirilmesi gereken bir sorumluluktur.
İnsanbilime (antropoloji), kazıbilime (arkeoloji) ya da tarihin somut verilerine dayanmak, bu borcu ödemenin bilimsel yöntemidir. Bu yöntem teknolojik gelişkinliği gerekli kılar. Teknolojiye sahip olmak ise bir gelişkinlik sorunudur; sahip olana, gerçeğe ulaşmada büyük bir ayrıcalık sağlar. Sorun, bu “ayrıcalığın” hangi amaçla kullanılacağıdır.
Bilimsel-teknik donanımı ve düzeyi ne olursa olsun, tarihle ilgilenen herkesin kuşkusuz ulusal ya da siyasi duyarlılıkları, duygusallıkları vardır ve olacaktır. Önemli olan, kişisel duyarlılıkların olması değil, bunların bilim ve gerçek adına aşılabilmesidir. 

Yorum ve Sezgi

Tarihi irdelerken, bilimsellikle bilim dışılık, nesnellikle öznellik eğer özen gösterilmezse, birbiriyle kolayca yer değiştirebilir, yanılgılara düşülebilir. Araştırmacıyı her an içine çekebilecek ana çekince, belge ve bulguya dayansa bile, yorum ve sezgi kullanmak zorunda olmasıdır. İşin içine yorum ve sezgi girdiğinde, nesnelliği yitirme çekincesi sürekli gündemde olacaktır.
Tarih, matematik değildir, bulguya olduğu kadar yoruma da dayalıdır. Duygusal yanılgılara, aşırı savlara her zaman açıktır. Tarihçi, öznelliğe düşmemek, yani bilime ve insanlığa olan sorumluluğunu yerine getirebilmek için duyarlı olmak, uygarlıkların tümünün insanlığın ortak kalıtı olduğunu unutmamak zorundadır.

Batı Merkezci Tarih

Batı merkezci tarih anlayışına göre uygarlık; şimdi, geçmişte ve her zaman, Avrupa’ya ait bir olgudur. Uygarlık Yunanistan’da doğmuş, Roma’da gelişmiş ve Avrupa’ya yerleşerek burada kök salmıştır. Avrupalı olmayanlar, insanlığın geri unsurlarıdır; kimi zaman parlayan birtakım uygarlıklar, bir biçimde Avrupa’yla ilişkilidir. Asya, Afrika ya da Amerika’nın “alt kültürlerini”  uygarlık saymak olanak dışıdır; “uygarlık içine sızmış olan Türkler” 1 tarihsiz, vahşi ve barbar topluluklardır.
Avrupa merkezci tarih anlayışının kaba biçimi budur. Batı kültürünün yerleşik öğesi olan bu anlayış, nasıl bir “bilimsel” örtüyle örtülürse örtülsün kalıcıdır ve bilinçli biçimde siyasi amaçlara yönelmiştir. Tarih olarak ileri sürülen bu savları, bilimin bir parçası olarak görmek olanaklı değildir. Bu nedenle, Doğu uygarlıklarını ele almak, Türkler’in bu uygarlıklar üzerinde yaptığı etkiyi incelemek ve bu incelemeden günümüze yönelik sonuç çıkarmak yalnızca bir görev değil, aynı zamanda zorunluluktur.

Tarım ve Hayvancılık

İnsanı diğer canlılardan ayıran en önemli tarih kavşağı, yaşamak için gereken yiyeceğin doğadan toplanması yerine, bilinçli olarak üretilmesi, yani tarımın bulunmasıdır. Tahıl üretimi ve hayvancılıkla başlayan tarımsal eylem, avcılıkla toplayıcılığı aşarken, bilince bağlı olmayan, kendiliğinden gelişen önemli sonuçlar ortaya çıkardı. Üretim bilinci, bilinç üretimi geliştirdi ve bu gelişim dilin ortaya çıkmasına neden oldu.
İnsanlar, sayıları hızla artarak, tarım yaptıkları topraklar üzerinde yaşamaya ve ürünlerini korumak için önlemler almaya başladılar. Bu süreç aynı zamanda; ortak yaşamın, paylaşımın ve yerleşikliğin ortaya çıkış dönemiydi; uygarlığın şafağıydı.
Çiftçilik ve çobanlığın, avcılık ve toplayıcılığın yerini alarak uygarlığın ortaya çıkışı Asya’da oldu. Yontma Taş Devri, burada Milattan 12 bin yıl önce geçilmişti. Avrupalılar, bu devri 5 bin yıl daha yaşadılar. Tunç Devri, Sümer’de Milattan 4-5 bin yıl önce, Mısır’da biraz daha sonra başladı. Tarihi başlatan yazı, Demir Devri başlarında Orta Asya’da bulundu. Avrupa’nın yazıyı öğrenebilmesi için dört ana devrin geçmesi gerekti.2

Göçler

Yazı, tahıl tarımı ve üretim teknikleriyle birlikte göçler yoluyla buradan dünyaya yayıldı. Göçler’in neden ve sonuçları, kapsamı, dünyaya yaptığı etki henüz tüm ayrıntılarıyla ortaya konamamıştır ve aynı dönemde başka yerlerde de yerleşikliğin varlığı üzerine değişik savlar ileri sürülmektedir.
Ancak, Orta Asya’nın uygarlığın başlangıç yeri olduğu ya da en kuşkulu yaklaşımla, olasılığı en yüksek yer olduğu, buradan çıkan göçler’in;  Çin, Hindistan, Orta Doğu, Avrupa ve Kuzey Afrika’ya uzandığı, artık kanıtlanmış ve geniş bir çevrede kabul gören, tarihi bir gerçektir.
Göçler’in insanlık tarihine yaptığı en önemli etki; göç edenlerin gittikleri yerlerde, daha gelişkin oldukları için egemen olmaları,  geri kaldıklarında yabancı topluluklar içinde erimeleri ancak her iki biçimde de yerel unsurlarla kaynaşmalarıydı. Göç edenler, ayrıca tümüyle boş alanlara da yerleşiyor orada yerel halk durumuna geliyordu.

Tecimin Ortaya Çıkışı

Göç eylemi, insanlık tarihinde devrimci bir dönüşüm yaratmıştı. Birlikte getirilen evcilleştirilmiş hayvanlar, üretim teknikleri, tarih öncesi aletler (mikrolitik) ve özellikle saban; tarıma ve yerleşime uygun doğa koşullarının bulunduğu topraklarla birleşince büyük bir üretim patlaması yaşanmış, bu da tüketilenlerden fazla mal üretildiği için tecimin (ticaretin) ortaya çıkmasına neden olmuştu.
Tecimin gelişmesi, ulaşım ve iletişimi önemli ve gelir sağlayan bir iş durumuna getirdi. Uzun dönemler boyunca kullanılan ve üzerinde yerleşim yerleri gerçekleşen göç yolları, zamanla tecim yolları durumuna geldi.
Yelken’in bulunması, denizlerin de göç ya da tecim yolu olarak kullanılmasını sağladı. Ana karaların değişik yörelerindeki tarım havzalarında, kıyı şeritlerinde, tecimsel kavşaklarda büyük yerleşim birimleri oluştu, kent yaşamı gelişti.
Orta Asya’da bulunup geliştirilen demir ve tekerleğin, ulaşım ve savaş arabaları ile silah yapımında kullanılması, atın askeri teknolojinin etkili bir aracı durumuna getirilmesi göçler aracılığıyla yayıldı ve uygarlık gelişimi sıradışı bir devingenlik, güçlü bir ivme kazandı.

Uygarlık Merkezleri

Doğuda uygarlık merkezlerinin oluşumu; M.Ö. 9 binlerde başlayan 3 binden sonra yoğunlaşan, uzun bir süreci kapsar. Orta-Asya başta olmak üzere Çin, Hindistan, Ortadoğu ve Mısır, bu oluşumların en parlak bölgeleridir.
Başlangıçta en ileri, belki de tek uygarlık merkezi olan Orta Asya, değişen doğa ve iklim koşulları nedeniyle, önce çevresine daha sonra uzak bölgelere göç vermeye başladı. Değişik aralık ve yoğunluklarla M.S. 14.yüzyıla dek süren büyük göçler, M.Ö. 2000’lerde, özellikle 1700’den sonra yeni bir döneme girdi. Savaş arabaları, silahlar ve savaş tekniklerinde yüksek düzeye ulaşan bozkırın çoban ve savaşçıları, olağanüstü bir etkinlikle bir kez daha ortaya çıktılar ve dünyanın büyük bir bölümüne yayıldılar.
Bunlar, demiri yumuşak çeliğe dönüştürme yöntemlerini geliştirmişler, maden alaşımlarını bulmuşlar, bu buluşları tarım ve iş araçları ile silah teknolojisinde ustaca kullanmışlardı.
Üretim teknolojisinde eriştikleri düzey nedeniyle gittikleri her yerde son derece etkili oldular ve kalıcı dönüşümler gerçekleştirdiler. Çin, Hindistan, Ortadoğu ve Anadolu ile Kuzey Avrupa’da tarihe iz bırakan eylemler gerçekleştirdiler. Karşılaştıkları uygarlıklar içinde eridiler ya da onları kendi içlerinde erittiler, varlıklarını korudular ya da yok oldular. Sonuçta dünyanın çok geniş bir coğrafyasında, gelişimi ileriye doğru sıçratan bir işlevi yerine getirdiler, tarihin akışına yön verdiler.
Çin’de, Hindistan’da, Orta-Asya ya da Avrupa’da eskiden beri yaşamakta olan avcı ve tarımcı halklarla, toprağın bu yeni efendileri arasında ortaya çıkan çatışma ya da kaynaşmalar süreci; son derece başarılı yeni ve gelişkin uygarlıkların temellerini atmış oldu. Bu uygarlıklar, birbirine yakın bir hızla gelişti. M.Ö.500’e gelindiğinde Çin’in Sarı Irmak boylarında, Hindistan’ın Ganj ve İndus vadilerinde, İran yaylasında ve Ege’nin iki yakasında,  özgün ve çok gelişkin uygarlıklar ortaya çıktı.3

DİPNOTLAR

1                               “Dünya Tarihi” Prof. William H.Mc Neill, İmge Kit., 5.Bas.-1998, sf.374
2                               “Türk Tarihinin Ana Hatları” Kaynak Yay., 2.Basım-1996, sf.40

3                               “Dünya Tarihi”, Prof. William H.Mc Neill, İmge Kit., 5.Bas.-2001

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder